HERKESİN bir hikayesi var; bazıları başarı, bazıları ise başarısızlık hikayesi... Ayrıca kimileri iyi, kimileri de kötü hikaye anlatır. İyi hikayeler inandırıcıdır. İç tutarlılığa sahiptir. Açıklayıcı güçleri yüksektir. Test edilebilir ya da edilmiştir. Türkiye’nin de son yıllarda birden çok hikayesi var. Anlatana göre de, dinleyene göre de değişiyor. Bu hikayelerin bir çoğu şimdilik birer başarı hikayesi. Bu başarının ardında son beş yılda sürekli büyüyen bir ekonomi var. Ortalama %7’nin üzerinde büyüyen bir ekonomi…
Bizim hikayemizin üç ayağı bulunuyor: Bunlardan en önemlisi, yakalanan siyasi ve ekonomik istikrar ortamı. Tek parti iktidarı, 90’lı yılların istikrarsız koalisyon hükümetlerinin birçok belirsizliğini ortadan kaldırdı. Öngörülebilir bir gelecek yaratarak yatırım ortamını iyileştirdi. Uygulanan yapısal reformlar ve ekonomi politikaları bu desteği daha da artırdı. Özellikle kamu maliyesinde sağlanan disiplin başarının anahtarı oldu. Toplam kamu net borç stokunun milli gelire oranı %90’lardan 2006’da %45’lere düştü. Enflasyon tek haneleri yakaladı. Dış ticaret arttı. Daha da önemlisi yüksek ekonomik performansta verimlilik artışları önemli bir rol oynadı. Bu artışlar, Türkiye’nin potansiyel büyüme oranını daha yüksek bir seviyeye taşıdı. Yakından bakıldığında denilebilir ki, Türkiye birçok açıdan yapması gerekeni yaptı. Yapmaya çalıştığı normalleşmekten başka bir şey değildi. Anormalleşen, sürdürülemeyen ekonomik yapısını rayına oturtmaya çalıştı. Makro göstergelerin çoğu bu normalleşmenin ipuçlarını taşıyor.
Hikayenin ikinci ayağını AB ve IMF çıpaları oluşturuyor. Hedef ve araçlar konusunda netliğin sağlanmasında bu iki çıpanın önemli katkıları oldu. IMF’nin öne sürdüğü yapısal reformlar ve başta faiz dışı fazla olmak üzere ekonomik programın koşullarının yerine getirilmesi hükümete olan güveni artırdı. AB’ye üyelik sürecinin sağladığı vizyon, geleceğe dönük beklentileri pozitife çevirdi. 2006’da 19 milyar doları geçen doğrudan yabancı sermaye, bu güvenin bir işaretidir. AB’ye yakınsama süreci ekonomi dışı alanda da Türkiye’nin vizyonunu güçlendirdi; uzun fakat ince bir yol haritası sundu. Ekonomideki normalleşmenin yanı sıra diğer alanlarda da daha aktif bir Türkiye imajı, ülkenin kredibilitesini artırdı.
Türkiye’nin başarı hikayesinin son ayağında olumlu uluslararası ekonomik konjonktür bulunuyor. Uluslararası finansal piyasaların 2000’li yıllarda yaşadığı likidite bolluğu Türkiye dâhil birçok ülkenin küresel sermayeye erişimini kolaylaştırdı. Bu kolaylık sadece devletler için değil, özel sektör için de söz konusu oldu. Likidite bolluğu bir taraftan küresel faiz oranlarının düşmesine neden olurken diğer taraftan da uluslararası yatırımcıların Türkiye gibi görece yüksek getiri sunan piyasalara yönelmesini sağladı. Bu çerçevede Türkiye’nin finansal piyasalarında yabancı yatırımcıların rolü ve önemi arttı. Para ve sermaye piyasalarında bu etkinin sonuçlarını görmek mümkün. Zira borsamızın %70’i, tahvil ve bono piyasamızın %13’ü teknik tabiriyle “yurtdışı yerleşiklerin” elinde bulunuyor. Bu sürecin önemli bir sonucu, yurtiçi piyasaların küresel sermayeye eklemlenmesiydi. Başka bir deyişle, başta ABD olmak üzere yurtdışı piyasalardaki gelişmeler yurtiçi para ve sermaye piyasalarında belirleyici bir konuma geçti.
