İNSAN’IN maddî dünya yanında hayatın içerisine doğduğu; hayatın ise yine insan tarafından kurulan bir bilgi yumağı olduğu; başka bir deyişle insanın bizatihi bilgi halini aldığı söylenebilir. Tanrı’yı idrakten Evren’i bilmeye, hayata ilişkin en küçük işi görmeye kadar insanın yapıp eylediği her şey, bütün farklı türlerine, dolayısıyla içeriklerine karşın bilgidir. Bu anlamıyla bilgi, insan olmanın mukavvim unsurudur.
Bu gerçeği tespit eden Hocazade, insanî bilginin, en genel muhtevasına bağlı olarak üç ana bölüme ayrılabileceğini söyler: Köken (mebde), son (mead) ve ikisinin arasında-olan’ın (ma-beyne-huma) bilgisi. İnsan’ın hayatına bir değer kazandırması, yaşanılır bir anlam vermesi, ancak ve ancak bu üç bilgi türünün, sahih ve muhkem bir biçimde örgütlenmesiyle mümkündür. Hocazade, değişik bir kavramsallaştırmayla, bu üç bilgi türünü farklı bir biçimde de adlandırır: Kökenin bilgisi, nere-den’in bilgisidir (ilmu min eyne); son’un bilgisi nere-ye’nin bilgisidir (ilmu ila eyne); ikisinin arasında-olan’ın bilgisi ise nere-de’nin bilgisidir (ilmu fi eyne).
Nereden, nerede ve nereye soruları, esasen, “Hangi yerden, hangi yerde ve hangi yere” anlamlarında yer zarfıdır. Bu soruş tarzı, insanın yer sorusunun, en temel sorusu olduğunu gösterir bize; felsefî bir deyişle, varlık sorusu insanın metafizik güvenliğinin ana sorusudur. Üç yer sorusu ve bu sorulara tarih boyunca verilen yanıtlar, ilkece insanın anlam arayışının tarihidir. Gelinen, yaşanılan ve gidilecek olan yer’in bilinmesi, insanın yolculuğunun anlamlı olabilmesi açısından son derece vazgeçilmezdir çünkü.
Bir yerden gelmek, bir yerde bulunmak ve bir yere gitmek, zamanı çizgisel varsayar; bu çizgisellik kişinin hayatını biricik kılar; biricik olan ve bir daha tekrarlanamayan bu hayat, en nihayetinde son bulur. Bu tasvir, bir yerde hayat süren insanın hayatının değerini artırmasının yanında, ona nasıl yaşaması gerektiğini de düşündürtür. Sorumluluk, ahlak, bütün bu yapılar insanın, bulunduğu yerde daha anlamlı bir hayat sürmesini sağlamak içindir.
Hocazade’nin bölümlemesinde, ikisinin arasında olan, yani nere-de’nin bilgisi son derece önemlidir. Her şeyden önce insan, ikisinin arasında bulunan bir canlıdır. Bu nedenle, insan bu-arada-olan’dır. Bu arada olmak, bir yerden gelmeyi, belirli bir arada/aralıkta bulunmayı ve bir yere gitmeyi beraberce içerir. Bu-arada bulunan bir varolan olarak insan, bulunduğu aranın bilgisine sahip olmalıdır. Ara, bütünüyle Evren’dir; bu nedenle insan Evren’in bilgisini edinmelidir.
Ara-yerde olmak, ara-da bulunmak (beyn) bir eksikliktir aynı zamanda. Bu nedenledir ki, yalnızca bulunduğu yeri yani arayı dikkate alan kişi, bu eksikliğin yarattığı bunalımı iliklerine kadar yaşar. Ara, iki şeyin arası olduğundan, bu iki şeyin bilgisi, eksikliğin yarattığı bunalımı da giderir; insana, ara-da metafizik bir güvenlik sağlar. Başka bir deyişle doğum ile ölüm’ün arasında bir şey olarak insan, hem kişi, hem de tür olarak doğmanın ve ölmenin hesabını verdikçe, bilgisine sahip oldukça ikisinin arasında daha anlamlı, dolayısıyla daha güvenli bir hayat sürebilir. Bu nedenledir ki, ara’nın anlamı, arası olduğu iki şeyin anlamına bitişiktir. Çünkü üç yer, esasen, birbirine katışıp tek bir yer oluşturur. Üç yerden herhangi bir yerin sorunlu olması, insanda yersizlik duygusunu yaratır; bu da metafizik güvenlik sorunu demektir.
