İNGİLTERE’DE 1997’den bu yana aralıksız sürdürdüğü başbakanlık görevini -seçim kaybetmeden- bırakmaya hazırlanan Tony Blair hakkında son dönemde çok şey yazılıp çizildi. Hiç şüphe yok ki, artık iyice aşınan kişisel kredisi sonrasında kadim “iki numarası” Gordon Brown’a yol vermeye hazırlanan Blair’in Irak Savaşı sürecinde Amerikan yönetimine sağladığı sarsılmaz destek etrafında şekillenen tartışmalı siyasi mirası, kendisini ömrünün kalan kısmında adım adım takip edecek. Tüm siyasi kredibilitesini ve istikbal umutlarını neo-con “rejim değişimi” projesine arka çıkmak uğruna, kendisi için erken sayılabilecek bir dönemde feda eden Blair’in, on yıl önce Batı dünyasında merkez sol hareketin yaşadığı siyasi meşruiyet krizine deva olacak “üçüncü yol” reçetesi ile nasıl umut olduğu bugün tamamen unutulmuş görünüyor.
Dünya ekonomisinde petrol krizlerinin tetiklediği ekonomik kriz ve durgunluğun, Avrupa’da ise ‘eurosclerosis’ diye anılan sosyo-ekonomik atalet döneminin karakterize ettiği 1970’li yılların neticesi, birçok ülkede merkez sağ hareketlerin iktidarı devralması olmuştu. Bu çerçevede, ilk dönemleri oldukça sıkıntılı olsa da, piyasa dostu bir ekonomi rejimine Avrupalı komşularından daha erken bir dönemde geçişi başaran İngiltere’de “Demir Lady” Thatcher ile başlayıp halefi John Major ile devam eden muhafazakar iktidarlar, 1979-97 arasındaki 18 yıllık periyotta arka arkaya seçim zaferleri kazanarak, İşçi Partisi’nin başını çektiği sol hareketi umutsuzluğa düşürecek bir performansla adeta Downing Street’e ambargo koydu.
İşte bu siyasal ve sosyo-ekonomik ortamda ortaya çıkan Tony Blair, kader arkadaşı Gordon Brown ile birlikte “Yeni İşçi Partisi” ve “üçüncü yol” sloganlarına dayalı bir ideolojik-söylemsel değişimin öncüsü oldu. Gerek Avrupa’da, gerekse Türkiye dahil gelişmekte olan ülkelerde heyecanla karşılanan bu yeni ekonomi politik yaklaşımın temelleri ilk bakışta son derece anlaşılır ve makuldü: Ekonomik küreselleşme sürecinde hızlanıp derinleşen uluslararası entegrasyon dinamiklerine uyumlu ve iş çevrelerini tatmin edecek derecede “piyasa dostu” makroekonomik bir yaklaşım ile hızlı liberalizasyon sürecinde zarar gören orta-alt gelir gruplarını kısmen rahatlatacak sosyal adalet politikalarını birleştirmek. Diğer bir deyişle “sosyal-liberal sentez”i ya da “merkez sağ-merkez sol birleşimi”ni bir program etrafında hayata geçirmek.
Anthony Giddens ve Will Hutton gibi yazarlarca hararetle desteklenen bu yaklaşımın, Demokrat Clinton yönetiminin ABD’de sosyal adalet politikalarına görece ağırlık verdiği bir dönemde, Avrupa’da taze bir soluk, gelişmekte olan ülkeler için de ilham kaynağı olacağı düşünülmüştü. Nitekim Almanya, İspanya ve Brezilya gibi ülkelerde benzer siyasi projeler aynı dönemde iktidara taşındı. Türkiye’de de bir dönem siyasete ısınmaya çalışan ancak devletçi sol kadroların direnişini aşamayan Kemal Derviş ve benzeri şahsiyetlerin seslendirdiği “sosyal-liberal sentez” modeli, “üçüncü yol”a soyut öykünme çabalarından ibaret kaldı. Son dönemde AK Parti’nin uyguladığı ve bir taraftan büyük sermaye ile uluslararası çevreleri, diğer taraftan ise geniş halk kesimlerini rasyonel bir ekonomik yapı içinde memnun etme çabasına dayalı sosyo-ekonomik politikaların bu açıdan “üçüncü yol” mantığına biraz daha yakın düştüğünü ifade etmek mümkün.
Ancak somut politika uygulamalarına bakıldığında İngiltere bazında ne “Yeni İşçi Partisi” ne de “üçüncü yol” girişimlerinin zamanın zorlu testini geçebildikleri görülüyor. Zira sosyal demokrat, hatta neredeyse sosyalist bir tabandan yola çıkan Blair-Brown ikilisinin yönetimi altında ekonomik istikrar adına liberalizasyonun dozu iyiden iyiye artırılırken; sosyal adalet dozu tedricen azaltıldı. Nitekim uluslararası sermaye çevrelerinde itibarı zirve yapan Brown’ın neo-liberal politikaların merkezi IMF, Blair’in ise onun ikiz kurumu Dünya Bankası başkanlığı için adlarının anılması sürpriz olmadı.
Tony Blair’in ulusal ve küresel kamuoyundaki eğilimleri dikkatle izleyip politik söylemlerini aşırı bir pragmatizmle sürekli adapte etmesi ortaya çoğu zaman çelişkili stratejiler çıkardı. Bu bağlamda örneğin AB içinde ABD’nin “truva atı” gibi davranarak bölgesel entegrasyonun derinleşmesini engellemeye çalışan [ve genişlemenin derinleşmeyi sekteye uğratacağı düşüncesiyle Türkiye’nin tam üyeliğini hararetle destekleyen], diğer taraftan da Avrupa sosyal modeline karşı Anglo-Sakson tarzı piyasa liberalizmini temsil eden Blair, aynı zamanda kendisini gelişmiş ve gelişmekte olan dünyada fakirlikle mücadeleye adamıştı. Yine George W. Bush ve etrafındaki neo-con kliğin başlangıçtaki tahminlerinin de ötesinde “ABD politikalarına en sadık İşçi Partili Başbakan” sıfatını hak eden Blair, bir taraftan da küresel ısınma ile mücadele, Afrika’daki yoksul ülkelerin borçlarının silinmesi gibi insani gündemlerle meşgul bir lider portresi çiziyordu. Siyasi şahsiyeti de bir dramatik zıtlıklar abidesine dönüştü zamanla. Meşruiyet zemini bulunmayan askerî operasyonların uluslararası hukuk kuralları ve çok taraflı uzlaşmaları hiçe sayarak yapılmasını mesiyanik bir edayla savunan bir militarist; dünyadaki açlık, hastalık, fakirlik, çevre kirliliği ve diğer problemlerin çözülmesine odaklı bir hümanist ile aynı bedende yaşıyordu.
Çok doğaldır ki, Irak Savaşı’nın başlangıcından itibaren oynadığı ve İngiliz dış politika geleneklerini zorlayan kilit rol, Blair’in diğer tüm olumlu çalışmalarının etkisini silip tabiri caizse üzerine ‘yapıştı’. Öyle ki, halefi Gordon Brown’un yönetiminde İngiliz ekonomisi düşük enflasyon ve istikrarlı büyüme ortamında çökmüş bir sanayi yapısından hizmetler ve bilgi teknolojileri ağırlıklı bir tür sanayi-sonrası yapıya büründüğü halde Blair, İşçi Partisi için bir yük haline geldi. Daha önce Thatcher’ın başına gelen parti-içi bir darbeye maruz kalmamak için de mümkün olduğunca geciktirilmiş şekilde başbakanlık ve parti başkanlığı görevinden çekileceğini açıkladı. Ancak gelinen noktada, hem “üçüncü yol” söylemi ile Avrupa genelinde estirilen sosyal demokrat havanın liberal/muhafazakâr partiler lehine değiştiği, hem de İngiliz İşçi Partisi’nin toplumsal desteğinde -olumlu makroekonomik verilere rağmen- ciddi bir azalma olduğu göze çarpıyor.
Bu konjonktürde Blair’in ilk dönemlerini hatırlatan genç ve dinamik lider David Cameron etrafında toparlanan Muhafazakâr Parti’nin “yeni-muhafazakâr” bir siyasi programla Blair’in stratejisini tersinden uygulayarak on yıllık İşçi Partisi üstünlüğüne ilk seçimlerde son vermesi kuvvetle muhtemel. Gordon Brown’ın kendine güvenen ancak soğuk teknokrat duruşu “liberal soslu sosyal demokrat siyaset”in yerini “sosyal demokrat soslu liberal siyaset”e bırakmasına engel olabilecek mi göreceğiz. Ancak olaya dışarıdan bakanlar, örneğin ülkemizdeki dâhi teorisyenler için “üçüncü yol”un her halükarda devam edeceği söylenebilir.
Paylaş
Tavsiye Et