Yönetmen: Tolga Örnek
Senaryo: Tolga Örnek
Anlatıcı: Jeremy Irons
Yapım: Türkiye, 2005, 90 dk.
Çanakkale Savaşı, dünya tarihi için özel bir önem taşır. Sovyet Devrimi’ne zemin hazırlayan gelişmelerin, Avustralya’nın ulus olma yolundaki kararlılığının, Mustafa Kemal’in bir asker olarak göstermiş olduğu başarının ve Churchill’in II. Dünya Savaşı’na kadar tarih sahnesinden silinişinin bir göstergesidir. Uğruna binlerce şehit verilen bu olay, aynı zamanda tarihin en büyük ikinci çıkarma harekatıdır. Tanrıların Tahtı: Nemrut, Atatürk ve Hititler belgesellerinin yönetmeni olan Tolga Örnek, Kültür Bakanlığı ve Türk Askeri Müzeleri’nin işbirliği ile gerçekleştirilen son filmi Gelibolu’yu Çanakkale Savaşı’nın 90. yıldönümünde beyazperdeye taşıdı. Belgesel, High Definition formatında çekilerek 35mm’ye aktarıldı. Ulusal sermayenin gösterdiği ilgi nedeniyle de ilk olma özelliğini taşıyan Gelibolu belgeseli, bugüne kadar ortaya çıkarılmamış olan mektuplar, fotoğraflar ve belgeler eşliğinde sunuluyor. Belgeselde, ölümle yaşam arasındaki çizginin savaş gibi bir olgu üzerinden nasıl anlam kazandığı asker hikayeleri yardımıyla anlatılıyor. Bu hikayeler 2 İngiliz, 3 Yeni Zelendalı, 3 Avusturalyalı ve 2 Türk, toplam 10 askerin mektup ve günlüklerinden oluşuyor.
Belgeseli için, bir Türk filmi ve bir savaş filmi olmadığını söyleyen yönetmen, dinlemeye alışık olmadığımız bir Çanakkale Savaşı öyküsü anlatıyor. Filmin ana karakterlerinden olan Selahattin Adil’in anılarından başka Türk askerlerin anılarına pek yer verilmiyor. Çanakkale Savaşı ile ilgili belgesellerde, dinlemeye alışık olduğumuz dedelerimizin destansı hikayeleri ise neredeyse yok gibi. Yönetmen bunun nedenini, Türk ordusundaki okuma yazma oranına bağlarken, diğer taraftan da objektif olabilmek adına Türk seyircisiyle arasına ciddi bir mesafe koyuyor. Film, savaşın etkisini yansıtabilmek adına fotoğraflara, tekrar eden gorüntülere ve canlandırmalara başvuruyor. Canlandırmalarda öznel kamera kullanılması ise bombanın, süngünün, makineli tüfek seslerinin etkisini artırıyor. Eski görüntülerle yeni hazırlanmış görüntülerin iç içe geçirilmesi, bazen bir harita görüntüsü bazen de bir askerin periskobtan karşı cepheyi gözlemesi ile sunulsa da, sekanslar arasındaki geçişler bir bütünlük sağlamaktan uzak.
Neyse ki, mektuplarında ve günlüklerinde savaşı anlamaya çalışan İngiliz askerler, “sahildeki bir metrelik kum seti ölümle yaşamı ayıran noktaydı” derken, Türk askerinin dürüstlüğünü vurgulamayı da ihmal etmemiş. Yoksa binlerce askerimizi kaybettiğimiz Çanakkale Savaşı’nı, birinci ağızdan ve en çok da İngiliz askerlerin savaş psikolojisi üzerinden dinlediğimiz filmde, kendi varlığımıza inanamayabilirdik de. Elbette ucunun efsaneye uzanması şart değildi. Ama neden biz de en az Yeni Zelanda ve Avustralyalılar ya da İngilizler kadar kendimize ait olduğunu hissedebileceğimiz bir Çanakkale Destanı izleyemedik? / Esra Bulut
Tavsiye Et
Truffaut’nun Avrupa sinemasının en parlak ustalarından biri konumuna gelmesini sağlayan bu filmler, Yeni Dalga akımının da önemli örneklerindendir.
Eleştirmenler tarafından tüm zamanların en iyi filmleri arasında gösterilen Jules ve Jim, “üç kişilik aşk” öyküsünün Trauufaut’ya özgü bir anlatımla sunulmasıdır. Yönetmen Son Metro’da, 1942’de, Paris’te Alman ırkçılığına karşı tiyatrosunun bodrumuna saklanmak zorunda kalan Yahudi tiyatro sanatçısı Lucas Steiner’in hayatta kalabilme serüvenini her türlü klişeden uzak durarak anlatır. 400 Darbe ise, on üç yaşındaki Antoine Doinel’in yaşamını altüst eden duyarsız ebeveynleri, baskıcı öğretmenleri ve aile düzeni yardımıyla, eğitim sistemini ve içinde bulunduğu toplumsal yapıyı irdeler. Son Metro’da esen direniş rüzgarı 400 Darbe’ de yerini bir başkaldırıya bırakır. / Esra Bulut
Tavsiye Et
Yönetmenler: Ümit Ünal, Kudret Sabancı, Ömür Atay, Yücel Yolcu, Selim Demirdelen
Oyuncular: Altan Erkekli, Erkan Can, Özgü Namal, Mehmet Günsur, Azra Akın, Çetin Tekindor, Nejat İşler, Hilal Arslan, Şevket Çoruh, Güven Kıraç, Nurgül Yeşilçay
Yapım: Türkiye, 2004, 100 dk.
Birbiriyle bağlantılı beş hikâye, beş ayrı yönetmen. Ufak bir kızın hiç gitmediği İstanbul’a dair sayfalarını çevirdiği masallar perdede yavaş yavaş yerini bulur. Klarnetçi Hilmi aldatılmanın verdiği acıyla bunalıma sürüklenir. Büyük patron İhsan Karal’ın kızı İdil aile içi hesaplaşmalar neticesi ölüme mahkum edilir. Bir İstanbul dilberi yakışıklı delikanlının peşine takılır. Askerden yeni gelmiş işsiz delikanlı açlıktan dayanamayıp içine girdiği ihtişamlı konakta bir deliye rastlar. Hapisten yeni çıkan kadın ise anlatıcının izinde Almanya’nın yolunu tutar.
Ana karakterler, yan karakterler, caddeler, sokaklar derken birbiriyle iç içe geçen bu hikâyeler farklı yönetmenler tarafından yapılmış izlenimi vermeden, bildik bir tarzda işleniyor. Kimi zaman oyunculukların ön plana çıktığı hikâyelerde belli bir akışkanlık olmakla birlikte ritim duygusunun aksiyon temelinde kurulduğunu söyleyebiliriz. Filmde önemli bir yere sahip müziklerin altında ise Gökhan Kırdar’ın imzası var.
Sinemamızın hareketli olduğu şu günlerde bu filmi de hareketin bereketi babında değerlendirsek bile, bu hareketin yönelimi bizi düşünmeye itmekte. Fareli Köyün Kavalcısı, Külkedisi gibi dünya masallarının hikâye edilmesini bir kenara bırakın masalsız bir İstanbul’un resmedildiği izlenimine kapılıyor insan. Bu anlamda filmin masalsız bir İstanbul mu, yoksa İstanbulsuz bir masal mı resmettiği de muğlaklığını koruyor.
Nedendir sinemamızda öykü seçiminde genel bir temayül olarak hep dolandırıcılar, yalancılar, babalar, kötü kadınlar merkeze alınmakta; bunların karşısına iyi karakterler konulmaya çalışılsa da, öykünün işlenmesi sırasında şiddet ve cinselliğin dışavurumu, hakim atmosferi ‘kötüler’in sis ve dumanı altına mahkum etmekte. Başka masalların içselleştirilmiş bizcesine şahit olmak için iyi bir fırsat! Ama dikkat edin fırsatlar ülkesi hikâyesindeki tavşanlar sivri dişlerini göstermesin. Ya da iyisi mi şapkanın altından tavşan çıkmasını beklemeden, kendi masalınızı okuyun.
Belki de sorun başkasının masallarına sığınmakta. / Murat Pay
Tavsiye Et