İlk olarak 18. yüzyıl Fransasında ortaya çıkmakla birlikte, son yıllarda düşünce dünyamızın başköşesine kurulan ‘medeniyet’ kavramını konuk ettik bu ay dergimize. Medeniyetten mi bahsetmeliydik, yoksa medeniyetlerden mi? Medeniyet bildiğimiz ‘kültür’ün başka bir adı mıydı acaba? Yoksa ele avuca sığmaz, kaypak bir kelime miydi ‘medeniyet’? Biz de bu soruları işin erbabına sormayı yeğledik. Bu sohbeti arkadaşımız M. Akif Kayapınar’ın ev sahipliğinde gerçekleştirdik.
M. Akif Kayapınar Medeniyetle ilgili tartışmalardan biri de, medeniyet denen şeyin gerçekten var olup olmadığı. Medeniyeti nasıl tarif ederiz; karşılığı var mı, yoksa insanların ürettiği bir kurgu mu?
Özel Medeniyet birçok kavram gibi öncelikle bir zihnî inşa. Bir kitapta okumuştum galiba, güzel bir benzetme yapılıyor: 20. yüzyılda bir Musevi’ye İslam medeniyetinin bir parçası olup olmadığını sorsanız, herhalde asık suratla “ne münasebet!” diye cevap verir. Ama aynı soruyu 13. yüzyılda Endülüs’te sormuş olsaydınız, bu sefer tersinden size kızabilir, “ne demek istiyorsun, başka hangi medeniyetin parçası olabilirim ki!” derdi.
Bu biraz da insanların gelecek beklentileriyle alakalı bir şey. Ben medeniyeti bir toplumun veya ardışık bir toplumlar dizisinin hazırlığı, donanımı olarak algılamaya yatkınım. Birincisi, tabiata karşı donanım; toplu halde yaşayan insanların tabiata karşı kendilerini donatmaları, hazırlıklı hale gelmeleri, tabiatla mücadelelerinde üste çıkmaya çalışmaları… Bu daha çok insanların alet yapma özellikleriyle irtibatlı boyutu. İkincisi, diğer toplumlara karşı hazırlık yapmakla ilgili; bu da önemli ölçüde işbölümüyle, şehirleşmeyle filan zirveye ulaşan bir durum. Bir de ölüm başta olmak üzere meçhule karşı bir hazırlık. “Başımıza gelen ne ve nereye gideceğiz?” Bu da bir anlam dünyası oluşturmakla ilgili. Dolayısıyla medeniyeti, birbirini tamamlayacak şekilde, insanoğlunun bilinmeyene, diğer toplumlara ve tabiata karşı bir hazırlığı olarak algılamaya yatkınım. Bunu somut bir çerçeveye indirirsek, bir işbölümü, şehirleşme, toplumun hayatını sürdürebilmesi için idarî organizasyon, bir bürokrasi ve bunun çok önemli bir unsuru olarak yazı var. Birçok medeniyet tarihçisi adeta iki faktöre indirgiyor durumu: Şehir ve yazı varsa, orada bir medenî durum vardır. Burayı biraz açar ve örneklendirirsek, medeniyeti belki şöyle tanımlayabiliriz. Eğer bir anlam dünyası -bunun arkasında bir din ya da Konfüçyanizm benzeri bir sosyal felsefe olabilir- varsa, bu anlam dünyası bir sosyo-politik sistemle bütünleşiyorsa, oradan bir medeniyet doğuyor. Mesela Çin’i ele alırsak, Konfüçyüs milattan önce 6. yüzyılın ortalarında ortaya çıkıyor; 2-3 yüzyıl boyunca onun öğretileri belli bir coğrafyada yaygınlık kazanıyor. Bakıyoruz ki, milattan önce 200’lerde, belki bugünkü Çin siyasasının bile ilk nüvesi olan Han devleti kuruluyor. Aynı şekilde Buda benzer bir dönemde ortaya çıkıyor; eksen çağı dediğimiz, milat öncesi 6. yüzyılın ortalarında… Birkaç yüzyıl boyunca Buda’nın fikirleri ya da Budizm şemsiyesi altında toplayabileceğimiz fikirler yaygınlık kazanıyor; sonra Asoka devleti kuruluyor. İran’da Zerdüşt öğretisi yayılıyor, arkasından Sasani siyasası kuruluyor. Keza İbrahimî peygamberler Orta Doğu’da, Yunan düşüncesi Batı Anadolu’da ve Yunanistan dediğimiz coğrafyada… Yunan düşünürlerinin ortaya koyduğu felsefî ve siyasî görüşler bir süre sonra İskender devletini ve arkasından da Roma’yı gündeme getirebiliyor. İslamiyet için de aynı şeyi söyleyebiliriz; belli bir dünya görüşü ortaya çıktıktan birkaç yüzyıl sonra çetin mücadelelerle geniş bir coğrafyada insanlar için bir akletme tarzı ve aynı zamanda bir kolektif bilinç, belki daha ilerisi, bir ortak vicdan haline gelmeye başlayınca, Müslümanların büyük çaplı sosyo-politik sistemler kurmaları söz konusu olabiliyor. İkisi bütünleşince ortaya çıkan şeye ve bunun, sonrasında oluşan benzer yapılardaki toplamına biz bugün medeniyet demeyi bir açıklama tarzı olarak uygun görüyoruz; yoksa somut gerçeklik olarak geçmişte yaşamış bir ‘İslam medeniyeti’ veya herhangi bir ‘medeniyet’ söz konusu değil. Bizim geçmişi anlama, anlamlandırma ve buradan kendi geleceğimiz için bir üslup çıkarma, bir hareket noktası bulma arayışımız olarak görüyorum medeniyeti. Mesela Taoizm, Konfüçyanizm’e kıyasla bir anlam dünyası oluşturmaya daha elverişli, metafiziği olan ve din derken kastettiğimiz olguya daha uygun bir öğreti; ama bir sosyo-politik sistemle bütünleşemiyor, onun için de medeniyete katkısı sınırlı kalıyor. Konfüçyanizm bir ahlak felsefesi aslında; devleti yönetme biçimi, anaya babaya saygı, komşularla ilişkiler gibi davranış kalıpları öneren bir sistem. Ancak sosyo-politik sistemle bütünleştiği için, bir medeniyet vücuda getiriyor.
Kayapınar “Bir insanlık medeniyetinden mi, yoksa medeniyetlerden mi bahsedebiliriz?” diye soracaktım; ama siz zaten birden fazla medeniyet olduğunu söylediniz.
Özel Bakış açısına göre değişir elbette. Farklı medeniyetlerin ortak noktalarından hareketle bir insanlık medeniyeti de tasavvur edilebilir. Sadece geleceğe yönelik değil; geçmişi de bu şekilde okumak mümkün. Bazı yerlerde bizim medeniyet diye algıladığımız örüntüler neredeyse bir kavimle ya da bir kavimler topluluğuyla bütünleşiyor. Çin medeniyeti böyle; ama Avrupa medeniyeti onun gibi homojen bir kavmin eseri değil. İslam medeniyeti denince, içine Türk, Kürt, Arap, Fars, Kuzey Afrikalı topluluklar vesaire giriyor. Medeniyeti insanoğlunun tabiatla ve diğer toplumlarla mücadelesinde kendini hazırlaması olarak algılıyorsak, ortak noktalar çok; ama anlam dünyasına, dünya görüşüne gelince, hayata ve ölüme bir anlam biçmeye gelince farklılıklar görmeye başlıyoruz.
