Türkiye’de demokrasi bir varoluş krizi içinde. “Tümüyle yok” diyemiyoruz, çünkü az çok somutlaşmış bir kurumsal yapı var. Muhtardan başbakana kadar birçok yöneticimizi kendimiz seçiyoruz. (Kimbilir, belki cumhur reisimizi de bizzat seçeceğimiz günler gelecek!)
“Özde demokrasi” birbirini tamamlayan üç kuvvetin özerk varlığından oluşur: Yasama, yürütme ve yargı. Yasama ve yargıyı, yürütmenin aracı haline getirirseniz, buradan despotik monarşiler, sözde halka dayalı diktatörlükler, özgürlükleri yok eden otoriter rejimler çıkar. Bu tür rejimler eskiden olduğu gibi bugünkü dünyada da az değil. Bu satırları yazdığımız gün Suriye halkı sandığa gidiyor ve (eminiz ki) %100’lük çoğunlukla Beşar Esad’ı yeniden yürütmenin (pratikte yasama ve yargının da) başına getiriyordu!
Türkiye birçok alanda olduğu gibi bu alanda da özgün bir istisna: Bizim ülkemizde yürütmenin eli kolu bağlanıyor. Ahmet Okumuş, yargının bu alandaki gücüne dikkat çekerken, “Anayasal yargı alanının genişlemesi, derinliksiz bir siyaset tarzını besler” diyor.
Mustafa Şentop’a göre, Türkiye “yasama ve yürütmenin yetkilerinin sınırlandırıldığı bir yargıçlar iktidarına” götürülüyor. Bu yöneliş her şeyden önce Anayasa’ya aykırıdır. Anayasa mahkemeleri hukuk kuralı koymaz, sadece konulmuş kuralların Anayasa’ya uygunluğunu denetlerler.
Serap Yazıcı ise demokrasinin temel amacının “devlet-birey ilişkisinde, doğası gereği daha üstün konumda olan devlet otoritesini sınırlamak, bu otoritenin kullanımını keyfilikten uzaklaştırmak, bireye geniş haklar sunarak bunları anayasal güvencelerle güçlendirmek” olduğunu belirtiyor. Bu bağlamda, “Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanlığı seçiminde toplantı yeter sayısının, üye tam sayısının üçte ikisi olması yolundaki kararı, seçimleri parlamentodaki üçte birlik azınlığın vetosuna mahkum ederek neredeyse imkansızlaştırıyor.”
Yargıçlar cumhuriyeti, yaşamayı imkansızlaştırıyor!
Paylaş
Tavsiye Et