ÇOCUĞU için telaşlanmayı hayatının biricik meşguliyeti haline getirmiş olan anne, sesinde çelimsiz bir kuşun ürkekliğiyle soruyor: “Bugüne kadar ona hep insanlara iyi davranmayı bir erdem olarak öğrettik. Görüyorum ki bu bilgi onu hayatta geri düşürüyor, daha fazla ezilmesine yol açıyor. Yanlış mı yaptık?” Psikiyatri uzmanı bir meslektaşımla St. Exupery’nin kitap ve özlü sözlerinden konuşuyoruz. “Bütün kitaplarını döne döne okudum” diyor, “Ama ondan aldığım düsturlar beni hayat karşısında savunmasız bıraktı”. Katı olan her şey buharlaşıyor. Yırtıcılığın, hodbinliğin, bencilliğin öne çıktığı ve bildik erdemlerin değer kaybına uğradığı bir gösteri çağında yaşıyoruz. Zamanımızın gözetim toplumu seyretmeye ve seyredilmeye her şeyden çok önem veriyor. Yeni yetmeler, ergenler, hayatı sanki karşılarında ‘hayalî izleyiciler’ varmış gibi yaşar; dışarıdaki dünya tarafından sürekli izlendiklerini düşünürler. İmgenin arsız saltanatı artık bütün bir toplumu böyle yaşamaya zorluyor. Herkesin gösterecek ve görünecek bir şeyi var: Kimileri bedenleriyle, ilişkileriyle, sahip olduklarıyla; kimileri de sahip olamadıklarıyla, yani acılarıyla, yoksulluklarıyla, şaşkınlıklarıyla ekrandalar.
Kapitalizm önce arzuyu üretiyor, sonra sattığı mallarla onu doyuruyor. Şehirlerde katedral ve caminin merkezî yerini artık ticaret kuleleri aldı; şehre yaklaşanlar mabetlerin gölgesiyle değil, paranın kibriyle selamlaşıyor önce. Modern kültür gençliğe, genç tarzı hayat kalıplarına vurgu yapıyor. Yaş ve yaşın getirdiği bilgelik artık geçer akçe değil. Bütün bir toplum çocuksulaşma eğiliminde; eğlence programlarının karşısında göbek atıyor, ergenlerin tüketim kalıplarını benimsiyor ve onlar gibi ben-merkezci yaşamaya başlıyor. “Bana! Önce bana! Sadece bana! Hep bana!” diyen ve dünyanın sadece kendi çevresinde döndüğünü düşünen, büyümemiş, ıstırapla sınanmamış, ağrı ve acıyı görünce hayalet görmüş gibi kaçan bir kuşak dünyayı istila ediyor. İnternet ve mobil telefonlar gibi hız ve akışkanlık sağlayan, bunun ötesinde fiziksel dünyanın sınırlamalarını kaldıran yeni teknolojik dinamikler toplumu adeta yeniden biçimlendiriyor. Kişisel mekânımız daralıyor (bir telefonun ne zaman çalacağını kim bilebilir!), yarattıkları müptelalık ve sundukları eğlence seçenekleriyle de zamana tasarrufumuz azalıyor. Bir önceki kuşağa hayatın anlamıyla ilgili sorular sordurtan deneyim ve yaşantılar bu yeni gençlik kültü içinde değer kaybediyor. Geçmişin ve geleceğin önemi yok; artık sadece burada ve bu anda yaşıyoruz. Niçin istediğimiz değil, ne istediğimiz önemli ve bunun hemen yerine getirilmesi gerek; yoksa sıkıntıdan patlarız. Beynimiz çoktan bilgisayar oyunlarının hızına ayarlı; hayat ve insanlar daha hızlı akmalı, her şey hızla zaplanabilir bir akışkanlıkta olmalı, sûretler hızla değişmeli. Çabuk tatmine ayarlı yeni kuşak, hayatı fast-food tarzında tüketiyor. Belleği dikkate almayan, bilgiden ve bilgelikten mahrum bir ergen kültürü, bütün bir toplumu inhisarına alıyor. “Tek hakikat hazdır” diyor bu yeni gençlik kültürü ve “hiçbir şey için beklemeye değmez, hiçbir şeye katlanmaya değmez.”
