I
EVLERİN tarihi aynı zamanda sosyal hayatın da tarihi. İlk insandan bu yana evlerin geçirdiği evrime odaklanan antropologlar, onların bir kale gibi korunaklı şekilde inşa edilmesinden evvel, kadınların daha hür olduğu tezini ısrarla savunuyor. Şehir hayatı ile kır hayatı kadın üzerinden mukayese edildiğinde, evlerin bir sosyal statü aracından ziyade korunma hizmeti verdiği köy hayatında, kadınların daha hür olduğu tespitini öne çıkarıyor antropologlar.
Ev, insanın hem diğer insanlarla, hem de tabiat ile arasına koyduğu bir mesafe. Başın üzerinde bir dam yok iken, rüzgarın ve yağmurun davetsiz misafir hükmünde her an insanla birlikte olmasına karşın, ev’in inşa edilmesiyle birlikte istenmeyenler dışarıda tutulmuş olur. Ev, sosyal mesafenin başlangıcı.
Koruyucu bir yapı olarak ev, tabiatla ve diğer insanlarla araya konan mesafe iken; evin mimarisi, içinin dekorasyonu bu defa eve girenler ile evin sahibi arasındaki mesafeyi korumak üzere düzenlenir. Düzenlemenin ekonomik boyutu yükseldikçe, ev sahibi, misafirlerine evine girmiş olsalar bile kendi dünyasına ait olmadıkları ve evine girmeden önceki mesafeyi aynen korumaları gerektiği ihtarını yapmış olur. Bir başka deyişle fizikî yakınlık, yerini ekonomik uzaklığa terk etmiş olur.
Şatafat ve gösteriş, insanların diğer insanlarla arasına en tehlikeli mesafeyi koyduğu için haramdır. Ancak şatafat ve gösterişin onca yasaklanmasına rağmen, çöküntü döneminin en bariz özelliği evlere yapılan israfta kendini gösterir. Çünkü çöküntü dönemini en iyi sembolize eden şey, insanların, ‘olmak’tan vazgeçerek ‘fark edilme’ye yaptıkları vurguda ortaya çıkar.
Fark edilmek için, gösteriş gömleklerinin eşyadan başlayıp insan bedenine kadar hüküm süren istilasında, insan insandan uzaklaşmamalı mıdır? Uzaklaşma talebinde bulunan kişi, insan ile birlikte dünyanın diğer nimetlerine de uzak durarak, sadece yaratıcısına yakın olmak gayesiyle inzivaya çekilmiş ise, bu, bizzat din tarafından onaylanmış bir mesafedir. Fakat uzaklık, dünyanın nimetlerinden kopmadan insandan kopmak üzere oluşturulmuşsa bu, kişinin enaniyetini besleyici bir durum olduğu için onaylanmaz. Etrafıyla ilişkisini, ulaşılmaz mesafeler eşliğinde düzenlemeye kalkan kişi, diğer insanların kendisine hatırlatacağı her türlü faniliğe de set çekmiş olduğunu düşünür.
Mesafeyi bazı insanlar için yakın, bazıları için alabildiğince uzak olarak belirlemeye kalkan kibir, bütün dinlerin reddettiği bir davranış şeklidir. Kibrin sahibi, kendisini her türlü ortamda diğer insanlardan üstün bir noktada konumlandırır. Bedenini, mevkiini, evini ve eşyalarını, belirlemiş olduğu o yükseklikte durmak ve o yükseklikten diğer insanlara hükmetmek için kullanır.
Tarımcı toplumlarda mesafe, ağa konumundaki kişinin yedirdiği, içirdiği, kapısında çalıştırdığı insanların miktarı ile ölçülür; ağanın evi adeta uğrak yeridir. Modern zamanlarda sosyal mesafe, eşya ve paraya bağlı bir konum almıştır. Modern ekonominin can damarı olan tüketim eğiliminin ayakta durabilmesi, gösteriş ve şaşaanın kabul görmesine bağlıdır. Gösteriş, aslında sahip olunmayan/olunması gerekmeyen bir şeye sahip olunduğuna başkalarını inandırmaya yönelik bir durumdur.
Kişilerin gösteriş eğilimleri olduğu gibi devletlerin de gösteriş tutkuları vardır. Özellikle ihtilal sonrası yeni yapılanma dönemlerinde, halka, devletin ne kadar güçlü olduğu konusunda bir güven vermek için havaalanı, gösterişli devlet binaları gibi yatırımlara önem verilir. Modernleşme teorileri arasında sembolik modernleşme olarak adlandırılan bu yöntem, halkı, yeni bir istikbalin ne kadar parlak olduğu konusunda ikna eder. ABD’de Abraham Lincoln ile gösterişli havaalanı ve devlet binaları yapılarak yürütülen sembolik modernleşme, Sovyetler Birliği’nde de Stalin tarafından uygulanmış; insanı adeta ezip geçen irilikteki yollar ve mimarî ile, ferdin devletine güvenmesi kadar, devlet karşısında bir hiç olduğuna inanması da amaçlanmıştır.
Sembolik modernleşme, Türkiye’de Demokrat Parti ile yaşanmış; merkeze ulaşamayan kırsal kesimin kendisini aynîleştirmesi için, onu Ankara’ya ulaştıracağını vaat eden geniş yollar yapılmıştır. Modern Türkiye’nin taşıyıcı gücü, kırsal kesim için, uzanıp giden, ucu bucağı görülmeyen yollardır. Şehirli için ise yeni hayat, müstakil evlerden çıkılıp gidilen apartman daireleridir. Alafranga hayata talip olanlar için, eski tarz evler kaçıp kurtulunması gereken hapishanelerdir.
II
Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü adlı romanında, asrî hayat ile buluşmanın engeli olarak Baba Ali Rıza Bey’in ahlak endişeleri kadar asrî hayata uymayan fakir aile ocağı da görülür. Kızlarının koca bulmak için evde her türlü eğlenceyi düzenlemelerine izin veren Ali Rıza Bey, yine de kendini kızlarının şikayetlerinden kurtaramaz. İki güne bir evlerinde parti düzenleyen Leyla ve Necla, babalarına “Ne hakla kendilerini eve kapattığının” hesabını sorar.
Ali Rıza Bey ile çocuklarının arasında vuku bulan çatışmayı yazar, “ev delik bir gemi gibi günden güne batıyordu” metaforuyla verir. Nitekim sonunda evli bir avukat ile metres hayatı yaşamaya başlayan Leyla kendisine hesap soran babasına, “Lanet olsun senin evine!” diyerek, reddettiği hayat tarzını, ev vurgusuyla dile getirir.
Romanın sonunda “delik bir gemi gibi su alan Ali Rıza Bey’in evi” savunduğu ahlakî ilkeler ile birlikte batar. Artık Ali Rıza Bey, hiç tasvip etmediği bir hayatın içinde, Leyla’nın apartman dairesinde yaşamaya başlar.
Apartman dairesinde yaşamaya başlamak geçmişin her türlü “yükünden” kurtulmak manasını taşıdı modernleşme mitine sıkı sıkı yapışanlar için. Yaprak Dökümü’nün yayınlanış tarihi 1930. Apartman daireleri yetmiş yılda statü sembolü olma özelliğini kaybetti. Şehrin merkezinde, herkesin ortasında, her türlü toplu taşıma araçlarıyla ulaşılabilen apartman daireleri alt, orta sınıf vatandaşların barınağı artık. “Halk denize hücum etti, vatandaş denize giremiyor” şikayeti apartmanlar için de söz konusu. 1990’lardan itibaren şehirden kopan yeni zenginler hayat tarzı bakımından “uyum içinde” olunacağı hesap edilen “satın alınan komşularla” uydu kentlere taşınma modasını başlattı. “Kendin ol” sloganı, “kendin gibi olanlarla ol” anlayışını doğurdu. Kendin gibi; yani aynı hayat standardına, aynı tüketim kalıplarına sahip insanlar arasında ol.
III
Postmodern dünyada evin sosyal mesafe olma özelliği fizikî ve ekonomik güç olarak yeniden düzenleniyor. Yeniler geldikçe “eskiler” daha uzaklara kaçıyor. Bir yerde doğup büyümek, bir yerin öteden beri sakini olmak pek de muteber değil artık.
Merkezden olabildiğince uzakta inşa edilen “hijyenik” evlerle, “ev alma komşu al” sözünün muhtevası, derinlikten ziyade yatay ilişkilerle belirleniyor. “Yeni zenginler”, kendileri kadar zenginleşememiş eski muhitlerinden uzaklaşırken, aynı zamanda ekonomik gelir paydasında eşitlendikleri “yeni dostları”nı, evin tapusuyla birlikte edinmiş oluyorlar.
Paylaş
Tavsiye Et