Kayapınar Farklılaşmanın kaynağı, bilinmeyene verilen cevap mı?
Özel Evet, medeniyetler arasındaki farklılaşma, meçhule karşı tavır alışla ortaya çıkıyor.
Duralı Benim sorunlar karşısında keskin tariflerim var. Birincisi, kültür ile medeniyetin ayrılması lazım. Bunlar iki ayrı olaydır. Kültür bütün insanların ortak malıdır. Oldum olası insan nerede varolmuşsa, üç şey bir arada olmuştur; bunlar çakışırlar: Toplum, dil ve inanç düzeni. İnanç düzeninin içerisinde, insanın ihtiyacını gidermek üzere doğadan aldığı maddeleri işleme, diye tarif edebileceğimiz zanaat var. İnancın çerçevesinde insanlar zanaatlarını yürütmüşlerdir.
Özel Hocam, iktisadî düşünce tarihi çalışırken dikkatimi çekmişti: Mezopotamya’da ya da Yakın Doğu dediğimiz alanda bütün tanrılar birer meslekle irtibatlandırılır. Semavî dinlerde de her peygamber neredeyse bir zanaatla ilintilidir.
Duralı Zanaatsız toplum mümkün değil; olmamıştır, olmaz. Toplumsuz insan mümkün değildir. Beşer, yani biyolojik bir varlık olarak dünyaya geliyoruz. Ve dünyaya geldikten sonra zaten insanın iki türlü başlangıcı var. Bir, erkekle kadının birleşmesinden meydana gelen, döllenmiş yumurtayla oluşan insan biyolojisi; ondan sonra bunun dünyaya gelmesi. Doğmak ile dünyaya gelmek ayrı şeylerdir. Doğmak, tekrar ediyorum, bir biyolojik olaydır. Oysa dünyaya gelmek biyolojiden sosyolojiye geçiştir. Dünyaya geldikten sonra sosyolojikleşmeye başlıyoruz; sosyolojik bir varlık oluyoruz. Dünyaya gelen insanın beşerden gelip gelmediği onun bir düzayak uzantısı olup olmadığı hep tartışılmıştır. Burada tabii, inançlar işin içine giriyor. Maddeciler, dine karşı olanlar, diyorlar ki; insan aslında beşerin bir uzantısıdır. İnsanın özellikleri onun beşerî biyolojisinde saklı durmaktadır. Bu kanıtlanmamış, gösterilemez bir hadisedir; bir inançtır. Ben o inançta değilim. Benimkisi de bir inançtır; insan beşerle yaşamakla birlikte, beşerle bir bütün oluşturmasına rağmen beşerden farklıdır. İnsanın faklılığı, onun tamamıyla doğadan ayrı bir yapıyı oluşturmasında kendini gösteriyor. Doğadan tamamıyla farklı olan bu yapı kültürdür.
İnam Müdahale iznim var mı efendim?
Duralı Efendim saçlarımı da yolabilirsiniz.
İnam Alman idealistlerinin veya romantiklerinin bakışında tarihî varlık alanı diye bir alan ayrılıyor. Deniyor ki, insan hayvandan tamamen farklıdır; ontolojik yapısı bunu gerektiriyor. O, tarihe sahip olduğu ve hayvanların da bir tarihi olmadığı için, insan beşerden farklıdır.
Duralı O görüşe katılmıyorum; çünkü orada Hıristiyanlığın çok etkisi var. Hıristiyanlıkta insanın canlılarla hiçbir ilintisi yok; halbuki insanın bir tarafı, beşer olması hasebiyle, canlıdır ve canlılarla bir bağlantısı vardır. Bu beşer, öteki canlılarla biyolojik altyapıyı paylaşır. Onun da ötesinde, canlı olmayan varlık alanını bile paylaşır. Atomları, atom altı tanecikleri, molekülleri var ve bizim beşer yanımız insan tarafımızı etkiliyor. Bu İslam’da çok açık ifade edilir: Nefs. İnsanlık yanımız geliştirilmeye açıktır. Varoluşçulara bu bakımdan katılıyorum; insan inşacı bir varlıktır. Varoluşçulardan önce tabii Kant’ı düşünerek söylüyorum. Oysa beşerin inşa tarafı yoktur.
İnam Neden? Şimdi teknoloji ilerliyor, genlerle oynuyorlar…
Duralı O da bir inşadır. Canlının kendi başına inşa kabiliyeti yoktur.
İnam Neden? Hücreye bir şey girdiği zaman kendini savunuyor. Organizmanın kendini koruma mekanizmaları var.
Duralı Onun içinde yazılı bu. Ona bunu genetiği vermiştir. Oysa insan, kalıtımına, genetik verilerine aykırı yaşamaktadır. Nereden biliyoruz? Def-i hacette, gidip de olduğumuz yere yapmıyoruz; bunun için ayrı bir kurum oluşturmuşuz. Acıkıyoruz, kalkıp da bir böceği yahut da tavuğu olduğu gibi kemirmiyoruz. Bütün doğal, zarurî ihtiyaçlarımızı dönüştürmüşüz; bir tezgahtan geçirmişiz. Hiçbir tarafımız, fiziğimiz bile, doğal değil. Doğal bıraksak, ayakucumuza kadar sakal uzayacak, saçımız bilmem nereye kadar uzayacak. Tabii ki insanın daha insanlaşmış kısmı kadındır. Onda en belirgin özellik kıllarını kaybetmesidir. İnsanlaştığımız ölçüde kılsızlaşıyoruz.
İnam Yani beşer tarafımızı etkiliyor, öyle mi?
Duralı Kadın, ben daha çok insanlaşacağım, diye yapmamış bunu. Buna Allah’ın inayeti diyelim. Onu daha insan yaratmış; seni, beni daha az insan yaratmış. Neyse, şu halde kültür insanın doğa dışı yanının en birinci tezahürüdür. Onun bütün yapıp ettikleri kültür kavramı altında toplanır. Kültür ortaktır; bila kayd ü şart, bütün insanlara mahsustur. İlk kültür diye bir şey yok; ilkel kültür diye de. Burada tarihîlik ortaya çıkıyor. İnsanın en önemli özelliği -bunu hem en açık şekilde dinde, İslam’da, hem de kalburüstü filozoflarda, bilhassa Kant’ta görüyoruz- onun yapısı itibariyle hür olmasıdır. Bu bir çelişkiye, ayrılığa götürüyor bizi. İnsan hür olmaya mahkumdur, “ben hür değilim” diyemiyorsun. İnsanın üstüne yıkılmış en büyük zorluk budur; çünkü bir tercihte bulunuyorsunuz ve tercihin faturasını ödüyorsunuz.
Özel Kur’an-ı Kerim’de “Dağlara, taşlara teklif ettik; korktular, kabul etmediler” diye nitelenen emanet hürlük mü?
Duralı Evet hürlük. İlk insan topluluğuna Allah, “Rabbiniz miyim?” diye soruyor. Hür olmayan birine, köpeğe, kuşa, zürafaya, balinaya “şunu yapar mısın, bunu ister misin?” diye sormuyorsun. İnsanın içgüdüleri, hayatını tanzim etmeye yetmez. Hayatı tanzim eden, o genetiği ikame eden ahlaktır. Ahlak da hürlüğe dayanmaktadır. “Ben buradaki kuralları kabul etmiyorum arkadaş” derim, masanın üzerine çıkar şıkır şıkır oynarım. Sosyal engeller olabilir; ama hiçbir iç mekanizma beni burada durdurmaz. İlk kez On Emir’le bütün insanlara şamil bir kurallar dizisi çıkıyor ve ahlak orada başlıyor. Öncesinde Budacılıkta, Hindulukta da bir şeyler var; ama belli belirsiz. Kant’ın deyimiyle, gerçek ahlak demek olan şartsız buyruklar dizisi, kategori imperatifler, din ile gelmektedir. Buradan yine kültüre dönersek, kültür bütün insanların ortaya koydukları bir olaydır. İnsanların kültürlerinde ortak özellikler de görüyoruz: Alet yapma ve alet imal etme. Zanaatta ilk gördüğümüz hadise ateştir. Ateşsiz topluluk yoktur; ateş yakmak da olağanüstü bir deha hadisesidir. Çok uzun süre insanlar hazır ateşi kullanmışlardır; ama ateşsiz yapamıyor insan. Birincisi, yiyeceğini pişirmek zorunda. İkincisi, karanlık, insan için çok büyük bir korku unsurudur; mutlak surette aydınlanması, ısınması gerekiyor. Ateşin bu derece önemli olması bütün kadim kültürlerde kendini hissettiriyor. Mesela Türkçede ocak olağanüstü önemli bir kelimedir. Hem ateşin yakıldığı, hem de o ateşi kullanan kanundaş topluluğun bir araya geldiği odaktır; yuva, evdir. Türkçede çok ağır beddualar ocak üzerinedir; ağzından yel alsın, ocağı batasıca, ocağın sönsün gibi… Türkçe gibi çok eski dillerde ocak kelimesini buluyoruz. Ata ocağı, baba evi bütün eski dillerde ortaktır; özellikle de olumsuz iklim şartlarında yaşayan toplumlarda. Türkler de Asya’nın kuzeydoğusundan çıkıp gelmiş olduklarına göre -ki oralar da çok soğuk yerler- daha bir önem kazanıyor ateş ve ocak. Hazır ateşi kullanıyorlar, madenî siniler içerisinde tutuyorlar ve ateşin sürekli canlı kalmasına dikkat ediyorlar. Ateş bir söndü mü…
Özel Ocakları söner.
Duralı İkinci büyük icat avlanmadır. Avlanma ile insan bütün stratejisini değiştiriyor. Leşten kendini kurtarıyor.
Özel Bunların hepsi kültürün parçası. Daha medeniyete gelmedik.
Duralı Bunlar insanın genetiğiyle verilmiş şeyler değil. Üçüncü büyük icat, hayvanların ehlileştirilmesidir. İlk ehlileştirilen hayvan, kurt oluyor. Daha sonra köpeğe geçiyor. Ehlileştirmekle evcilleştirmek ayrı şeyler. Ehlileştirmek insanın hayvanı kendi ihtiyaçlarını gidermek için yanında tutmasıdır. Evcilleştirmek birlikte yaşamaktır. Bu büyük değişikliklerden sonra insanların gelip bir yöreye yerleşmesi ve nihayet o yörede ekime başlaması, belli başlı iki yerde oluyor: Güneybatı Asya’da Zagros Dağları ile Basra Körfezi arasındaki ince bir ova şeridi olan Elam bölgesi; Sümerlerin oraya yerleşmesi ve orada hububat ekmeleri…, bir de Doğu Asya’nın iki yerinde, Sarı Irmak’la Yenisey Irmağı’nın denize döküldüğü mıntıkada, milattan önce beşinci binde yerleşmeler oluyor. Yerleşen insanlar ekimle beraber toplum dokularını değiştiriyorlar; artık mütecanis, kandaş topluluklar halinde yaşamıyorlar. Çeşitli soydan, çeşitli topluluklar gelip yerleşiyorlar; gayri mütecanis bir toplum belirmeye başlıyor. Toplumun yerleşmesiyle belli başlı üç hadiseden bahsedebiliriz: Bir, iktisat; ihtiyacı karşılamak üzere üretim yapmak ve üretimle tüketim dengesini sağlamak, üretemediklerini üretenlerden elde etmek gerekiyor. Bunun için ürettiklerini ihtiyacından fazla ortaya koyacaksın. Burada artı değer dediğimiz ihtiyaç fazlası mal da ortaya çıkıyor. Bu değiş-tokuş aracı olarak kullanılacak. İkincisi, toplum içinde hem iktisadı, hem de hukuku ayarlayacak, el emeğine dayanmayan, beyin gücü manasına gelen bir sınıf, hükmedenler, yani siyaset çıkıyor karşımıza. Nihayet, dışarıdan gelen tecavüzü defedecek bir savunma, asker ihtiyacı ortaya çıkıyor. Üretici, siyasetçi, asker; bu üç sınıfın en üst düzeyde teşkilatlanmış haline devlet diyoruz; Medine. Buna başka etkenleri de ekleyebiliriz; iletişimin nesiller arası olmasını sağlayacak yazının icadını mesela. Ama bu genel geçer bir şey değil. Kültürsüz insan yok; bazı kültürler medenîdir, bazı kültürler medeniyetleşmemiştir. Her kültür medenî değildir; yerleşme, iktisat, hukuk olacak. Mülkiyetle birlikte bireyleşme son derece inceliyor. Bireylik keskinleşiyor, kandaşlık ortadan kalkıyor. Kandaş biyolojik esaslı topluluğun yerini sosyolojik ülkü topluluğu alıyor; idealler topluluğu. Bu ülküleşme hadisesi medeniyetten medeniyete farklılık gösteriyor. En ülküleşmiş medeniyetler felsefî medeniyetlerdir.
Kayapınar Kültürle medeniyet arasında derece farkı mı var, yoksa mahiyet farkı mı?
Duralı Derece farkı var.
Özel Derece farkı var ama diyelim ki -30 olunca “su soğuk” diyoruz +30 olunca da “sıcak” diyoruz. Derece farkı 60 olunca, mahiyet farkı ortaya çıkıyor. Derece farkı bir yerden sonra mahiyet farkına dönüşüyor.
Kayapınar Bunu şunun için söylüyorum. Medenîleşememiş veya medeniyete dönüşememiş kültürler, eğer haricî şartlar elverseydi, önünde sonunda medenîleşeceklerdi…
Duralı Irkçı değilsek, “Allah bazı kavimlere üstün nitelikler vermiştir, onlar medenileşmiştir” gibi bir spekülasyona düşmezsek öyle. Bazen ihtiyaç duyulmamıştır. Amazon bölgesinde adam doğal şartlarda doğanın ortasında yaşıyor; ateş yakmıyor. Ateşe gerek duymamış. Tabii icatların kültür alışverişi ile çok yakından ilgisi var. Mesela medeniyetleşmemiş olmakla beraber olağanüstü deha kıvılcımları saçan toplumlar var: Kuzey kutbunda yaşayan Eskimolar. Benim adamlara aklım ermiyor; sanki bunların her biri birer Einstein. Dünyanın en berbat bölgesinde sen on bin yıldır ayakta kal. Ama onlar medeniyet değil; devleti, iktisadı, siyaseti yok. Peki geri mi bunlar? Baktığınız açıya bağlı. Grönland’ın sahibi Danimarka bu adamları yerleştirdi 1960’lardan itibaren, ev verdi. Buzdolapları var; çok komik bir şey. O gün bugündür intihar nispeti tavana vuruyor. Uyuşturucu madde kullanıyorlar. Nesi iyi geldi şimdi bunun? Hani güzel oluyordu medeniyet?
Kayapınar Hocam siz, medeniyet tarihi üzerine ya da medeniyetle kültür arasındaki farka dair neler söylemek istersiniz?
İnam Ben Mustafa Bey’e yakın düşünüyorum. Bu farkın inşa olduğunu düşünüyorum. Teoman Bey, insanın, başlangıcından günümüze kadar geçirdiği safhaları açıklayan bir resim sundu bize. Bu sunuş, Batı’nın kendi tarihiyle, hayat tarzıyla ilgili olduğu için, medenî olanlar ve olmayanlar şeklinde bir ayrımı da içeriyor. Bizim en önemli problemlerimizden biri, insanlığın tarihini Batı tasallutundan, monopolisinden kurtarmak olmalı. İnsanlığın tarihiyle ilgili hikâyeyi artık kendimiz yazmalıyız. Tabii ki kafadan atarak, masa başında oturarak değil; verilere, kaynaklara dayanarak… Medeniyet dediğimiz şey nereden baktığımıza bağlı olarak değişiyor. Medeniyetle hesaplaşmayı, bizden olmayanlarla savaşmak olarak anlıyoruz. Aslında bu bakış da yine karşı çıktığımız dünya görüşünün olumsuz taraflarına düşme tehlikesi taşıyor; çünkü medeniyetle hesaplaşma bizim geçmişimizden kaynaklanan bir varoluş, kendimizi inşa etme çabası. Üstelik yalnız bunu değil; aynı zamanda bütün dünyayı, bizden olmayanları da yorumlama gayretini içeren bir şey. Medeniyetle hesaplaşmamızı kendi varoluşumuzu düşünerek bütün gezegendeki hayatla hesaplaşmak olarak düşünüyorum. Medeniyet kavgası tamamen insanlığın geleceğiyle ilgili; bizim nerede duracağımız sorusunu içeriyor. Onun için ben Teoman Bey’i çok takdir ediyorum; çünkü müthiş bir şey başarmaya çalışıyor, bir teori inşa ediyor. Biz bu faaliyette çok geç kalmışız; teorileri hep başkalarına bırakmışız. Ancak “medeniyet karşısında nasıl duralım?” sorusu bizi kendi içimize gömmemeli, kendimizi aşırı abartmaya, hamasete itmemeli. “Biz zaten kuantum mekaniğini de bu gavurlardan önce keşfetmiştik” gibi bir şeye girmenin anlamı yok; ama bizde müthiş şeyler olduğunu düşünüyorum. Medeniyet, bir kültürün inşasında kullanılan bir şey muhakkak; ancak gerekli bir laf olduğunu düşünmüyorum.
Kayapınar Medeniyet kültürün son safhası mı?
İnam Hayır, öyle görmüyorum. Teoman Hoca’nın ölçütlerine bakalım mesela. Yerleşik olması, hüküm veren insanların oluşturduğu bir devletin olması gibi minimum koşulların gerekliliğini söyledi. Ben öyle olmadığını düşünüyorum. Bence önemli olan, bir kültürün hayata evet diyen, hayatı zenginleştiren bir kültür mü, yoksa hayatı kısırlaştıran bir kültür mü olduğudur. Ayrım burada ortaya çıkar. Medenî, medenî olmayan yerine, ihya eden, yani hayat veren; canlanmaya, yaşatmaya, çoğalmaya, gelişmeye imkan veren, buna açık olan kültürler ve buna kapalı olan kültürler ayrımı… Hayatı çoğaltıcı, geliştirici, zenginleştirici, insanın kendi imkanlarını, insan olma kabiliyetlerini doruğa çıkarıcı hayat tarzları en saygı duyulacak hayat tarzlarıdır. Ateşi bulmamış da olabilirler, yazıya geçmemiş de... Can vermek, can katmak, hani bizim kültürde insanın can olması anlayışı var ya… Can burada hem beşer, hem de insanı insan yapan ruh anlamında bir kelimedir.
Kayapınar Maddî şartlar ile ihya edici unsurlar arasında bir tedricilik mi var?
İnam Hayır. Muhakkak ki şu anki dünya düzeni, ihya bakımından kendi bindiği dalı kesen, insanın insan olma kabiliyetlerini körelten bir düzen. Neo-liberal sistem insanı, sığlaştırıp darlaştıran, katılaştıran bir hayat tarzına sürüklüyor. Bu düzenle muhakkak hesaplaşmamız lazım. İnsan sadece biyolojik yapısı ve çevresiyle insan değil; ondan fazla. İnsanı hakikaten insan kılan o fazlalığıdır. O fazlalığının adına da belki mana âlemi diyebiliriz; yani insan anlam veren, anlamlarla yaşayan bir varlıktır. Dilden önce, bana sorarsanız, anlam var. Anlam sadece dille kaim olan bir şey değil. Medeniyetle yüzleşeceksek, en azından üç noktayı göz önüne almamız lazım: Bir; insan nasıl hayatta kalmaya çalışıyor? Bu hayatta kalma mücadelesinin içerisinde teknoloji de var, siyaset de; çünkü hayatta kalma örgütlenerek, silah yaparak, ekonomik ilişkilerle, toplumsal düzenlemelerle oluyor. İkincisi, yorumlama; çünkü insan sadece survive eden, hayatta kalan, hayatta kalmaya çalışan, neslini devam ettiren bir varlık değil. İnsan noetik, anlam veren, bir varlık. İnsanı insan kılan, belki hayvandan farklı kılan -hani Batılı diyor ya, “önce logos vardı”- kelam, yorum var öncelikle. Bir topluluğun, bir kültürün yorum gücü var mı; nasıl hayatta kalıyor? Mesela öyle kültürler vardır ki -Teoman Bey bu konuda bize yardım edebilir- hayatın manasına dair, manevî tarafıyla ilgili birçok şeyi başka yerlerden almıştır. Kendisi çok iyi silah yapar, otlardan çok iyi ilaç yapar; ama “öldükten sonra nereye gidiyoruz, nereden geldik, hayatın manası nedir, bir yaratıcı var mıdır?” gibi meseleler üzerinde bir mana âlemi yaratamamıştır. O ikinci, noetik boyut eksik kalmıştır. Bunu çok önemli buluyorum. Üçüncüsü, bu yorumla birlikte ne üretiyor, ona bakmak lazım. Üretimi sadece maddî bir şey olarak anlamıyorum. Sanat, zanaat olarak da anlayabiliriz; mesela değerler yaratmaktır üretim. Maddî boyutu olduğu kadar manevî boyutu da vardır onun. Mesela, hem mana taşıyan, hem de pragmatik bir tapınak yapabiliriz. Varoluş çabamızı, yani survival meselesini, ekonomik ve siyasî sorunları bir tarafa koyarsak, beni asıl ilgilendiren şey, yorum. Hayatı nasıl yorumlayacağız? Bir toplumu, medeniyeti, kültürü tanımanın yollarından biri de o kültürün hakîm dediği insanlara bakmaktır. O insanların mana olarak zenginliği -ben buna sır diyorum- sır sahibi, içinde sır olduğunu fark etmiş münevverleriyle belli olur diye düşünüyorum. Çağımız sırrı unutmuştur.
Kayapınar Sırrı Almanların “ruh” dediği şeyden farklı bir anlamda mı kullanıyorsunuz?
İnam Çok farklı tabii. Bu tasavvufî bir kavram; ama ben tam olarak o manada kullanmıyorum. Biraz lâdinî, arada bir anlam vermek istiyorum. Entelektüel, aydın ya da münevver olmanın ölçütlerinden biri de, insanın bilmedikleri karşısındaki tavrıdır. Ben, insanın anlayamadıkları karşısındaki tavrının çok ince, manevî bir psikoloji barındırdığını düşünüyorum; o kültürün, o kültürü yaşayan insanın nasıl bir insan olduğunu bize izhar edecek çok ince ölçüler… İşte sır sahibi insan, en azından “benim bilmediklerim var ve ne kadar bilsem hiçbir zaman bildiklerim bilemediklerimden fazla olmayacak, hep bir esrar kalacak, bu esrarı tüketme imkanım hiçbir zaman olmayacak; ama ben bu yolda yürüyeceğim” der. Bizim çağımız ise sırra yabancı kalıyor.
Kayapınar Medeniyet kavramıyla hesaplaşma kısmına dönersek, medeniyet kavramının bize gelişi 19. yüzyılda olmuş; ilk başta nasıl tercüme edeceklerini de bilememişler. Sivilizasyon diye almışlar; daha sonra medeniyet ile karşılamışlar. Bize geldiği zaman medeniyetin henüz çoğulu kullanılmıyor; medeniyetler diye bir şey yok. Bizde tek bir medeniyet var; bu medeniyette Batı medeniyetinin sahip olduğu üstün özellikler var. Mehmet Akif’in “tek dişi kalmış canavar” dediği aslında o. O zamanki entelektüellerin, aydınların hakim kanaati şu: Bizim yapmamız gereken medenîleşmektir. Medeniyet Batı’ya has bir şey değildir; biz de ona sahip olabiliriz. Daha sonra bunun adı modernleşme, sonra çağdaşlaşma oldu. Buna karşı olanlar da ona Batılılaşma dediler. Modernleşme, çağdaşlaşma, Batılılaşma zannımca aynı vakıanın üç farklı izahı. Bu anlamda medeniyeti taklit etmek, medeniyet değiştirmek bir toplum için mümkün müdür? Yine Almanlar, medeniyet yerine daha ziyade kültürü kullanıyor. Kültür tektir, yeniden üretilemez, her kültür eşsizdir denirse, bir kültür taklit edilemez; ancak başka bir kültür olarak var olabilir. Buna göre, Tanzimat’tan bu yana bizim yapmaya çalıştığımız şey olması mümkün bir şey mi?
Özel Bu soruda kökleşmiş ve taraftar bulmuş, belli kavimlere mal olmuş kavramlar var. Kültür ile medeniyet arasındaki ayrım bile kültürel bir meseledir. Alman’ın kültürden kastettiği ile Fransız’ın ya da İngiliz’in kastettiği aynı değildir. Sivilizasyon bile ikisinde aynı şey değildir. Mesela çok enteresandır; Braudel’in kitabının Fransızca baskısı “civilisation matérielle” kavramını içeriyor. İngilizceye “material civilization” diye çevirmek mümkün; ama sadece civilization diye çeviriyorlar; çünkü “bir çelişki olur, civilization zaten maddî bir şeydir” diyorlar. Avrupa medeniyeti diye bir bütünden söz ederken bile, birtakım kavimlerin geliştirdiği anlam dünyalarını net bir şekilde birbirinden ayırabiliyoruz; bu kadar farklı bölgeler oluşturabiliyorlar. Bunun dışına çıktığınız zaman devasa meselelerle karşı karşıya kalmamız kaçınılmaz ve ben orada siyaseti belirleyici bir unsur olarak görüyorum. Nasıl tanımlarsak tanımlayalım, medeniyet aslında bir realite değil; bizim geçmişi okuma, anlama tarzımız. İslam medeniyeti veya herhangi bir medeniyet diye orada duran bir şey yok. Tarihin öznesi değil medeniyet. Tarihin öznesi örgütlü insan gruplarıdır. İster ulus-devlet olsun, ister imparatorluk, bunlar aslında belli bir maksadı olan insan toplulukları. Tarihin öznesi bunlar. Medeniyet dediğiniz o örüntü, bu insanların eylemlerine anlam veriyor, meşruluk kazandırıyor. Bunu yapmakla örgütü kalıcı hale getiriyor, kökleştiriyor ve insanları geleceğe dair ümit sahibi kılıyor. Bizim bir medeniyetimiz var mıydı? İster Türk medeniyeti diyelim, ister Fars, Arap medeniyeti diyelim, ister bunların bileşkesinden İslam medeniyeti çıkaralım, ister İslam’ı -diyelim ki Pakistan’a doğru giderek- Budizm’le filan harmanlayıp Asya medeniyeti diye bir şey tasavvur edelim ya da İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlık arasında ortak zemin bulup Batı medeniyeti ya da semavî dinler medeniyeti gibi yeni kavramlar ortaya koyalım; hepsinde, aslında bugünden yarına yine belirli topluluklar olarak yapmayı düşündüğümüz eylemlere hem anlam vermeyi, hem de onları çok sayıda insanla paylaşmayı hedefliyoruz. Dolayısıyla medeniyetler arası ittifak ya da yeni medeniyet projesi gibi şeyler söylerken, aslında bu kadar somut şeyler söylüyoruz. Geçmişin doğru anlaşılması o açıdan çok önemli. Kültürle medeniyet arasında gerçekte herhangi bir fark yok; bizim uygun gördüğümüz farklar var. O uygun gördüğümüz farkları zihnimizde berraklaştırabilirsek, anlamlı bir konuşma yapabiliriz; Alman’la da, İngiliz’le de Fransız’la da ve kendi aramızda burada ve şimdi yaşayan insanlar olarak… Mesela millet derken nasıl bir topluluk tasavvur ediyoruz? Bunlar kafamızda netleşmediği zaman, güçten düşürücü ve bizi birbirimize kırdırıcı bir sonuca yol açıyor. Tam aksine tasavvurları netleştirip bir ortak tasavvura -konuşmanın en başına dönecek olursak- ortak bir vicdana dönüştürebilirsek, buradan büyük sosyo-politik sistemler çıkma ihtimali var. En başta söylemiştim; bir dünya görüşü, bir anlam dünyası üreten din ya da toplum felsefesi, geniş bir coğrafyada bir kamu vicdanı, kamu bilinci, akletme tarzı haline geldikten sonra, büyük ölçekli siyasî sistemler kurmak mümkün oluyor. Budizm yayılmadıkça Asoka İmparatorluğu kurulamıyor, Zerdüştçülük yayılmadıkça Sasani siyasası ortaya çıkmıyor, İslamiyet insanlarda bir akletme, hissetme haline gelmeyince Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ortaya çıkmıyor. Bu açıdan kavramlara netlik kazandırmamız önemli.