Bu hikayenin farklı versiyonları bu üç unsura verilen farklı rollerden kaynaklanıyor. Bazıları için dış konjonktür yani likidite bolluğu ön plana çıkıyor. Bazıları içinse IMF-AB çıpası daha önemli. Hikayeyi, anlatana ve muhatabına göre değiştiren unsurlar bunlar. Kanaatimizce bir başarı ya da başarısızlık hikayesi varsa bu hikayenin aslan payı iktidarındır. Bir ülke 4-5 yıldır dünya ortalamasının hayli üzerinde bir büyüme ve istikrar sağlayabilmişse bu, izlenilen politikalardan kaynaklanıyor demektir. Sonuçta ülkeleri birbirinden farklılaştıran en önemli unsur izlenilen siyasi ve ekonomik politikalardır.
Bu başarı hikayesi aynı zamanda güzel bir hikayedir. Tutarlılığa ve inandırıcılığa sahiptir. Yurtdışında çokça kullanılan ve hatta yatırımcılara pazarlanan hikaye de budur. Hikayemiz zaman zaman test de ediliyor. 2006’nın Mayıs-Haziran aylarında geçirdiğimiz test, bunlardan biri idi. Bu test, hikayemizin üçüncü ayağı olan yurtdışı gelişmelerin ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Ekonomi, özellikle enflasyon yönünden, beklenmedik bir darbe aldı. Daha yüksek faiz oranları ciddi bir maliyet unsuru oldu. Buna rağmen Türkiye ekonomisi eskisine kıyasla çok daha dayanıklı olduğunu gösterdi. Darbeye rağmen toparlanmayı başardı.
Hikayemizin ikinci ayağı da geçtiğimiz günlerde test edildi. Bu, dolaylı da olsa AB çıpasının bir testi sayılır. Cumhurbaşkanlığı seçimleri başta olmak üzere siyasi risk unsurları özellikle yerli yatırımcılar tarafından endişeyle izleniyordu. Ancak, yurtdışı yatırımcıların küresel iyimserliği piyasadaki ağırlıklarıyla birleşince yerli yatırımcıların kötümserliğine üstün geldiği için, faiz ve döviz cephesinde durgun bir seyir gözleniyordu. Ta ki 27 Nisan tarihine kadar. Genelkurmay Başkanlığı’nın yayımladığı bildirinin ardından 30 Nisan itibariyle faizler yaklaşık 100 baz puan yükseldi. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına adaylığının ardından değer kazanan YTL, %3 oranında değer kaybetti. İMKB %4 düşüşle günü kapadı. Uluslararası derecelendirme kuruluşu Fitch, 10 Mayıs tarihinde Türkiye’nin görünümünü siyasi riskler nedeniyle ‘pozitif”ten ‘durağan’a çevirdi ve ülkedeki siyasi negatif şokların kredi notunun görünümünü gölgelediğini açıkladı. Ancak, iktidarın erken seçim kararı alması ve dik duruşu, dış konjonktürün olumlu seyretmesi, Merkez Bankası’nın temkinli tavrı ve yatırımcıların olası risk ve dövizdeki değişikliklere karşı önceden koruma satın almış olması darbenin etkisini şimdilik zayıflattı. Buna rağmen kafalarda çok sayıda soru işareti de oluştu.
Yabancı yatırımcıların raporlarında yazılan ifadeler Türkiye’yle ilgili ciddi şüphelerin oluştuğunu gösteriyor. Bu raporlar 27 Nisan’ı “alacakaranlık kuşağı” veya son 10 yılın en sert askerî açıklaması şeklinde değerlendirdiler. Buradan çıkan sonuç, Türkiye’nin kısa vadeli görünümü ve kurumsal kredibilitesinin ciddi hasar gördüğüdür. Zihinlerde, “belki de Türkiye umut edildiği kadar değişmedi” düşüncesi canlandı. Kimse siyasi riskin bu kadarını beklemiyordu. Son gelişmeler Türkiye’nin AB üyeliğini baltalayan bir müdahale olarak algılandı.
AB çıpasının içeriden yediği bu darbe önümüzdeki günlerde dışarıdan gelenlerle birleştiğinde hikayemizin önemli bir ayağını riske atmış olacağız. Bu durumda yeni bir hikaye yazmamız ve bu hikayede de siyasi ve toplumsal uzlaşma ayağının ön plana çıkması gerekiyor. Bu bizim hikayemizi hem daha gerçekçi hem de daha güçlü kılacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et