Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2005) > Dosya > İmam Hatip Liseleri ve alaturka laiklik: Bir meslek olarak din
Dosya
İmam Hatip Liseleri ve alaturka laiklik: Bir meslek olarak din
Yunus Beyzade Arı
SEKÜLER ve homojen bir ulus inşası projesinin en önemli köşe taşlarından biri olan 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla din eğitimi, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî eğitiminin bir parçası haline gelmiş oldu. O yıl açılan 29 İmam Hatip Okulu, tek partinin hükümferma olduğu 1931-32 yıllarında tümden kapatıldı ve ancak Demokrat Parti iktidarında yeniden açıldı. 1970’ler İmam Hatip Okullarında patlamanın yaşandığı bir dönemdi; fakat bu okulların sayısının ve etkinliğinin en gözle görülür biçimde arttığı dönem 12 Eylül sonrası oldu. 28 Şubat süreci ise, İmam Hatip Okullarının bu artan etkinliğini sonlandırma girişimiydi.
Elbette ki tüm bu dalgalanmaların, yükseliş ve düşüş dönemlerinin iç ve dış konjonktürle organik bir ilişkisi var. İlk açıldığında “din kültürünü bilimsel bir ortamda edinmiş, aydın, toplumu batıl inançtan kurtarabilecek din adamları yetiştirmek” gayesi güdülen okullar, zamanla halkın klasik İslamî ilimler eğitimi veren kurumların yokluğunda sarıldığı dinî eğitim yuvaları hüviyetine büründü. İlk elde hesapta olmayan bu yöneliş, Soğuk Savaş döneminin ideolojik temelli kutuplaşmasında, Yeşil Kuşak projesiyle de örtüştüğü için siyaseten desteklenmiş; 12 Eylül sonrasında da, 1960’lardan itibaren palazlanmakta olan sol eğilimli siyasal hareketlerin önünü alabilmeye ve etkinliğini toplum nezdinde nötralize etmeye dönük toplumsal/siyasal mühendislik projesinin bir enstrümanı olarak kullanılmıştı. Milliyetçi muhafazakâr ideolojinin, radikal solun enternasyonalist ve devrimci söylemine karşı kullanıldığı, Kenan Evren’in bile Kur’an-ı Kerim’e atıflarla konuştuğu bir dönemde İmam Hatipler bu makro projede bir yer tutuyordu.
Fakat 1980’ler boyunca hayatın her alanında yaşanan kapsamlı dönüşüm dalgası sonucunda, ‘merkez’in kendilerine biçtiği gömlek bu okullara dar gelmeye başladı. Daha önce solun kavramları ve ülküleriyle kendisini açımlayan siyasal muhalefete karşı 12 Eylül’le verilen cevap, artık İmam Hatiplerin önemli bir taşıyıcısı olduğu ve kendini İslam’ın değerlerine referansla tanımlayan toplumsal/siyasal harekete karşı verilmeliydi. Eğitim, bu cevabın verileceği en önemli alandı ve İmam Hatipler bu iktidar egzersizinin ve kontrolünün başlıca nesnesiydi. Nitekim tüm ülkeyi çalkalayan tartışmaların ertesinde getirilen 8 yıllık kesintisiz eğitim ve katsayı düzenlemeleri sonrasında İmam Hatip Lisesi öğrencilerinin sayısı yaklaşık 512.000’den 2002-2003 yılında 65.000’e kadar gerilemiş oldu.
Fakat tüm bu jeopolitik kökenli konjonktürel dalgalanmaların ötesinde, son döneme kadar siyasal merkezin İmam Hatiplere yönelik açık ve nispeten olumlu tavrı, bir toplumsal talebin karşılık bulmasına da işaret ediyordu. Son örtülü darbe girişimi döneminde sayıları 600’ü bulan İmam Hatip Liselerinin çoğu, halkın sivil inisiyatifi sonucu kurulmuştu. Aslında bu, Türkiye’de sivil toplum tartışmaları içerisinde değerlendirilmesi gereken önemli bir veri. Nihayetinde devlet okulu olarak eğitim verseler de, bu kurumların kahir ekseriyeti halkın girişimi, maddî katkıları ve kendini örgütleyebilmesiyle hayat bulmuştu. Bunun dışında İmam Hatip Liseleri ‘çevre’nin ‘merkez’e nüfuzunun imkânlarını açan, siyasal sisteme entegrasyonunu sağlayan son derece önemli sosyal mobilizasyon kanalları oldular.
