Kemal Sayar (Doç. Dr. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Klinik Şefi)
Ömer Lütfi Mete (Gazeteci-Yazar, Senarist)
Bülent Şen (Araştırmacı)
Son zamanlarda Türk toplumunun bir şiddet yumağına dönüştüğü yönündeki kanaat, ister istemez bizi, siyasî, ekonomik, sosyal ve ahlakî yapıları irdelemeye zorluyor. Toplumsal şiddetin boyutlarını, sebeplerini ve çözüm yollarını arkadaşımız M. Mücahit Küçükyılmaz’ın ev sahipliğinde, her zaman olduğu gibi konunun uzmanları ile gerçekleştirdiğimiz bir açık oturumda ele aldık.
M. Mücahit Küçükyılmaz Öncelikle sizden başlamak istiyorum Kemal Bey; Türkiye’deki şiddetin bireysel ve toplumsal planda arttığını düşünüyor musunuz? Bugüne mahsus bir artış söz konusu mu, yoksa gerçekten “medya abartıyor” mu?
Kemal Sayar Türkiye’de toplumsal şiddetin çok daha ileri boyutlara vardığı dönemler oldu. 12 Eylül öncesinde sokaklarda kan gövdeyi götürüyordu; toplum kamplara bölünmüş, insanlar birbirlerinden uzaklaşmıştı. Türkiye’de toplumsal şiddet zaman zaman patlamalar gösteriyor; fakat giderek artan bir şey yok. Belki şiddetin biçimi, muhteviyatı değişiyor; fakat şiddet bu toplumda özellikle son 20–30 yıldır varlığını belirgin bir şekilde hissettiriyor. Bireysel anlamdaki şiddet; karı-koca kavgaları, kadınların tacize uğraması, eşlerinden darba uğramaları her zaman vardı. Bu tür şiddet dünyanın bütün toplumlarında olabilir. Fakat şiddetin serseri mayın gibi olanına rastlıyoruz bugün; daha kontrolsüz, ölçüsüz, amaçsız. Askerî darbe öncesi sokaklardaki şiddete baktığınız zaman herkesin bir ideali, bir ülküsü, meftunu olduğu bir davası vardı. Şu ya da bu şekilde insanlar şiddeti rasyonalize edebiliyorlardı. Şimdi ise insanların içinde mecrasını bulamamış bir öfke var ve bu en ufak bir kıvılcımla şiddet olaylarına dönüşebiliyor. Bunun için çeşitli mecralar belirleniyor. Mesela futbol stadyumlarında şiddet, kontrolsüz bir biçimde dışa vuruluyor. Video oyunlarında, televizyon dizilerinde aslında bir dereceye kadar şiddet kontrollü bir şekilde insanların içini boşaltması için sunuluyor. Belli bir ölçüyü aşmamak kaydıyla, bunda büyük bir beis yok. Fakat mesela okullarda son zamanlarda gördüğümüz şiddet, artık düşünülmeden psikolojik saiklerle, fevrilikle içine girdiğimiz şiddetin tırmanmakta olduğunu gösteriyor bize. Bu bir amaç, bir ülkü, bir ideal peşinde değil de benlik davasının, kişinin kendisini tanımlamasının bir sonucu olarak, dilsizleştirilmiş insanların elindeki yegâne bir dil, yegâne kendini ifade etme vasıtası olarak ortaya çıkıyor. Gözleyebildiğim kadarıyla toplumsal şiddet Türkiye’de büyük bir işlerlik kazanmıyor. Çünkü toplumda tamponlama vazifesi yapabilecek, insanların içindeki öfkeyi, şiddeti dindirebilecek birtakım geleneksel koruyucular var; geleneksel kültür, din, ahlakî anlayışlar, kuvvetli aile yapısı gibi. Bunlar olduğu sürece insanlar şiddeti rasgele dışa vuramıyor. Fakat ne zaman ki bu yapılar çözülmeye uğramaya başlıyor, eski güçlerini kaybediyor, işte o zaman toplumsal sahada şiddeti biraz daha fazla görmeye başlıyoruz.
“Şiddet, İnsanoğlunun Doğasında Var”
Küçükyılmaz Ömer Lütfi Bey; şiddetin artışı bugüne mahsus bir şey mi yoksa bugünlerde kanlı canlı karşılaştığımız için mi içinde bulunduğumuz durumu şiddetle vasıflandırıyoruz?
Ömer Lütfi Mete Şiddet Habil ile Kabil’den bu yana yaradılışın bir gerçeği. Cehennemin var oluşu bile bize şiddeti hayatımızın bir gerçekliği olarak her dakika hatırlatır. O yüzden toplumsal şiddet, bireysel şiddet gibi ayrımların, olayları anlama ve düşünce geliştirme çabalarında bir katkısını göremiyorum. Bireysel şiddet diye bir şey sadece intihardır bana göre. Şiddet bir başkasına uygulandığı andan itibaren bireysellikten çıkar.
Küçükyılmaz O zaman aile içi şiddet de, toplumsal şiddet kategorisine giriyor.
Mete Gayet tabii. Hz. Peygamber’in ölçüsü, “iki kişi bir toplumdur.” Bu kadar basit. Dolayısıyla bana göre, bireysel şiddet ancak intihar olur.
Sayar Ya da mesela son zamanlarda bazı gençlerin kendini jiletle kesmesi…
Mete Ölümle sonuçlanmayan kendine kıyıcı eylemler de olabilir. Ama bunların yerine daha sağlıklı kavramlar geliştirmek lazım. Zira şiddet insanın doğasında mevcut. Evde çoluk çocuğumuzun kardeş kardeşe kavga ettiklerini görürüz. Hukuk ve ahlak insanoğlunun doğasında olduğu düşünülen şiddeti dengelemeye her zaman yetmeyebilir. Yaşadığımız çağ iyi niyetle adaleti, hakkaniyeti arayabilenlerin etkin olduğu bir çağ değil. Bunun derinlemesine vicdanlarda açtığı tahribat, henüz yeterince ölçebildiğimiz bir şiddet kaynağı değil bana göre. Aslında Irak’ta, Türkiye’de, diğer yerlerde yaşanan haksızlıkları bunun altında toplayabiliriz. Ama gittikçe artan adaletsizlik, insanları doğal hâlin zulüm hâli olduğuna inandırmaya başladı. Türkiye’de toplumsal şiddet ya da terör diyeceğimiz başıbozuk şiddet aslında toplumumuzun müstahak olduğundan daha düşük bir düzeyde. Bu, Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin, en azından asgarî düzeyde bir hukuk düzeni yok. Kağıt üzerinde sayısız yasalarımız var; ama karanlık işler görenleri, içeriden ya da dışarıdan Türkiye’de terör üretmeyi hedefleyenleri takip edecek bir mekanizma kalmadı; bağışıklık sistemi çöktü. Bir ülkenin devlet olabilmesi için kimse görmeden, toplum fark etmeden muzır dış ve iç unsurları bertaraf etmeye çalışan bir çarkın işlemesi gerekir. Böyle bir toplumda bugün, bin yıldır bu topraklarda geliştirdiğimiz, katkıda bulunduğumuz, ilahî kaynağın bize verdiği temel ölçülerle şekillenen kültürümüz, hak ettiğimizden daha hafif bir şiddet yaşamamızı sağlıyor. Bu ülkenin akıl hocaları, büyük ölçüde kültüre, yerli değerlere karşı tetikçilik yapmakta. Bu ülkenin üniversiteleri, bu ülkenin resmî diliyle kavga halinde; bu ülkede eğitim dili yabancı. Kimse yaman bir işgal altında olduğumuzu görmüyor. Görsek bunlarla ya kavga ederiz ya da içimize sindiririz. Ama kendimizi bir bağımsızlık vehmine kaptırmış, kendi kendimizi idare ettiğimiz saplantısı içerisinde oynatılıyoruz.
Devlet ve Şiddet
Küçükyılmaz Bülent Bey, Ömer Lütfi Bey şu anki şiddetten daha fazlasına müstahak olduğumuzu, şiddetin insanın doğasında olduğunu; devletin, hakikaten devletlik vazifesini yerine getirse şiddetin bu ölçülere varmayacağını söyledi. Sizce toplumsal şiddetin önlenmesinde devletler ne gibi bir vazife ifa etmeli?
Bülent Şen Bu soruya vereceğimiz cevap, aslında bizi, ister istemez devletin şu anda bir olgu ve hayatî bir organ olarak içinde bulunduğu durumu tanımlamaya itiyor. Kriz içindeki ulus-devleti tanımladığımız zaman, böyle bir yapının toplumla olan ilişkisinin de bu krizden azade kalamayacağı bir yapı ortaya çıkıyor. Bunun çok daha geniş yansımaları var. Çünkü ulus-devletin inşasını Fransız İhtilali’nden bugüne getirirsek, belli ölçüde müesseseleşmiş devlet, toplumla olan ilişkileri çarpık da olsa, şiddetin kullanımıyla alakalı boyutları da olsa, insanların korunabilecekleri, birbirleriyle müzakereler çerçevesinde anlaşabilecekleri süreçleri ortaya çıkarmıştır. Özellikle de 90’lı yıllarda çift kutuplu dünyanın ortadan kalkması, aynı zamanda bildiğimiz bir dünyanın da son bulması anlamına geliyordu. Günümüzde ise asimetrik terörden kuş gribi hastalığına varıncaya kadar, topluma sürekli belirsizlik pompalayan ve ontolojik güvensizlik duygusunu devamlı surette arttıran, insanın çevresine karşı sürekli bir tedirginlik ve şüphe duymasına neden olan bir yapı söz konusu. Bir de bu belirsizlik ortamından bir şikayeti olmayan, hatta bu ortamdan nemalanan tuzu kuru bir güruh da var. Ayrıca, ülkede iki kesim arasında uçurumların oluştuğu da bir gerçek.
M. Akif Kayapınar Yani Türkiye’deki şiddetin küresel bir şiddetin izdüşümü olduğunu, bundan nasibini aldığını mı düşünüyorsunuz?
Şen Bireysel planda bunun önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama tabii ki bunlar çok manipüle edilebilen şeyler.
Küçükyılmaz Kemal Bey, şiddetle savaş, şiddete karşı savaş ya da barış için savaş… Bunlar kendi içerisinde çelişik anlamlar taşımıyor mu? Barış için şiddet söyleminde de sanki pragmatik bir meşrulaştırma çabası var gibi. Yani bir taraftan şiddeti bertaraf etmek istiyor, diğer taraftan yine şiddet kullanıyorsunuz. Devletlerin işlevine gelirsek, şiddeti yok etme konusunda bu tür bir tehlike devlet için de söz konusu değil mi? Bu aşılamaz bir ikilem midir?
Sayar Şiddet o kadar çok boyutlu, çok veçheli bir şey ki, bizim daha özgün bir alanda at koşturmamız lazım. Politik şiddet çok katmanlı bir olgu; işin içine pek çok fesat teorisinin de girebileceği bir alan. Ama anladığım kadarıyla siz, toplumda görülen şiddetten bahsediyorsunuz. Politik şiddetle ilgili tek bir şey söyleyeyim. Franz Fanon’un mühim bir gözlemi vardır. Der ki, “şiddet ancak daha büyük bir şiddetle yok edilebilir.” Fanon, Cezayir’in işgali sırasında Fransızların uyguladığı şiddete bakarak “biz de ancak şiddetle cevap verebiliriz, ancak bu şekilde konuşulur” diye düşünmüştür. Bugün Orta Doğu’da, Amerika’nın ektiği nefret tohumları daha büyük bir şiddet ateşini yakıyor.
İnsanların hayatında gördüğümüz günübirlik şiddet nereden kaynaklanıyor, buna iyi bakmak lazım. Az önce Ömer Bey’in söylediği adaletin incinmişliği duygusu hakikaten çok önemli. İnsanlar her zaman tünelin ucunda ışık görmek isterler. İnsanı hayata bağlayan şeylerden birisi ümit duygusudur. Eğer ümit olmazsa bir toplumda, için için bir öfke mayalanmaya başlar insanlarda ve bu, kendini boşaltacağı bir mecra arar. Bu karı-koca kavgası, futbol terörü olarak ya da trafik kurallarını hiçe sayarak trafikte araba yarıştırmak şeklinde karşımıza çıkar. Toplumsal depresyon duygusunun sebeplerinden birisi, bir toplumda uzun bir müddet iyilerin taltif edilmemesi ve kötülerin cezalandırılmamasıdır. İnsanlar öyle bir duyguyla yaşar, iyiler asla hak ettikleri ödülü almıyor, kötüler de asla hak ettikleri cezaya çarptırılmıyor duygusuna mağlup olurlarsa, yavaş yavaş bir bırakmışlık, çaresizlik, edilgenlik tutumu gelişir. Bu da ifade edilmemiş bir öfkeyle kendisini belli eder; zaman zaman patlamalar yapar. Öfkenin kaynağında haksızlığa uğramışlık duygusu vardır. Eğer insan haksızlığa uğradığını düşünüyorsa, bir başkası tarafından bir söz, bir ima, bir davranış ile küçültüldüğünü ve kendini ifade edemediğini düşünüyorsa öfkelenir. Öfke daha sonra şiddete, kimi durumlarda örgütlü teröre dönüşebilir. Toplumumuza baktığımızda özellikle gençlerin daha fazla şiddet olaylarında rol aldığını görüyoruz. Liselerimizde bu ölçüde, anlamsız bir şiddetle karşılaşmıyorduk. Gençlerle ilgili bir kliniğin direktörlüğünü yürütüyorum. Son 15-20 yıldır depolitizasyon sürecinin kurbanları olan gençlerin çok ciddi bir şekilde anlamsızlık duygusuyla boğuştuklarını görüyorum. Bugün bir marka bağımlılığından söz ediliyor. Daha varlıklı ailelerin çocukları arasında estetik çılgınlığı da başlamış; burnunu, dudağını değiştirip bir şarkıcıya benzetmeye çalışıyorlarmış. Bütün bunlar, çaba göstererek bir şey olmaktansa, bir şeylere sahip olarak olmayı yeğleyen bir gençliğin içindeki anlam boşluğunu gösteriyor. Bir çaba, bir gayret, bir oluşla varolmak yerine, birtakım ucuz şeylere sahip olarak veya birtakım cemaatlere, komitelere ait olarak (tüketim komiteleri de olabilir bunlar) kendisini var etme çabasını görüyoruz. Ben bunu gençlerdeki şiddetin bir kaynağı olarak görüyorum. Bir başka kaynak ise, ebeveynlerin artık çocukların hayatlarında giderek daha silik insanlar haline gelmesi, geleneksel anlam sağlayıcı rollerini kaybetmeleri. Daha önceki nesillerin hikâyelerini çocuklarına aktarabilen güçlü figürler olma vasıflarını kaybediyorlar. Dolayısıyla çocuklarımız Hollywood filmlerinin, çizgi filmlerinin bize sunduğu hikâyelerle büyüyor. Bu hikâyelerde alttan alta çok acayip mesajlar veriliyor. Mesela karikatürist bir arkadaşım, “Amerikan çizgi filmlerine bak; kötünün sıklıkla kahraman olduğunu göreceksin” dedi. Böylece çocuklar kötünün de kahraman olabileceği, onun da kazanabileceği dünya tasavvuruna inanarak büyüyor. Sonra o kötü geliyor, Irak’ı işgal ediyor ve biz bunu kanıksıyoruz, çocuklarımız bunu benimsiyor. Söylemeye çalıştığım şey şu: Ninelerimizin hikâyelerini bilmemiz, onlara sahip çıkmamız gerekiyor. Hepimiz bir göçün emzirdiği çocuklarız. Bu topraklarda oturanların daha önce çektikleri sıkıntıları, savaş hikâyelerini, Millî Mücadele hikâyelerini bilmemiz lazım. Bu hikâyelerden uzaklaştıkça Hollywood filmleri, ölçüsüz şiddete dayalı video oyunları, çocuklarımızı, insanların çok kolay incitilebileceği düşüncesine götürüyor. Çocuklarımız şöyle bir mesajla karşı karşıya kalıyor: Bu çok karanlık ve çok zalim bir dünya, eğer kurban olmak istemiyorsan zalim ol. Sen incinmek istemiyorsan, başkasını incit. Yani George Bush’un, “ya bizimlesinizdir ya da onlarla” söyleminin bir benzerine muhatap oluyorlar; dünyayı karanlık bir yer olarak resmeden ve mutlaka senden olmayanı senin karşında tanımlayan bir doktrin.
Devlet ne yapabilir? Devlet bir defa kendisi öncelikle şiddet uygulamaktan vazgeçebilir.
Küçükyılmaz Belki devlet, bireylerin kendi aralarında uyguladığı şiddet konusunda, adalet duygusunun incindiği noktada düzenleyici bir üst kurum olarak varlığını hissettirmeli.
Sayar Hepimiz bu ülkede yaşayan vatandaşlar olarak, aslında günübirlik bir şiddetin muhatabıyız. Bu, toplum hayatının dokularına nüfuz etmiş, görünmeyen bir şiddettir. Mesela geçen gün yoksul bir mahallede oturan tanıdığım bir genci aradım iş bulma vesileyle. Şu anda asgarî ücretle bir işte çalışıyormuş. Bu çocuk sabah 04:30’da kalkıyormuş işine gidebilmek için. “Gebze’den trene binip Haydarpaşa’ya gidiyorum, oradan da yürüyerek hasta bakıcı olarak çalıştığım hastaneye gidiyorum” dedi. Genç bir insan, ayda 400 YTL maaş ile ev geçindiriyor ve bu maaşı hak etmek için 3 saati yolda geçiyor. Bu çok ağır bir şiddettir. İnsanların İstanbul gibi bir şehirde yaşayıp da kâşaneler görüp ondan sonra gecekondularına dönmesi ve orada çok zor şartlar altında yaşamak zorunda kalmaları; onu da geçiyorum bir memurun, bir öğretmenin Türkiye’de dürüst, namuslu bir şekilde çalışarak sadece maaşıyla hayatta hiçbir şeye sahip olamayacağını bilmesi… Bunlar insanların üzerinde hep azar azar uygulanan, haksızlığa uğramışlık duygusunu çoğaltan şiddetlerdir. Peki devlet ne yapabilir? Devletin adaleti tesis edebilmesi, ahlaksızları cezalandırabilmesi, keyfiliğin önüne geçebilmesi, kendi eliyle yürütülen bir şiddet varsa eğer onu mutlaka izale etmesi gerekiyor. Mesela okulda öğretmen çocuğa vuramamalı, polis gözaltındaki kişiye kötü muamele edememeli, asker ocağında bir fiske dahi vurulamamalı. İkincisi, okullarımızda gençlerimize hiçbir şey vermiyoruz biz. Okullarımızın şefkatin, sevmenin, diğerkâmlığın öğretildiği, geleneksel kültürün içinde zaten bulunan bu çok sağlam değerlerin aktarılabildiği müesseseleri haline gelmesi lazım. Üç-beş formülün ezberletildiği, hiçbir amaca hizmet etmeyen, hiçbir şeye yaramayan içi boş kurumlar olmaktan çıkarılması lazım. Yine devlet eliyle yürütülen ayrımcılığın bitmesi lazım. Bu, büyük bir şiddettir. Devlet eliyle toplumun bir kesimine, şöyle veya böyle giyinen insanlara karşı bir ayrımcılık yürütülemez. İnsanların öğrenim hakları, saygın bir şekilde davranılma hakları çiğnenemez. Öncelikle devletimizin kendi eliyle isteyerek ya da istemeden yayılan şiddeti önlemesi; şiddete götüren noktalarda çok adil bir hakem olup onları temizlemeye gayret etmesi lazım. Türkiye’de çok daha derin bir meseleyle karşı karşıyayız: Acaba insanların hür ve eşit şekilde yaşamaları gereken bir toplumda devlet aygıtının resmî bir görüşü olmalı mı, olmamalı mı? Bir görüşü empoze edebilmeli mi, edememeli mi? Bu çok önemli bir tartışma. Zaten resmî ideoloji de çok farklı okumalara açık. Elias Kanetti’nin çok güzel bir hikâyesi vardır: Moğol hükümdarının sarayına bir gün birisi hakaret içeren bir mektup atar. Günlerce uyuyamaz hükümdar. Aratır bulamaz. En sonunda Devleti Abad şehrini dümdüz eder. Her tarafını bombalatır yakar yıkar. Bir tane sağ adam kalmaz ve en sonunda şöyle der: “Şimdi artık içim rahat ve öfkem yatıştı.” Her şeyi dümdüz ederek, özgürlükler alanını hak ve hürriyetleri tamamen görmezden gelerek birilerinin içinin rahatlaması mümkün. Ama kendimizi eşit ve hür bireyler olarak tanımlıyoruz. Dolayısıyla kimsenin benim üzerimde vesayet kurmaya hakkı yok. Ama memleketimizde hakikaten çeşitli dönemlerde farklı toplum kesimlerine karşı, devletin gücü kullanılarak, değişik çıkar çevreleri tarafından çok ciddi şiddet uygulanabiliyor. Bu, yeri geliyor sol görüşlü kesimlere oluyor, yeri geliyor okuyan başörtülü hanımlara oluyor. Buna herhalde toptan karşı durulabilmesi gerekiyor, bütün toplum kesimlerinin ittifakıyla. Ama bizim kendi içimizde bir barış, hoşgörü kültürünü, birbirimize hoşça bakma kültürünü yerleştiremediğimiz aşikâr. Çünkü bu ayrımcılık sadece devlet eliyle gelmiyor. Toplum içindeki birtakım sivil saydığımız odaklar da çok faşizan görüşlerle arz-ı endam edebiliyorlar.
Mete Affedersiniz; ama başka bir şeye daha bakmak lazım. Cenab-ı Hakk sapıtan toplumları şiddetle cezalandırmış. Hz. Peygamber “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın” buyuruyor. Bu ne demektir? Allah’ın Kahhar olduğu, Cebbar olduğu, Azizün Züntikam olduğu hallerde siz de öyle olun demektir. Ama bu her an, herkese karşı öyle olun demek değil. Çünkü O, aynı zamanda Rahman’dır, Rahim’dir, Settar’dır. Ama bize ibret olarak temel kitabımızda herhangi bir eski toplumun azgınlığına karşılık da şiddeti anlatıyor. Öyleyse bu bir şiddetle te’dib etme yöntemi önermek değil midir? Şimdi burada, şöyle bir sonuca da varıyorum: Şiddeti nihayetinde var eden, mümkün kılan Allah’tır. Öneriyor, tavsiye ediyor değil; ama bizim itikadımıza göre hayır ve şer, dolayısıyla, şiddet Allah’tandır. O yüzden ben, şiddet hayatın bir gerçeği diyorum. İçimizde bize kötülük yapmak için programlanmış bir güç var: Nefs-i emmare. Bizimle cebelleşen, diğerkâmlık yerine benliğimizi öne çıkaran bir dinamik. Onun için zaten nefse zulüm kavramı, yani kişinin kendi kendine ettiği eziyet kavramı var. Demek ki biz, içimize yerleştirilmiş bu bomba ile birlikte onu patlatmadan, bize ve başkasına zarar vermeden yaşamak durumundayız. Şiddet, caydırıcı ceza-i yöntemler şeklinde insanoğlunun bir yeteneği olarak kalmalıdır; ceza verilebilmelidir. Yoksa iyiyi mükafatlandırmıyorsun, ona karşılık kötüyü cezalandırmıyor; ödüllendiriyorsun. Kavimlerin sapıttıkları dönemlerde cezalandırılması ve helak edilmesi bize bir kere insan öldürenin öldürülmesi hükmünü getirir. Haksız yere öldüreni, keyfî veya çıkar amaçlı cinayet işleyeni ölümle cezalandıramayan insanoğlu şiddetle kavga edemez, onunla baş edemez. Kısasa kısas hayati bir konudur… Allah, “kısasta sizin için hayat vardır” hükmünü boşuna getirmemiştir. Gerektiği yerde şedid olamamanın bedelini, her dakika şiddet yaşamakla ödemeye devam ediyoruz. Okullardaki şiddetin sebeplerine bakınca, gençliğimizin boş kalışının, boş bırakılışının küresel tasarıların bir uzantısı olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. İnsan bu kadar müptezel bir düzeni kendi milletine öngöremez, yakıştıramaz.
Küçükyılmaz Bülent Bey, eğitim sosyolojisi açısından değerlendirildiğinde, toplumsal şiddete karşı alınacak önlemler bağlamında neler söyleyebilirsiniz?
Şen Şiddeti tanımlamak için bir defa onun eşitlikle alakasını kesin olarak ortaya koymamız gerekiyor. Bu eşitliği ne pozisyonda düşünürseniz düşünün. Çünkü bunu sağlayamadığınız müddetçe, bundaki bütün kusurlar bir şekilde şiddet olarak topluma, bireyin kendisine ve devlete geri gelecektir.
Kayapınar Eşitlikle ne kastettiğinizi açabilir misiniz?
Şen Mesela eğitim sosyolojisinde kullandığımız fırsat eşitliği. Fırsat eşitliği kavramı aslında tam bir Amerikan tarzı rekabetçi-yarışmacı kültür çağrışımını da içine katan bir anlayış. Siz, bu ülkenin bir vatandaşı olarak herkesle eşit koşullarda yarışıp, daha çok ter akıtıp, daha çok çalışıp statüler elde edebilirsiniz. Geçmiş dönemlerin doğuştan kazanılan soy temelli statülerinin devri artık bitmiştir. Sadece eğitim enstrümanını kullanarak dahi arzuladığınız noktalara gelebilirsiniz. Dolayısıyla devletin buradaki rolü nedir? Özetle, bu mobilizasyonun kanallarını açık tutmak ve bir nevi kabaca söyleyecek olursak demokratikleşmekten geçer. Hâlbuki bunun bizzat özgün modelini aldığımız Amerika’ya baktığımız zaman bile burs sistemi, özel okullar, özel üniversiteler, kolejler bu söylemin aksi bir durumla bizi karşı karşıya bırakıyor. İnsana bakışımızın içini eşitlikle doldurmamız gerekiyor. Bu kavramın aynı zamanda insanları mücadeleye davet eden, taraf olmaya iten bir yanı da var. Dolayısıyla buradan hareketle devletin yanı sıra, aydınların da bir sorumluluğu var burada. Nedir bu? Nasıl bir toplum öngörüyoruz mesela? Her şeyin değiştiği bir çağda devletin, toplumun ve belli kategorilerin hâlâ kendi katı gerçeklikleri içinde varlıklarını sürdürebileceklerini iddia edemeyiz. Bizim tercihimiz ne olacaktır bu noktadan sonra? Yarışmacı bir kültür kodu mu? Eğer öyleyse, mevcut eğitim sistemini de dönüştürerek, böyle bir insan tipini yetiştirecek bir anlayışı mı baki kılacağız? Yoksa köklerimizde varolan ve bizim kimliğimizi üreten bir kaynak olarak eşitlikçi kültür mü hâkim olacak? Zenginliğin belli bir edep sınırları içerisinde ve paylaşımcı özelliği belirgin bir tarzda yaşandığı bir dönemden bugün bir gösterişçi-tüketim toplumu haline geldik.
Kayapınar Biraz önce Kemal Bey, “fırsat eşitliği varsa ümit kapısı açık; ama sözde kalmışsa, ümit kapısı kapanıyor” dedi. Fırsat eşitliğini gerçek anlamda tesis edemediğimiz için mi şiddet yükseliyor?
