“bu gece ağlarken mezarınıza
tatlı bir ümitle bakmaya geldim
aziz ruhunuzun derinliğine
bir gözyaşı olup akmaya geldim”
“SEN olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar?” Böyle başlıyordu Oğuz Atay “Babama Mektup” adlı öyküsüne. Orhan Pamuk’un “Babamın Bavulu” başlığını taşıyan Nobel ödülü konuşmasını okuduğumda aklıma ilk gelen cümle bu oldu ister istemez. Oğuz Atay da tıpkı Orhan Pamuk gibi, babasına bir ‘mektup’ yazıyordu. Belki bütün erkeklerin günün birinde yapacakları bir ödev, bir günah çıkarma, kaçınılmaz bir iç sancısıyla.
Pamuk mektubunda, babasının ona ölümünden önce getirdiği bavulla girdiği sancılı ilişkiyi dile getiriyordu. Bütün mektup boyunca tekrarlanan şuydu: Baba, yazarın bütün hayatını adadığı, “bir odaya kapanıp, bir masaya oturup, bir köşeye çekilip kâğıtla kalemle kendini ifade eden insanın yaptığı şeyin, yani edebiyatın anlamını” alaşağı edecek bir şekilde, iyi bir yazar olarak oğlunun karşısına çıkıyordu. Pamuk aslında babasından bağımsızlaşmak adına girdiği yolda ikinci kez ölmekle karşı karşıyaydı. Başka bir ifadeyle, ilk kopuşun yani yazar olmak için kapanılan odanın ardından, ikinci kez bir kopuşun yani babasından daha iyi bir yazar olduğunun, ondan daha iyi bir hayat yaşadığının kanıtlanması gerekmekteydi. Bu noktada Pamuk’un “Ben ondan sadece babam olmasını istiyordum, yazar olmasını değil… Asıl korkum, bilmek istemediğim şey ise babamın iyi bir yazar olma ihtimaliydi.” demesi oldukça anlamlıdır. İstenilen, ilk ölümün ardından ikinci kez ölmemektir.
Bu noktada cevaplanması gereken kritik bir soru var: Peki Pamuk, neden babasının iyi bir yazar olmasını istemiyor? İstemiyor, çünkü Pamuk’a göre babası, yazarlık için gereken hiçbir yükün altına girmedi. Onun gibi, bir odanın içine kapanarak, yazar olmak için gerekli sabrı göstermeyerek; kalabalıklar, mutluluklar içinde yaşadı. Kısacası baba, oğlun yaşayamadığı hayatı yaşadı. Pamuk’un “başkaları gibi yapacak normal bir işi olmadığı” için yaptığı bu tercih; eğer babasının, hayatın tam ortasında durarak yaptığı şeyle mümkün oluyorsa, o vakit Pamuk yanılmış olacaktı. Bu yüzden de oğul, bir prototip olarak kendisini sıkmadığını belirten, onu destekleyen babasına karşı o dayanılmaz öfkeyi sürekli hissedecekti.
Pamuk ödül sonrasında televizyonda verdiği bir mülakatta, böylesi içsel bir konuşma yapmasının nedeninin, Nobel ödülünün evrenselliği olduğunu söylüyordu. Ona göre; böylesi saf edebiyat kokan(!) bir ödül sırasında bütün politik angajmanlardan kurtulup, saf insan doğasına dair, evrensel bir konuşma yapması gerekiyordu. Pamuk bu konuşmayı Nobel ödülünü alırken yapıyordu; çünkü artık babası Gündüz Bey yaşamıyordu. Bu hem artık hayatta olmayan bir insanın verdiği (Kemal Tahir’in tabiriyle) “pis bir huzur duygusundan” dolayı, hem de açılan bavuldan ve içinden çıkmayan daha iyi yazılardan dolayı böyleydi. Asıl mesele, yıllarca yüzleşilemeyen o simgesel olmayan parçacıkla yüzleşmek, bir türlü kat edilemeyen mesafeyi kat etmek gereksinimiydi: Tam da babanız ölmüş ve size artık dokunamayacakken. Bu anlamda Pamuk’un o duygu-yoğun, “Babam 2002 yılı Aralık ayında öldü. İsveç Akademisi’nin bana bu büyük ödülü, bu şerefi veren değerli üyeleri, değerli konuklar, bugün babam aramızda olsun çok isterdim” kapanış cümleleri hiç de sanıldığı kadar masum değildir. Baba ölmüştür ve orada bulunsa dahi, artık oğlun babadan daha büyük, bavuldan daha değerli olduğunun kanıtlanmasına şahitlik edeceğinden dolayı korkuya mahal yoktur.
Pamuk’un tersine Oğuz Atay babasıyla yüzleşmesini gerçekten ölerek yapıyordu. Atay’ın mektubunda kullandığı dil, artık konuşamayacağı bilinen babanın ardından duyulan “pis bir huzur”un dili değil, tam tersine, sözlerinin, herkese ulaşacak olsa dahi, onu herkeslere karşı savunan babaya ulaşamayacak olmasından dolayı, o ilksel boşluğa duyulan huzursuzluğun diliydi. Bundan dolayı da; “Yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman, ne güzel diyorlar bunu bir yerde anlatsana. Onun için, çok özür dilerim sevgili babacığım, seni de, mesela bu mektupta kullanmak zorundayım. Geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş. Ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. Sonra da seni anlamadıkları zaman onlara kızıyorum” diyordu Atay. Dolayısıyla Gündüz Bey’in ikinci kez ve kelimenin en gerçek anlamında ölmesi anlamına gelen Pamuk’un konuşmasının aksine; Atay için babasını yazmak, “İçindeki Cemil Bey’i yaşatma kaygısı” anlamına geliyordu.
Atay da bir tür yüzleşme yaşamaktadır, tıpkı Pamuk gibi. Ve bu yüzleşme bir hayli sert olmaktadır. Sık sık “gerçeklik buhranları”na kapanılan bir durum söz konusudur oğul Atay için. “Zıt kuvvetlerin muhassalası olmayan” babanın, sürekli tutarlı olduğu noktalarda oğul, küçük hırslar yüzünden sürekli bocalamakta, Cemil Bey’in deyişiyle “iki cami arasında binamaz” kalmaktadır. Oğul ise babayı, hiçbir savaşa katılmayan, hayatta hiçbir kahramanlık göstermeyen bir insan olarak görmektedir. Dolayısıyla da Atay’ın mektubunda, öyküsünde, bir eleştiri, bir hesaplaşma tabii ki vardır. Fakat bu Pamuk’un yaptığı gibi, evrensellik, edebiyat, içsellik gibi sahte örüntülerle yapılmamaktadır. Atay metnin dilini içerden kurmakta ve “Senin anlayacağın babacığım, züppe olarak nitelediğin insanların, iç sahteliklerini örtmek amacıyla giriştikleri kibarlık çabaları içindeyim sanki” diyerek hem genelde yüzleş(eme)menin hem de özelde yazının (mektubun) yetersizliğini vurgulamaktadır. Burada sahiciliği kuran dil, bu dilin hiçbir zaman kurulamayacağının, o kapatılmaz boşluğun fark edilmesi ve bunun dile gelmesiyle kurulmaktadır.
Atay’ın mektubun sonlarına doğru söylediği; “Acaba senin de bilinçaltın var mıydı babacığım? Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icat edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana. Senin fesli ve redingotlu resimlerini gözümün önüne getiriyorum da, bu görüntüyle ‘varoluşçu bir bunalımı’ yan yana düşünemiyorum doğrusu.” cümlelerinde dile gelen şey de yine bir kapanmazlığın diliydi. Burada yaşanılan anın sorunlarının ‘tarihsellikler’ini vurgulamasının yanı sıra önemsememiz gereken nokta, Atay’ın bir yüzleşmeye girişmemesi, daha doğru bir ifadeyle, yapılacak olan en iyi eylemin, böylesi bir yüzleşmenin ‘imkânsızlığı’nı kabul etmekten geçtiğini görebilecek basirete sahip olmasıydı.
O halde bu yazı da Atay’ın mektubunun son cümleleriyle bitsin:
“Şimdi beni savunan kalmadı babacığım; çünkü ikiniz de öldünüz. İşte ben de yalnızsam, yalnızlığımı bilmek için çoğu zaman (sabit nazarlarla boşluğa baktığım zaman) bu kerpiç evi gittikçe daha ciddi bir biçimde düşünüyorum. Ben bu asık suratlı aydınlara hiç benzemiyorum babacığım, onlara karşıyım ve senin içtenliğinden yanayım. Bazı kitaplar yüzünden kafam biraz karışmışsa da bugün bile senin içtenliğini taşıdığımı ümit ediyorum. Gene de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım. Yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?”
Paylaş
Tavsiye Et