Kayapınar Türkiye’ye dönersek, bu ne anlama geliyor? Avrupa’yı Avrupa yapan anlam dünyasını biz içselleştirebilir miyiz?
Özel Bu tabii şöyle bir suali gündeme getiriyor: Adına modernlik ya da kapitalizm, her ne dersek diyelim, son birkaç yüzyıldır vuku bulan olay yeni bir medeniyet midir? medeniyetse, nasıl bir anlam dünyası üretmiştir? Modernliğin anlam dünyasında kırılma, bana göre, on sekizinci yüzyıldadır ve en güzel ifadesini Mandeville’in meşhur Arılar Meseli’nde buluruz. Temel yaklaşım şudur: İnsanoğlunun tabiata, diğer toplumlara ve bilinmeyene karşı mücadelesi, bu yöndeki ilerlemesi onun meziyetlerinin değil; kusurlarının eseridir. İnsan açgözlülüğü, kıskançlığı, bencilliği yüzünden ilerliyor, gelişiyor, güçlü hale geliyor. Halbuki bu vasıfları dinler ve klasik felsefeler tasfiye ediyor, ayıplıyor. Eğer modernlik anlam dünyası üreten bir medeniyetse, böyle bir medeniyet ortaya çıkmıştır; toplumun bütün kesimlerinde bunun tezahürlerini görebiliyoruz. Eğer modernleşmekten maksadımız, böyle bir anlam dünyasının içine girmekse, Müslüman kalarak bunu yapmamız mümkün değil. Ya da mesela Budist kalarak bunu başarmamız mümkün değil. Soru o zaman şuna dönüşüyor: Acaba önümüzdeki dönemde, orijinal Müslüman anlayış ve tutumla güç biriktirebilir miyiz? Öbürlerinden daha güçlü hale gelebilir miyiz? Soruyu belki dönüştürerek, farklılaştırarak sormamız gerekiyor.
Kayapınar O zaman bizim yaşadığımız süreç aslında medeniyete benzeme değil, iki medeniyet arasındaki hesaplaşma; güç biriktirerek diğer medeniyeti alt etme süreci midir?
Özel Medeniyet tarihçileri 30 civarında medeniyet tespit ediyor. Onların ortak taraflarından hareketle konuşacaksak, modernlik dediğimiz şeye medeniyet dememiz mümkün değil. Modernlik bir tür “anti-medeniyet”, bir büyük düşüş; dolayısıyla ona kendimizi uydurmayı problem edindiğimiz zaman, kendi anlam dünyamızı havaya uçurmuş olacağız. Farklı bir akıl, farklı bir logos ortaya koyamamış olacağız. Tamamen bu paradigmanın dışına çıkmamız lazım. Ama nasıl, nereden başlayacağız; ikinci bir forumda da bunu konuşalım.
Duralı Mustafa Bey’in dediği gibi, medeniyetin bir gerçekliği yoktur. Doğal anlamda yok tabii, burada karşımda oturmanız gibi bir gerçekliği yok; ama bütün insan olaylarında böyle. Medeniyete ait bir şey değil bu. Bu durumda bizim hareket noktamızı, içinde yaşadığımız hayat teşkil ediyor. Hayat zaten hep geçmiştedir. Ben o yüzden ilericileri hiç anlayamadım. İleride bir şey yok; karanlık orası. Şimdi bir iş yapabileceksek veyahut Ahmet Bey’in dediği gibi, bir teori kuracaksak, bir asgarî müşterekte birleşmek zorundayız. Ben o yüzden bütün gücümü buna hasrettim; yanlış veya doğru, çağdaşlık benim için son derece belirgin bir yapıdır. Ona ben “İngiliz-Yahudi Medeniyeti” derim; niye dediğimin de hesabını verdim. Bunlar değiştirilebilir, yanlışlanabilir, doğrulanabilir; o ayrı bir konu. Ama bunu belirli bir bardağa oturtmak zorundayım.
Özel Hocam şu çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti meselesini biraz açar mısınız?