İmam Hatipler aslında özellikle Fransız tecrübesinde kendini açımlayan modernliğe içkin olan katı seküler anlayışa Müslümanca ve anlamlı bir cevap vermek kaygısındaki birçok kişinin hayalini kurduğu kurumlardı: Klasik İslam ilimlerini talim eden, fakat beraberinde modern Batı birikiminin ürettiği tabiata ve insana dair bilimleri de dağarcığına/perspektifine katan bir eğitim programı. Bu iki farklı medeniyetten türeyen, dolayısıyla temel önermeleri, aksiyomları birbirinden farklı ve çoğu kez birbirini nakzeden iki farklı bilim geleneğinin bir eğitim müfredatı içerisinde sunulabilmesi çok özlenen bir adımdı. Bunlar, dinin tarihin çöp sepetine atıldığı şeklindeki kanaatin hâkim olduğu bir dönemde, modernlikle Müslüman kalarak hesaplaşmak isteyen birçok insan için en ideal kurumlardı.    
Eğitim, sekülerliğin en temel kalesiydi. O yüzden Fransa’da devlet okullarında dinî simgelerin ve özelde başörtüsünün takılıp takılamayacağı üzerine tartışma çıktığında, konuyu değerlendirmek üzere Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın isteğiyle kurulan Stasi Komisyonu, hazırladığı raporunda, devlet okullarını cumhuriyetin kendi seküler ideolojisini yaşattığı yegane kurum ve “laisizmin köşe taşı” olarak tanımlamıştı. Okul laik cumhuriyetin mabedi ve kutsalıydı; kamusalıydı. Bizde de Fransız tipi bir laiklik anlayışı devlet aygıtınca uygulamaya konulduğu için eğitim, dini ve ona bağlılıkla ana karakterini kazanmış olan toplumu karşısına alan bir sekülerlik üzerine inşa edildi. İmam Hatipler bu dar ve daraltıcı sistem içinde halkın nefes alabildiği ve belki bu anlamda da sistemin halkın muhalefetini satın alabildiği kurumlar oldular.
İmam Hatipler, resmî olarak içine konuldukları kategorinin rağmına, hiçbir zaman bir mesleğin ya da zanaatın bilgisinin edinildiği bir meslek okulu olarak görülmediler. Bu, hem bu okulları benimseyenler, hem de kabullenemeyenler için geçerliydi. İslam ne zihinlerde ne de toplumsal pratikte, Hıristiyanlığın ürettiği türden kendini Tanrı’yla insanlar arasında konumlandıran bir ruhban sınıfı üretmemişti. İslam bir istihdam kapısı da değildi. O yüzden imamlık ve hatiplik halk nezdinde ve özellikle İmam Hatip çevrelerinde profesyonel bir meslek dalı olarak görülmedi. Fakat İmam Hatip tartışmaları, 1973 tarihli Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 32. maddesinde tanımlandığı şekliyle İmam Hatip Liselerinin, Tevhidi Tedrisat’ın mantığı çerçevesinde “imamlık, hatiplik ve Kur’an kursu öğreticiliği gibi dinî hizmetlerin yerine getirilmesi ile görevli elemanları yetiştirmek üzere, Milli Eğitim Bakanlığınca açılan ortaöğretim sistemi içinde, hem mesleğe hem yüksek öğrenime hazırlayıcı programlar uygulayan öğretim kurumları” olduğu hükmü etrafında dönüyor. Bu, Batı tarihsel tecrübesinin ortaya çıkardığı bir sonucun, o tarihselliğe yabancı bir topluma projeksiyonunun doğurduğu bir algılayış hatasını da beraberinde getiriyor. Dinî eğitim, bir meslek erbabına hasredilmiş bir uzmanlık alanı değil; inanan herkesin karşılaması gereken temel, varoluşsal bir ihtiyaçtır. Alaturka laiklik anlayışı içerisinde din sadece meslekî olarak profesyonelleşecek bir küçük grubun uzmanlık alanı haline getirilerek marjinalize edilmek isteniyor. Böylelikle, dinin sosyal hayattaki merkeziliği ve belirleyiciliği sarsılarak, temel örgütleniş ilkeleri ve meşruiyet kaynağı dindışı alanlara kaydırılmış seküler bir toplum vücuda getirilmesi hedefleniyor.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar