TÜRKİYE siyaseti üzerine kafa yoran arkadaşlarımın çoğu son hadiselerin ardından Schmitt’çi bir perspektifin Türk siyasi hayatını anlamak ve etkilemekte tek geçer akçe olduğunu düşünmeye başladı. Gerçekten de Türkiye’de siyasi sistem kendini hukuk devleti olmaklığıyla meşrulaştırma konusunda bir hayli özenli ve ısrarlı olsa da siyasi hayat Schmitt’çi istisnailiklerin ötesine hiçbir zaman geçemeyecek, dost-düşman ayrımı siyasalın nihai parametresi olarak kalacak, Trasimakos Eflatun’a alaycı bakışlar atmayı sürdürecek türünden kinik bir hissiyat her yanı kaplıyor. Bir hukuk devleti böylesi bir kinizmi nasıl olur da rahminde büyütür, incelemeye değer.
Hukuk Devletinde Meşruiyet Katmanları
Toplum hayatının yasa adı verilen bir dizi ilke uyarınca belirli bir nizama bağlanması çok eski devirlerden bu yana devletli toplumların aşina oldukları bir durum. Kadim adalet dairesinde buyurulduğu üzere; “cihan bir bağ imiş dîvârı devlet, devletin nazımı şeraittir.” Yasa, devletin nazımı, düzenin mantığıdır. Zor araçlarının giderek merkezileştiği, meşru güç kullanımının resmî tekele alındığı modern devletlerde ise yasanın düzen kurucu karakteri yeni biçimler almıştır. Modern devlet bir yandan genel ve soyut yasaların titiz bir biçimde sistemleştirildiği kodifikasyon süreçlerinin ürünü iken, diğer taraftan erken modern dönemde zirve yapan hikmet-i hükümet pratiklerini tevarüs etmiştir. Son birkaç yüzyılın siyasi süreçlerinin semeresi olan hukuk devleti, yasa fikri ile hikmet-i hükümet anlayışının dinmez çekişmesinin bağrında şekillenmiştir.
Özellikle liberal gelenek içinde anlam kazanan hukuk devleti fikri, devlet erkini sınırlamak ve keyfî güç kullanımını bertaraf etmek üzere devlet teşkilatında belirli şekil ve içerik şartları gözetir. Anayasa, kuvvetler ayrılığı, hukukun egemenliği ve yargı bağımsızlığı gibi ilkeler hukuk devletinin şekil şartları iken, özgürlük, insan onuru ve hakları gibi idealler de hukuk devletinin aradığı içerik şartları olarak önem kazanmıştır. Bu çerçevede hukuk devleti hukuk marifetiyle hak ve özgürlüklere emniyet sağlayan devlettir. Fakat hemen bu noktada hukuk devletinin paradoksal karakteri kendini ele verir. Zira Anayasa devletin esas teşkilatına (teşkilat-ı esasi) ruhunu üflerken, devleti sınırlar; ama aynı zamanda meşru güç tekelini de ona verir. Anayasal olarak sınırlanan devlet ve onun erkleri meşruiyet ve kudretini de yine Anayasa’dan alır. Öyleyse hukuk devleti iki yönlü işlemeye açık ve müsait bir siyasi kurumsallaşmadır. Bu iki yönlü işleyebilme potansiyeli hukuk devletinin temel meselesini ifşa eder: Anayasa’nın demokratik meşruiyet temeli.
Hukuk devleti ve anayasaların meşruiyeti söz konusu olunca iki temel kaynağa müracaat edilir: İnsan hakları ve halk egemenliği. İnsan haklarını dillendiren belgeler ile yazılı Anayasa geleneğinin aynı dönemlerde ortaya çıkması insan hakları ile anayasal meşruiyet arasındaki irtibatın tarihî vesikası olarak okunabilir. Anayasaların, fertleri iktidarın keyfî uygulamalarından korurken temel referans noktası insan haklarıdır. Bu durum insan haklarını bir yandan pozitif hukukun bir parçası kılıp şu ya da bu ölçüde formel-kurumsal hukukun içeriğine katarken bir yandan da insan haklarına pozitif hukukun üstünde bir işaret feneri, bir yol gösterici konumu verir. Fakat tam da insan haklarının hukukileştirilmesi ve cari hukuka dâhil edilmesi gibi bir süreç, akla anayasaların diğer bir meşruiyet ilkesi olan halk egemenliğini getirmelidir. Zira halk, hukukun yalnızca nesnesi değil öznesi, muhatabı değil müellifi olduğu oranda demokratik hukuk devletinden bahsedebiliyoruz. Modern demokratik devletlerde insan hakları da dâhil olmak üzere siyasi-toplumsal hayata normatif istikametini veren tüm nihai referans noktaları, ancak ve ancak halk ve halkın temsilcileri tarafından hukukileştirilebildikleri, cari ya da pozitif hukukun muhtevası haline getirilebildikleri oranda siyasi anlamda işlevselleşirler. Bu nedenle hukuk devletinin temel amaçlarından biri insan hakları ile halk egemenliği, ferdin hukuku ile kamunun/halkın hâkimiyeti arasında kurulması gereken ahenktir.