Köken ve son sorularının, insanın nazarî idrakine bağlı olup olmadıkları fazlaca tartışmalıdır. Bu nedenle insanın kökenine ve sonuna ilişkin sorulara verilen yanıtlar, tarih boyunca çeşitlilik göstermiştir. Doğrusu, bu sorular ne duyuların, ne de duyguların, kısaca, müşahedat ve vicdaniyattan kurulu hissiyatın soruları olamazlar; belki de daha çok idrakin yani aklın sorularıdır. Yine de, bu sorulara yakınî yanıtlar vermek mümkün müdür, sorusu hep bâkî kalacaktır. İnsanlığın tarihi de biraz bu sorulara verilen yanıtların tarihi gibidir. Her şeye karşın denebilir ki, köken ve son sorusuna verilen yanıtlar, insanın buradaki, bu yerdeki varoluşunu belirler. Yukarıda işaret edildiği üzere, insanın hayatına bir anlam vermesi, bu üç yere ilişkin bilgi türünün, sahih ve muhkem bir biçimde örgütlenmesiyle mümkündür.
Kadim felsefe-bilim geleneğinde, köken sorusu Tanrı, son sorusu ise öldükten sonra dirilme (haşr) ile bağlantılı ele alınmıştır. Evren (Tabîiyyât) ise daima, bu iki soruya, yani Tanrı ve dirilmeye getirilen temellendirmeyle ilişkilendirilmiştir. Yine de, nere-de yani bir ara olarak Evren, bir bütün olarak insan bilmesinin konusu kılınmıştır: Kozmolojiden, astronomiye ve fiziğe bütün felsefe-bilim dalları hep bu aranın bilgisini devşirmeye çalışmış; bu araştırmalardan elde edilen bilgiler, diğer iki ucu daha sahih idrak için yorumlanmıştır. Üç boyutlu/yerli kadim felsefe-bilim idraki, ürettiği yine bu üç boyutlu bilgi içerisinde insanın teolojik-metafizik-antropolojik güven içerisinde hayat sürmesini temin etmeye çalışmıştır, çabalaşmıştır.
Nereden, nerede ve nereye sorularının kendisine göre sorulduğu nokta, insandır. Çünkü –den, -de ve –ye sorularını soran, bu sorulara muhatap olan ve yanıt veren, bütün bunları da yine kendisi için yapan insandır. Bu nedenledir ki, “bilgi bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı” denmiştir. Yukarıda dile getirilen, “insanın bizatihi bilgi halini aldığı” ifadesiyle de kastedilen budur. Bu amaçtan uzaklaşan bir bilme eylemi insanın yerine, dolayısıyla bizzat insana zarar vermeye başlayacaktır. Yalnızca aranın bilgisiyle yetinen, diğer iki yerin bilgisini ihmal eden bir bilme eylemi, zamanla insan için durulacak, bulunulacak bir ara bırakmayacaktır; nitekim bırakmamaktadır. Çevrenin tahribi, insanın bulunduğu özel yerin tahribidir; bu tahripten kurtulmak için alınacak insanî tedbir, bilginin tekrar üç yerli hale getirilmesidir.
Kadim felsefe-bilim geleneğimiz, Hocazade örneğinde görüldüğü üzere, sağlıklı bir insanın kemali için, anlamlı bir hayat sürmesi için, nereden, nerede ve nereye sorularına taalluk eden üç yerin bilgisini beraberce dikkate almanın zorunluluğuna işaret etmiş; bu üç yer arasındaki sürekliliği vurgulamış; adeta insan için tek bir yer varsaymıştır. Bunu varsaymakla da kalmamış, bu üç yerin bilgisini de, hissî ve aklî kemal için zorunlu görmüştür. Bu nedenledir ki, İslam ile ilim kelimesi müteradif/eşanlamlı kabul edilebilir. Nitekim başka bir yazımızda dile getirdiğimiz gibi, “Tarihî hafıza’dan İslam kelimesi silinse, onun yerine İlim ikame edilebilir. Çünkü hem imanı, hem İslam’ı, hem de ihsanı mümkün, sahih, müstakim ve muhkem kılan ilimdir”.
Paylaş
Tavsiye Et