Duralı Çağdaş, bir çeşit süs terimi gibi, bana bir şey ifade etmiyor. Bu, 1800’den itibaren karşımıza çıkan bir hadisedir. Tabii öncesi de var. Medeniyetlerin hepsi dinden neşet etmişlerdir. Yeniçağ Batı Avrupa din dışı medeniyeti tarihte ilk defa temeline dini almamış bir medeniyettir. İster Azteklere gidin, ister Mayalara, İnkalara, Çinlilere, Hintlilere… nereye giderseniz gidin, bütün medeniyetlerin temelinde din vardır. Bilinçli bir şekilde “ben dine dayalı değilim, Tanrıyı akılla ikame ediyorum” diyen -geçmişi 1550’lerden itibaren başlayan- ilk medeniyet budur. Din dışı Batı Avrupa medeniyeti, Orta Çağ Hıristiyan Avrupa medeniyetine tepki olarak çıkmıştır. Batı Avrupa medeniyetini Hıristiyanlıkla bağdaştırmak çok yanlış bir şey. Elbette oradan etki aldı; ama bahusus Hıristiyanlığa tepki olarak ortaya çıktı. Katolikliğe karşı meşruiyetini ispat etmek için de bir din uydurdular; adına da Protestanlık dediler. Yeniçağ Avrupa medeniyetinin ideolojisi henüz tam olarak teşekkül etmiş değildi. Yalap şalap bir şey vardı, liberalizm dedikleri; ama ondan çıkmış olan çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti’nin bel kemiğini sermayecilik teşkil etmektedir. İdeoloji, bir felsefe çıkıntısıdır, bir felsefe türevidir. Felsefe sistemleri açıktır; noktası yoktur, noktalı virgülle devam eder, diyalektik bir yöntemdir. Her sentez, daha sonraki bir serinin başlangıcıdır; tekrar tez olacaktır, anti tezini bekleyecektir. Halbuki ideolojilerde senteze ulaşıldıktan sonra bunun artık antisi olamaz. Sonuna gelinmiş ve devamı inkar edilen sentezlere dogma diyoruz. Dogmalardan örülmüş felsefe yapıları öğretilerdir. Bu öğretilerin sadece düşünme alanını değil, yaşamayı da belirlemesi, tanzim etmesi bizi ideolojiye götürür. Gündelik yaşamayı, iktisadı, siyaseti, bila kayd ü şart her şeyi belirlemektedir. Bunların terk edilmiş olan dinin yerine geçtiği düşünülüyor. Din ideolojinin zıddıdır; çünkü dinin temelinde insan dışı, insan ötesi bir gücün iradesi söz konusu. Bu, ister Taoculukta, Budacılıkta olduğu gibi belirsiz bir manevî güç olsun, ister tek tanrılı dinlerdeki Allah görüşü olsun. Halbuki ideolojide bila kayd ü şart her şey insanın, öncelikle de onun aklının buyruğudur. Sermayeciliğe dayalı İngiliz-Yahudi Medeniyeti’nde iki unsurun evlendiğini görüyoruz. Bunlar, Yahudilerin İngiltere’ye getirmiş olduğu sermaye -bunun hikâyesine hiç girmeyeceğim; çok uzun çünkü- ile İngiliz’in teşebbüs gücü. Bu izdivacın çocuğu öncelikle ABD’dir. Bütün dünya gibi biz de bu girdaba girdik. Ama buna mahkum olduğumuz kanaatinde değilim. “Girmek zorundaydık, değildik” gibi şeyleri bir tarafa bırakalım; artık girdik! Peki, kalacak mıyız? Hayır. Mustafa Bey’in dediği gibi, Müslüman kalarak çağdaş olamazsın. Bunlar birbirini götüren şeylerdir; çünkü İngiliz-Yahudi Medeniyeti’nin temelinde bulunan sermayecilik ideolojisi -bunu kötü bir anlam yükleyerek söylemiyorum; tespit ediyorum- sömürüye dayalıdır. Sermaye birikimi bunu gerektiriyor; sömürü beraberinde emperyalizmi şart koşmuş. “Ben emperyalist olmayacağım” dersen, sermayeci olamazsın. Peki İslam sömürüyü yasaklıyor mu? Evet, faiz yasağı bunun içindir. O zaman bu kısmı ayıramazsın; çünkü İslam bir düzen işidir. Başka dinlerden en önemli farklılıklarından birisi, İslam’da misyonerliğin olmamasıdır; senin dinin sana, benim dinim bana. İslam bir nizam dinidir. Toplumsal yapısı vardır; bunu eğip bükemezsiniz. Bizde ruhban sınıfı olmadığı için, dinin siyasîleşmesi de mümkün değildir. Büyük bir ihtimalle Marks’ın düzen çılgınlığı İslam’ın etkisiyledir. Marksçılıkta her şeyi düzen belirler. Marks, maneviyatı çıkarmış, Allah’ı atmış. Yani Marksçılık aslında tanrısız bir idealizmdir. Uzatmayayım; çağdaşlığı Müslümanlık çerçevesinde yaşatamayız.
Kayapınar Moderniteyi de çağdaşlık olarak mı alıyorsunuz?
Duralı Aynen.
Kayapınar Öyleyse çağdaşlık evrensel bir süreç değil; Batı’ya has bir yapı.
Duralı Kesinlikle. Küreselleşme de emperyalizmin farklı bir terimle ifadesidir.
Kayapınar O zaman söylediklerinizden şöyle bir çıkarımda bulunabilir miyiz? Batı medeniyeti, İngiliz-Yahudi Medeniyeti yükseldi; onun değerleri evrenselleştirildi. Yani sübjektif olan bir şey objektifmiş gibi sunuldu.
Duralı Döve döve, vura vura, kıra kıra yapıldı.
Kayapınar Diyelim ki, Çin veya Hint medeniyetinin bugün sadece kendisine has özellikleri var; bunlar da bir gün, aynı İngiliz-Yahudi Medeniyeti’ndeki gibi evrenselleşebilir mi?
Duralı Yanılmıyorsam, Mustafa Bey’in bu tür faraziyeleri var. Bunlar bana çok zayıf faraziyeler olarak görünüyor. Kesin olarak şunu söyleyebilirim: Çin ve Hint’ten medeniyet seçeneği çıkmaz. Çünkü bugünkü Çin ve Hint, tümüyle İngiliz-Yahudi Medeniyeti’nin kanalından akmaktadır. Ha bir gün Çin çıkar derse ki, “ben toprak istiyorum, atom bombasını atarım, Tayvan’ı işgal ederim”; o bir medeniyet hadisesi değil, bir devlet siyasetidir. Ama bir özgün medeniyet projesi olarak Çin medeniyetinin alternatifliğinden, seçenekliğinden söz edemeyiz. Eskiden de edemezdik; çünkü mevziî idi, milletler üstü, kültürler arası bir bütünlüğe sahip değildi. Bir kavmin medeniyet seviyesine erişmişliğinde elbette bir göreliliği vardır. Hint medeniyeti bir ümit ışığıydı; fakat son otuz yılda o da tamamıyla kendi modelini, paradigmasını hızla atmak yolunda. Her şeyiyle; kılığıyla, kıyafetiyle, oturuşuyla, kalkışıyla, dua edişiyle… Hindu dininin çarpıtılmasını anlatsam, bir hafta sürer.
Kayapınar Özellikle Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra medeniyetlerin yükseldiği yönünde görüşler var. 21. yüzyıldaki olayları belirlemede sizce medeniyet bir analiz birimi olarak açıklayıcı olabilecek mi; medeniyetle açıklanabilecek bir şey var mı?
İnam Ben açıklanamayacağını düşünüyorum; çünkü medeniyet ya da ulus-devlet gibi kavramların üstünde durduğumuz sürece, kavranılması, anlaşılması gereken şeyler sanki çok biliniyormuş ve ortada hiçbir mesele, muamma yokmuş gibi değerlendiriliyor. İngilizler buna “explain away” diyorlar. Öyle bir açıklıyorsun ki, ortada hiçbir mesele kalmıyor; sırrı kalmıyor. Medeniyet bence çok açıklayıcı bir kavram gibi gözükmüyor. Yıllar yılı kullanıldığı ve bu konularda düşünen insanların çok temel kavramları olduğu için elbette medeniyet, ulus-devlet gibi kavramlar kullanılacak. Ama hayat hızla değişiyor; belki insanın bu gezegendeki yaşam biçiminin hızlı değişimine uygun kavramlar değil bunlar; geçmişte kalmış ve bence eskimiş kavramlar.
