3 EKİM tarihi yaklaştıkça Avrupa Birliği’nde Türkiye ile ilgili tartışmalar giderek artmakta. Bir tarafta “Türkiye’nin üyeliği reddedilsin,” diğer tarafta “onlar sözünü tuttu, sıra bizde” ya da “tam üyelik verilmesin; ama Türkiye Avrupa’ya demirlesin” diyenler… Kısacası Avrupalıları paranoyakça bir korku sarmış durumda. “Türkiye ile müzakerelere başlamak Birliğin sonunu getirir” söylemi etrafında bazen masalsı, bazen de La Fontaine’in fablları tarzında yapılan açıklamalar Avrupalıların içine düştüğü durumu gözler önüne seriyor. Benzer bir hava Türkiye iç siyasetinde de gözleniyor.
17 Aralık’a kadar ev ödevini başarıyla tamamlayan Türkiye’ye 3 Ekim’de tam üyelik müzakerelerinin başlayacağı taahhüt edilmişti. Tarih yaklaştıkça Türkiye aleyhine giderek dozajı artan açıklamalar yapan siyasî liderlerin 3 Ekim’de nasıl bir tavır takınacakları merak konusu. 17 Aralık’ta verilen taahhüdü yerine getirecekler mi, yoksa yeni siyasî “realiteler” öne sürerek erteleme yoluna gitmeyi mi deneyecekler? Oldukça kaygan olan bu zeminde ibrenin yönünü tahmin etmek zor gözüküyor. Avrupalıların siyasî realite olarak öne sürmeyi planladıkları konu Kıbrıs. Zira gelinen son durumda AB’nin Kıbrıs sorunundaki tavrından dolayı içine düştüğü çıkmaz daha da karmaşık bir hale aldı. Bu konudaki hatasını kabul etmeyen Avrupa, içine girdiği çıkmazdan Türkiye’den taviz kopararak kurtulmak istiyor.
Gümrük Birliği Ek Protokolü ve Kıbrıs Deklarasyonu
3 Ekim öncesi Brüksel’in Türkiye stratejisini belirleyeceği iki toplantı önem taşıyor: 31 Ağustos’taki AB üst düzey bürokratları toplantısı ile 1 Eylül’deki Birlik üyesi ülkelerin dışişleri bakanları gayri resmî toplantısı. Bu toplantıların ana gündem maddesini Türkiye ve Türkiye’nin Kıbrıs politikası oluşturuyor.
Ankara’nın 29 Temmuz’da, Gümrük Birliği’ni 2004’te Birliğe tam üye olan 10 yeni ülkeyi kapsayacak biçimde genişletmeyi kabul ettiği ek protokolü imzalamasıyla birlikte yeni bir süreç başladı. Türkiye’nin ek protokolü imzalarken yayınladığı Kıbrıs deklarasyonu, 3 Ekim’e kadar olan sürecin başlıca konusunu teşkil ediyor. Söz konusu deklarasyonda Türkiye açık bir şekilde Gümrük Birliği Ek Protokolü’nde atıfta bulunulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1960’ta kurulan ortaklık cumhuriyeti olmadığını belirtiliyor ve soruna kapsamlı bir çözüm bulununcaya kadar tutumunda herhangi bir değişikliğe gitmeyeceğini vurguluyor.
Türkiye-AB Ortaklık Konseyi, 6 Mart 1995’te Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği’nin yürürlüğe girmesi kararını alırken, Türkiye, Yunanistan’ın vetosunu aşmak için Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB ile tüm ada adına tam üyelik görüşmelerine başlamasına sessiz kalmayı taahhüt ediyordu. Ankara’nın, adada çözüm olmadan GKRY Birliğe tam üye olduğu halde Birlik ile ilişkilerde yaşanacak gerilimi göz önünde bulundurmadan girdiği bu taahhüt, Türkiye’nin ada üzerindeki tüm hak ve yükümlülüklerine halel getirecek nitelikteydi. 29 Temmuz deklarasyonunda 1960 Antlaşmaları’nın hatırlatılması bu nedenle önemli.
Türkiye’nin, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Kıbrıslı Türkleri temsil etmediğini ve onu adadaki tek devlet olarak tanımadığını ilan eden deklarasyonundan sonra Rumlar, Birlik nezdinde diplomatik atağa geçerek Türkiye’den taviz koparma peşine düştüler. Fransa’nın Türkiye konusunda takındığı ikircikli tutum da Rumlara avantaj kazandırıyor.
3 Ekim’de başlayacak Türkiye-AB müzakereleri hakkındaki olumsuz söylemler, Fransa Başbakanı Dominique de Villepin’in 2 Ağustos’ta yaptığı açıklamaların ardından yoğunlaştı. Villepin, Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanımaması halinde, AB ile müzakerelerin düşünülemeyeceğini, bu nedenle de 3 Ekim’de başlaması öngörülen müzakerelerin ertelenebileceğini vurgulamıştı. 18 Eylül’de yapılacak Alman genel seçimlerinin favorisi gözüyle bakılan Hıristiyan Demokratların Lideri Angela Merkel, 25 Ağustos’ta uzun zamandır dillendirdiği Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklık” teklifini içeren bir mektubu 25 AB üyesi lidere gönderdi. Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac da 26 Ağustos’ta, ”Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki tavrını değiştirmemekte ısrar etmesinin Birlik ruhuna aykırı” olduğunu söyledi. 31 Ağustos ve 1 Eylül toplantıları öncesinde yapılan bu açıklamaların arkasında, gündemlerinin çoğunu Türkiye’ye ayıran bu iki toplantıyı etkileme çabaları yatıyor.
Diyarbakır-Lefkoşa-Brüksel Hattında Ankara nerede?
Müzakere günü yaklaştıkça Türkiye’de siyasetin sorunları çözme noktasında şimdiye kadar ne kadar başarısız kaldığı gerçeği daha da belirginleşiyor. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz, 1999’da Diyarbakır gezisi sırasında “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” demişti. Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır gezisi sırasında yaptığı konuşma, o günden bugüne bir arpa boyu yol alındığını gözler önüne serdi. Brüksel’in 17 Aralık’ta verdiği sözü unutarak, 3 Ekim’de yeni bir siyasî realitenin söz konusu olduğunu öne sürmesi ve Türkiye’den GKRY’yi tanımasını istemesi az da olsa bir ihtimal. Avrupa Komisyonu Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn, 9 Ağustos’ta yaptığı konuşmada, “Eğer aldığımız karara sadık kalırsak, müzakerelerin 3 Ekim’de başlatılacağından emin olduğumu söyleyebilirim” diyerek AB liderlerine yeterince güvenmediğini gösterdi. 3 Ekim’e doğru Avrupa çıkmaz sokağa girdiğini fark ediyor ve Türkiye’yi de oraya çekmeye uğraşıyor. Bu durumda Ankara’nın, Brüksel’in salvolarına soğukkanlılıkla cevap vermesi gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et