Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (June 2005) > Dosya > Osmanlı’da liberalizm
Dosya
Osmanlı’da liberalizm
Yücel Bulut
TÜRKİYE’DE “serbesti-i ticaret” uygulamalarına geçişin başlangıcı olarak alınan 1838 Osmanlı-İngiliz ticaret antlaşmasının öncesinde İngiltere’nin Uzak Asya’da yapmış olduğu ticaret antlaşmaları hatırlandığında, söz konusu sürecin yalnızca Osmanlı’ya özgü bir süreç olmadığı görülür.
Osmanlı bürokratlarının bu yıllardan itibaren artan bir şekilde liberal politikalara yöneldikleri gözlemlenmektedir. Âli ve Fuat Paşaların ayrı ayrı padişaha sundukları vasiyetnamelerinde devletin kurtarılmasında liberal politikalara belli bir öncelik tanındığını görmek mümkündür. Birbirini tamamlar nitelikteki bu iki vasiyetnamede, “bütün vatandaşların can ve mal güvenliğinin yasal güvence altına alınması”, “tekel uygulamalarının kaldırılması”, “ithalatın serbest bırakılması, ihracatın teşvik edilmesi”, “demiryolu ağının yabancı özel şirketlere ihale etmek suretiyle geliştirilmesi”, Şirket-i Hayriye gibi örneklerini bulabildiğimiz “devletin kamu yatırımlarındaki ağırlığının azaltılması” vb. liberal iktisadî önerilerde bulunulmaktadır. Fakat, özellikle Âli Paşa’nın vasiyetnamesinde göze çarpan bir husus, bütün bunların devletin dış politika sorunlarıyla da yakından alakalı olduğu gerçeğidir.
Âli Paşa, “bütün çabalarımız varlığımızı ve Avrupa devletler topluluğuna katılma hakkımızı kabul ettirmeğe harcandı” demekte ve devam eden satırlarda da, bunun sağlanması için kimi siyasal ve ekonomik, hatta küçük toprak parçalarını vermek şeklindeki ufak tavizlerden bahsetmektedir: “Madem Avrupa topluluğu içerisindeydik, Avrupa güçlerinin isteklerine cevap vermeliydik. (…) Avrupa ile aramızda daha sağlam bağlar yaratmalıydık. Onun maddî çıkarları ile bizimkiler aynı olmalıydı. Ancak o zaman ülkenin bütünlüğü siyasî bir hayal olmaktan çıkıp, bir gerçek olacaktı.” şeklindeki ifadeler, aslında sonraki yıllarda gerçekleşecek iktisadî ve diğer politikaların da amacını ortaya koymaktadır.
Bürokratik yapıdaki bu değişime paralel olarak, önce Jean Baptiste Say’ın eseri İlm-i Tedbir-i Menzil adıyla tercüme edildi. Ardından Ohannes Paşa’nın Mebadi-i İlm-i Servet ve M. Cavid Bey’in İlm-i İktisat adlı telif eserleri geldi. Bütün bu eserler, memlekette “serbesti-i ticaret” şeklinde ifade edilen liberal iktisadî düşüncenin tanıtımını ve savunuculuğunu yapıyordu. M. Cavid Bey, Ahmet Şuayp ve Rıza Tevfik’le birlikte çıkardıkları “endividüalist” felsefeye dayanan Ulum-i İktisadiye ve İctimaiyye Mecmuası’nda da liberal ekonomi doğrultusunda yazılar kaleme almıştı. Sonraki süreçte, Sabahattin Bey’in fikirlerinde de, özellikle devlet memuriyetine dönük eleştiriler ve “teşebbüs-i şahsi” kavramıyla karşıladığı girişimci ruha dönük övgüler de, bu silsilenin bir devamı sayılabilir.
Dolayısıyla, Osmanlı ülkesinde ve Cumhuriyet Türkiyesi’nde, liberal iktisadî anlayışın kuramsal düzeyde bilindiği söylenebilir. Fakat, bu bilgilerin ne ölçüde pratiğe döküldüğü soru konusudur. Daha doğrusu, 1838 tarihli antlaşma sonrasında Osmanlı bürokratlarının ya da aydınlarının “serbesti-i ticaret” sayesinde elde edilecek kazancın ne ölçüde gerçekleştiği o gün bugündür tartışılmaktadır. “Serbesti-i ticaret” sayesinde gelirlerde belli bir artışın olduğu söylenebilir, fakat devletin giderleri, bu gelirlerle karşılanamayacak bir hızla artmıştır. İlaveten, ülke sanayisinde, bu “serbesti-i ticaret”in yaratacağı rekabet sayesinde gelişeceği yolundaki tezlerin tam tersi bir durum hasıl oldu. Başka bir deyişle, ülke Avrupa devletlerinin malları için açık pazar haline geldi. Bütün bunlara bağlı olarak da, devlet ilk kez dış borçlanma yoluna gitti.
“Serbesti-i ticaret” taraftarı Osmanlı bürokrat ve aydınlarının konuya yaklaşımlarının son derece “kitabî” kaldığını söylemek sanırım abartı olmaz. Zira bu ticaretten beklenen kazançlara ulaşabilmek için, Osmanlı’yı İngiltere ve diğer Avrupalı ülkelerle aynı seviyede gören bir sunuş söz konusudur. Oysa Osmanlı’nın bu ticarî ilişkinin sürdürülmesindeki belirleyiciliği, ticaret yapılan ülkelerle eş değerde değildi. Bu da, ticarî ilişkilerin tek taraflı ve daima karşı tarafın kazançlı çıkacağı ve çıktığı bir biçim almasında belirleyici olmuştur. Örneğin, Osmanlı gümrük vergileri düşürülmüş iken, benzer bir işlem İngiliz gümrüklerinde sağlanabilmiş değildir.
Gerek Osmanlı’da, gerekse de Cumhuriyet Türkiyesi’nde, dikkati çeken bir diğer özellik de, liberalizmle alakalı tartışmaların ve uygulamaların, büyük ölçüde iktisadî alanla sınırlı kalmış olmasıdır. Kimi liberal iktisadî uygulamalara, siyasal, toplumsal ve felsefî liberal tartışmalar ve uygulamalar eşlik edememiştir. Islahat Fermanı sonrasındaki kimi özgürleştirici uygulamaları, -gerek o dönemde ve gerekse sonraki dönemde sürekli eleştiri alan sansürcü yanı baskın- Kararname-i Âli’nin takip etmesinin sebepleri üzerinde düşünmek Türkiye’de liberalizmin başlangıcına ve sonraki yıllarda kazandığı özelliklere ilişkin belli ipuçları sunacaktır. Meselenin farklı bir boyutuna ilişkin bir başka örnek de Cumhuriyet dönemindeki Serbest Fırka deneyidir. Fırkanın kuruluş süreci ve sonrasındaki gelişmelerden, devletin bu gibi meselelerde nasıl düşündüğüne ilişkin belli sonuçlar çıkarmak mümkün.
Kanaatimce, söz konusu ortak tavrın sebepleri, yine Âli Paşa’nın vasiyetnamesinde bulunabilir. Bu vasiyetnamede, iktisadî hayata ilişkin liberal düzenlemelerin dış politika problemleri ile birlikte ele alındığı açıktır. Dolayısıyla, iktisadî alandaki liberal politikaları Osmanlı ülkesinin politik problemlerinden bağımsız değerlendirmek mümkün değildir.
Teori ile pratik arasında yaşanan çelişkiler, en temelde, Batılılaşma tarihimizin, devletin çöküş süreçlerine denk gelmesinden kaynaklanıyor olsa gerek. Zira, bu dönemde gerçekleştirilen bütün yeniliklerin nihaî amacı, devletin varlığını sürdürmek olmuştur. Bunun doğal sonucu da, iktisadî, sosyal ya da siyasal tüm reformların aynı zamanda, ülkenin geleceğiyle ilgili bir “güvenlik” meselesi olarak algılanması olmuştur. Avrupa devletler hukukuna dahil bir biçimde varlığını sürdürmenin gereği olarak gerçekleştirilen tüm özgürleştirici reformlar, paradoksal şekilde, özgürlükleri sınırlayıcı baskıcı bir idareyi beraberinde getirmiştir.

Paylaş Tavsiye Et