Kayapınar Ama bir açıklama birimine ihtiyaç duyacak insanlar; sosyal sınıf mı, devlet mi, medeniyet mi daha fazla belirleyici veya bir tek insan mı kalacak ortada? “İnsan düzeyinden daha büyük düzeydeki herhangi bir tasnif yanıltıcıdır” mı diyeceğiz?
İnam Çok kısa bir zaman dilimi içerisinde Batı’nın dayattığı kavramlarla açıklanmaya devam edilecek. Demokrasi, insan hakları, özgürlük bir süre kullanılacak gibi geliyor bana. Bu arada değişen hayat tarzlarının yeni kavramlar doğuracağına inanıyorum. Ama 21. yüzyılın süresince bu kavramların inşası yapılabilir mi, onu bilmiyorum. Bugün sosyal bilimler alanında, felsefede kullandığımız kavramlar değişmekte olan hayata yakışan kavramlar değil. Hayat hep önde gidiyor ve muamma devam ediyor. Ama biz o muammayı daha farklı açılardan görebilecek yeni kavramları yaratmakta aciziz.
Duralı Mesela tüpten çıkan insanlar bana insan gibi gözükmüyor.
İnam İşte ondan müthiş bir şey çıkacak.
Duralı Bir yaratığa insan demek için, onun ana rahminden çıkması lazım.
İnam Dolayısıyla işte senin o insan-beşer karşılaştırmaların, yeniden yüzleşilmesi gereken kavramlar. Kendimizi yenilenen dünyada yepyeni bir şekilde ortaya çıkarabilmeliyiz. Bunun için önümüzde yepyeni bir geçmiş bizi bekliyor; çünkü bu inşa edilecek bir geçmiştir. Teoman Hoca inşa ettiği için bir heyecanı yok belki. O her şeyi iki nokta tanımlamış, bitirmiş. Belki haklısın, belki muğlaklık kötü bir şey; ama arayıcı insanlar muğlaklığa tahammül etmeli. Sen bulmuşsun; ama ben hâlâ arıyorum ve bulacağımı da sanmıyorum.
Duralı Şimdi, soyutlamaları hikâyeye dönüştürürsek, kurtarırız kendimizi. Ama gerçekliğe bakarsak, yeni bir gelecek...
İnam Ama sen bulmadın değil mi? Hâlâ arıyorsun?
Duralı Zorluğu ben sana söyleyeyim de, ondan sonra beraber arayalım istersen. Dünyanın nüfusu gelmiş yedi milyara. Bütün bu son medeniyetin şeytanlığı sonucunda kaynaklar kurumuş vaziyette. Bundan sonra, benim gördüğüm kadarıyla, tek çıkış yolu dünyayı aşmak, başka bir gezegene geçmek. O gezegene geçiş sürecinde, bu medeniyete bir alternatif aramamız lazım. Mevlana’ya sığınarak, tasavvufa giderek çözüm bulamıyoruz. O gideceğimiz Merih var ya, kaçınılmaz bir şey o! Deniliyor ki; ana rahminden gelen insanlar böyle bir dönüşmeyi başaramazlar. Bütün bu kopyalama, klonlama hadiseleri de yeni fizik şartlara uygun insan bünyesi yaratmak için. Bu insan mı şimdi? Rahim bir kere kutsal bir terim. Allah, rahmet vasfını kadına bahşetmiş Bir insan benim için oradan çıkmadığı takdirde kutsanmış olmaz. Ona başka bir şey demek lazım. İnsan sadece yüreği, gözleri, elleri olan bir varlık değil; bunlar robotlarda da var. “Trum trum tırak. Trak tiki tak”, Nazım Hikmet’in bir şiiri var; “Makinalaşmak istiyorum” diye. O bile bir dilektir ve çok insanî bir şeydir. BBC’de bir haber dinledim, Londra’da birçok tüp bebek çıkışlı insan babasını arıyor. Kadın gen bankasına gidiyor; “ben şu adamı beğendim” deyip onun spermlerinden alıyor. Sonra çocuk doğuyor, büyüyor. Böyle binlerce çocuk var ve bunlar artık ergenlik çağına giriyorlar. Bugün İngiliz ve Yahudi Medeniyeti’nin merkezlerinde, “silah sanayi mi, yoksa feza sanayi mi?” tartışması var. İkisi arasında sıkışmış vaziyetteler. Bugün silah sanayinden vazgeçilse, uzaya yerleşme projeleri hazır; sadece para lazım. Tabii bu sırada kapitalizmi benimsemeyen çok ender toplumların ümüğüne basacaklar. Afganistan bunun örneği. O hayat tarzının dışında yer alıyorsanız, yaşamanıza izin vermiyorlar. Hayatı kâra bağlı kapitalizmin. Dükkanlara bakın, ne kadar lüzumsuz şey varsa orada. Bugün bir lüzumsuzluklar denizi içindeyiz. Elbiseler, modalar, uyuşturucu maddeler, televizyonda gösterilenler… Buradan Singapur’a 3 saatte uçacaksın. Singapur’a 3 saatte uçsam ne olur, 12 saatte uçsam ne olur! Ne yapacaksın, ne lüzumu var!
Kayapınar Peki, bu sürecin geri dönmesi mümkün mü? Yani insanlar, teknolojiye koştukları gibi teknolojiden kaçacakları bir döneme ulaşacaklar mı?
Duralı Ahmet Bey’den ayrı olarak, ben geleceği okuyamıyorum.
İnam Bir kahin olarak benim görüşüm şöyle: Teknoloji ilerledikçe daha tabii hale gelecek. Biz teknolojinin ilk aşamalarında olduğumuz için, onun zararlı yönlerini, çevreyi kirletmesini vesaire görüyoruz. Ama teknoloji ilerledikçe, tabiata uygun hale gelecek. Çok ileri teknolojiler gayet doğal gibi gözükecek.
Özel İzin verirseniz İbn Haldun’la noktalayalım. Neye ihtiyacımız var? Arada görüş farkları olsa bile, bir yenileyici felsefeye, özellikle yeni bir tarih felsefesine ihtiyacımız var. Bunun nasıl olacağını geleceği okuma kabilinden yapmayalım da, geçmişte olana dayanarak cevaplandırmaya çalışalım. İşte takriben 600-650 yıl kadar önce İbn Haldun “umran” adını verdiği bir ilmi kurarken şöyle bir tarif yapmış: Umran ilminin gayesi, insanları taklitten kurtarıp daha önce olmuş bitmiş olanla daha sonra olacak olanın anlaşılması hususunda bir bakış açısı kazandırmaktır. Çünkü yazılan tarih olup bitenin yerine geçen ikinci bir gerçeklik haline gelir. Bu gerçeklik de mevcudu ya meşrulaştırır ya reddeder; dolayısıyla böyle bir bakış açısıyla yeni tasavvurumuza medeniyet, umran ya da başka bir şey deriz.
Duralı Uygarlık demeyelim de, ne dersek diyelim.
Paylaş
Tavsiye Et