Erich Fromm “her toplum ihtiyaç duyduğu karakteri üretir” demişti. Savaş sonrası kapitalizmi de nevrotik karakterini üretmişti; kendi sahici duygularına ve hakikate yabancılaşarak pazar ekonomisine uyum sağlayan bir tür. Bu pazarlama karakteri için her şey mala dönüştürülebilirdi; sadece eşya değil, kişinin bizatihi kendisi de -becerileri, duyguları, bilgisi, enerjisi, hatta gülümsemesiyle- bir mal haline getirilebilirdi. Bu insanlardan içten bir ilgi beklemek safdillik olurdu; çünkü bencillerdi ve gerek kendi aralarında, gerekse başkalarıyla kurdukları ilişki çok sığdı. Küresel kapitalizm bu pazarlama karakterlerine ihtiyaç duyuyor ve onları üretiyor. Bir ‘bencillik çağı’nda yaşıyoruz; doğruluk ve meşruiyeti, kabul görmüş ahlâk kaideleri değil, ihtiyaçlarımızın şiddeti belirliyor. “Bir şeyi ben çok istiyorsam, o olmalıdır ve doğrudur” diyoruz. ‘Benlik kültü’nü kutsayan ve başarıyı sadece maddi ifadeler içinde anlamlandıran bir ticarî ahlâk, insanı önceleyen bir ahlâkla kıyaslandığında daha az sevgi üretiyor. İnsanlar arasında dayanışmayı çoğaltmak, kapitalizmin yapması gerekenler arasında anılmıyor. Kameranın modern hakimiyeti ve imgenin dile göre daha önemli sayılması, şeylerin anlamından çok görünüşüne dikkat etmemize yol açıyor. Görüntü ve imge, özün önüne geçiyor. Narsisistik kişilik bozukluğunun temel tanı ölçütlerinden birisi olan, başka insanları kendi çıkarları için istismar etme davranışı, günümüz toplumunda kınanmak bir yana, övülüyor. Ekonomik sistemin özünde, başka insanları bir ürünü almaya ikna eden kişileri ödüllendirmek yatıyor. Şirketlerin dünyasında başarmak; sadakat, adanmışlık, bütünlük ve samimiyet gibi değerlerden daha önemli hale geliyor. Narsisizm, ‘modern zamanların Protestan etiği’ olarak küresel yaygınlık kazanıyor. Elektronik medya yüzeysel imgelere yaslanıyor; öz ve derinlik yok sayılıyor. Batı ülkelerinde bugün yaşlıların %80’i çocuklarından ayrı yaşıyor; oysa bu oran, yüzyıl önce %25’ti. Ölümden, yaşlılıktan, hastalıktan, acıdan tiksinen ve hep genç, güzel, her an hareket halinde olmak isteyen bir narsisistik insan tipi, küresel rüzgarlarla, metastaz yapan kanserli doku misali, dünyaya yayılıyor. Böylece merhamet, dayanışma ve erdem hayatlarımızdan çekiliyor. Güvenli bir sığınak olan ailenin çözülmesi, anne babanın işyerlerinde geçirdikleri uzun ve yorucu saatlerden sonra çocuklarına yeterli düzeyde eşduyum gösterememeleri, geleneksel toplumun ve siyasî ideallerin yetersizliği, politika ve edebiyattaki şüpheciliğin artması gibi bir dizi durum narsisistik kişilik bozukluğunun artan yaygınlığı ile ilişkilendiriliyor. Bu kişiliğin başat özelliklerinden haset duygusu, modern reklamcılığın marifetiyle azgın bir ejderhaya dönüşüyor. Rekabet kültüründe, “ötekinin mutluluğu benim mutsuzluğum, ötekinin başarısı benim başarısızlığım” oluyor.
Narsisistik kişiliğin temel özelliklerinden birisi eşduyum yeteneği gösteremiyor oluşu; karşısındakinin duygularını anlamakta ve yorumlamakta gösterdiği yoksunluk. Yalnızca kendisi için yaşayan, diğerlerine sadece kendisini yüceltsin ve övsünler diye değer veren, istediğini aldıktan sonra bir kâğıt mendil gibi onları atan, cinselliği aşksız ve nezaketsiz, ilişkileri sığ, sevebilmekten âciz bir kişilik; zamanımızın bir kahramanı. Yaşadığımız çağda bu tarz bir kişiliğin uyum gücü yüksek; zira kendisini göstermek için iş hayatında çok başarılı olmak ister ve olur da. Gösteri dünyasına bakın; kendilerine yönelmiş kameralarla sarhoş olmuş, “ufak dağları ben yarattım” havasında, ürettiği en küçük bir değer olmayan, çok sayıda besleme narsisistle karşılaşacaksınız. Yahut şirketler dünyasının lider profiline, siyasete, spor dünyasına bakın. Mahremiyet, yerini laubaliliğe; aşk, yerini duygusuz cinselliğe bırakıyor. Narsisistik klon bütün dünyaya yayılırken, biz de hakkın gücüne değil, gücün hakkına inanmaya başlıyoruz. Ruhları ele geçiren bir istila karşısındayız ve elimizde savaşmak için kadim insanlık değerlerinden başka bir silah yok. Kibre karşı tevazu, sığlığa karşı derinlik, bencilliğe karşı diğerkâmlık, hasede karşı dayanışma, hıza karşı yavaşlık, yalnızlığa karşı yârenlik, som akla karşı gönül… Bir toplumda gönlün şarkılarını söyleyenler varsa, narsisizm hastalığı burçları aşıp orada otağ kuramaz. “Tarab benim, ben tarabım” diyor büyük şair; iş, mutribin sesini duyacak kulak olmakta!
Paylaş
Tavsiye Et