Anayasa Yargısı ve Egemen Kamuflaj
Türkiye’de yaşananlar hukuk devleti söz konusu olduğunda meselenin sadece insan hakları ile halk egemenliği, ya da siyaset kuramının meşhur ayrımına atıfla söylersek, modernlerin özgürlüğü ile kadimin özgürlüğü arasında bir bağdaşma meselesi olmadığını gösteriyor. Türkiye’de hukuki gerilimin odağına giderek halk egemenliği ile Anayasa yargısı yerleşiyor. Problem, Anayasa yargısı ile parlamentonun sistem içindeki nispi konumları ile ilgili. Esasen Anayasa yargısı hukuk devleti fikrinin zorunlu bir unsuru değildir. Hukukun üstünlüğünü kurma ve korumada Anayasa yargısı araçlardan yalnızca bir tanesidir ve sıklıkla hukuk devletinin diğer yapısal unsurlarıyla, özellikle de kuvvetler ayrılığı ilkesi ile gerilimli bir ilişki içindedir. Anayasa Mahkemesi (ya da Yüksek Mahkeme) türü kurumların bulunduğu hemen her ülkede bu tür kurumların sistem içi konumuna dair ciddi tartışmalar yapılmakta, ABD ve Almanya’da Anayasa yargısı birer sistemik problem olmayı sürdürmektedir. Anayasal yargı alanının genişlemesinin yarattığı en kritik sorunlardan biri derinliksiz bir siyaset tarzını beslemesidir. “Kanuncu siyaset” adını verebileceğimiz ve siyasi meseleleri müzakere, mücadele, ikna ve uzlaşı yerine yargı süreçlerine ram eden bir siyaset kipidir bu. Bütün ciddi meseleler kendilerini Anayasa yargısının/mahkemesinin önünde bulur. Sonunda siyaset “ya hep ya hiç” uçlarında seyreden sıfır-toplamlı bir oyuna dönüşür. Zira yargı kararlarının niteliği gereği ortada bir kazanan bir de kaybeden taraf vardır.
Türkiye’de de Anayasa Mahkemesi’nin siyasi sistem içindeki konumu çokça tartışılmış, Mahkeme’nin zaman zaman bir muhalefet partisi gibi çalıştığından şikayet edilmiştir. Mahkemenin Anayasa’yı yorumlama ile Anayasa vazetme arasındaki ince çizgiyi aştığı ve sistemdeki yerini parlamento aleyhine genişlettiği daha 70’li yıllarda gündeme getirilmiştir (Bu problemi ilk dile getirenlerden biri Mümtaz Soysal’dır). Anayasa yargısının Türkiye’de hak ve özgürlüklerden çok rejimin ve resmî ideolojinin kollanmasını eksen alan bir iş görme tarzına yatkın oluşu ise kısmen Weber’in bürokrasi-demokrasi gerilimine denk düşen bu problemi derinleştiriyor. Öyle ki, Anayasa Mahkemesi’nin son cumhurbaşkanlığı seçimlerine angaje oluş biçiminde aşikar olduğu gibi, zaman zaman hukukun iç semantiğini tüketen ya da ona şiddet uygulayan yorumlarla hukuk devleti fikrini zora sokacak manzaralar ortaya çıkabiliyor. Hukukta semantik yıpranma, aslında bir egemenlik açığına işaret ediyor.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye siyaseti giderek Schmitt’çi siyaset ve hukuk analizlerinin ayartıcılığına teslim olabilecek bir noktaya doğru ilerliyor. Weimar hukukçusuna göre hukuk devleti ilkesi, iktidarı ve zor araçlarını kıyasıya bir normlar alanına tabi kılmaya çalışsa da egemenlik normların rağmına dönüp dolaşıp kendi aslî ontik kaynağını bulur. Zira yasa ve yasallık normal siyaset dönemlerine inhisar eder. İstisna halinin tecelli ettiği siyasi bağlamlarda ise yasa askıya alınır. İstisna kapısı açılınca eşikte beliren egemendir. İstisna halinin neliğine karar veren ve yasayı askıya alan (gerçek) egemen, hukukun ne içinde ne dışındadır. Öyleyse yasayı yasalıktan etmeye, yasa yorumunda istisna alanları oluşturmaya dönük her adım, içinde bir egemenlik iddiası taşır. Bu tür bir terminolojiden hareketle Türkiye’de egemenliğin nerede yuvalandığını söyleme cüretinde bulunmak yerine, hukuk devletinin ikircikli durumunun berrak bir resmine sahip olduğumuzu söylemekle yetinelim. Hukuk devleti sadece egemenliğe yasal sınırlar getirmekle kalmaz. Kimi zaman egemeni görünmez kılar. Egemen, normların ardında görünmezlik kazanır, kendini gizler, giderek anonimleşir. Elbette artık kendisinden egemen diye söz edilen, halk ya da millet değildir.
Paylaş
Tavsiye Et