Şen Aslında Türkiye, Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan ve zaman içinde sürekli kırılmalara uğrayan, fakat her bir kırılmada köklerinden daha da koptuğu bir dönüşüm sürecini yaşıyor. Buna, genel olarak modernleşme/Batılılaşma demişiz. Bu süreçte, adına Türk toplumu veya Türk milleti dediğimiz şeyi oluşturan temel değerler gittikçe zayıfladı; hatta zayıflatıldı. Bir anlam dünyasından vazgeçildi; fakat yerine yeni bir ahlak ya da yeni bir birleştirici ruh konamadı. Gelişen süreç her anlamda bir parçalanmayı doğurdu. Bugün yaşadıklarımız da, kanaatimce, her alanda yaşadığımız bu parçalanmışlığın ve buna bağlı olarak ortaya çıkan boşluğun birer ürünü. Aynı boşluğu ve şiddeti; siyasette, akademide, aile yapısında, kadın-erkek ilişkilerinde, ticarî ilişkilerde, eğitimde vb. görüyoruz. Devletin bu süreçteki rolü, en temelde milletteki bu birlikteliğin bir yansıması ve sürdürücüsü olması gerekirken, tam tersi bir tavır geliştirmesindedir. Buna bağlı olarak ortaya çıkan bir diğer gerçek de, devletin dolduramadığı bu boşluğun bir şekilde doldurulması, milletin ve değerlerinin yaşanan bu parçalanma sürecinde artan bir biçimde yıpratılmasıdır. Bugün yaşadığımız düzensizlikler, boşluklar, bunalımlar ve bütün bunlara bağlı olarak gerçekleşen şiddet, kanaatimce, bütünüyle Batılılaşma sürecinin bir sonucudur. Batılılaşma siyasetiyle farklı bir inanca, farklı bir kimliğe ve farklı bir birey ve toplum anlayışına sahip olmamız arzulandı. Bugün, toplum amaçlanan yeni kimliğe hazır boş bireyler/zihinler haline getirilme çabasının sonuçları devşiriliyor. Bundan sonraki süreçte, sürecin bu şekilde devamına rıza gösterilirse eğer, birey ve toplum anlayışımızın eskisi gibi olmayacağını görmemiz gerekiyor. İşin kötüsü de, nasıl bir birey ve toplum olacağımız konusunda düşünme ihtiyacı hissetmeyişimiz ve hissettiğimizde de hangi ortak değerler üzerinden bu tartışmayı yürüteceğimizin belli olmayışıdır. Bu yönüyle baktığımızda, bu süreci yaşayanlar olarak gelişmelerden huzursuz oluyoruz. Fakat yüzlerce yıla yayılan bu siyasetin uygulayıcılarının toplumumuzun aleyhine bir başarısından söz edebiliriz.
Mete Tabii okullarda ve sokaklarda çocuklukla gençlik arasındaki neslin şiddetin içine düşmesi sürecinde, patlama düzeyine varan boşanmaların da çok önemli bir rolü var. Türkiye’de diğer ülkelere nazaran hâlâ çok güçlü olan aile kurumu şiddetli bir sarsıntı geçiriyor. Korkunç bir orana ulaşan boşanmalar ve aile kurumunun çözülmesi, şu anki sıcak şiddetin yükselmesinde önemli bir etken.
Gelenekten Modernliğe Geçiş ve Dağılan Aile
Sayar Modernleşme demek, aslında bürokratikleşme demektir; mesela normalde geleneksel olarak anne-babanın yapması gereken görevlerin okula tevdî edilmesi demektir. Çünkü anne-baba meşgul, kariyer yapıyor, ilerliyor. Diyoruz ki artık, “sen çocuğuna bakma, bakabilecek durumda olsan da yuvaya ver, sosyalleşmesi lazım çocuğun, orada daha iyi bakılır ya da okulda senden daha iyi öğretirler bilgileri”. Ama ziraat toplumlarında anne-baba çocuğun yanı başında; çocuk babayla işe gidiyor, öğretilmesi gerekenleri anne-baba öğretiyor. Babayla yakınlığı doya doya yaşıyor çocuk. Modernleşmeyle beraber önce baba kayboluyor, sonra anne işe gidiyor; çocuk boşlukta kalıyor. Amerika’da yapılan bir istatistiğe göre çocuklar, okulda ve anne-babayla geçirdikleri zamanın toplamından daha fazlasını televizyon ya da video oyunları, bilgisayar karşısında geçiriyor. Dolayısıyla ebeveynden sıcak temasla bir şey almıyor. Okullar da aynı şekilde soğuk kurumlar olmuş; öğretmenler canlarından bezmiş. Değer taşıyıcısı olarak işlev göremiyorlar. Aile her an hır gür içinde, hayatın şiddetine maruz kaldığı için birbirlerine tahammülü azalmış. Çocuklar büyük bir buhran içinde büyüyorlar. Benim kliniğimde 13-14 yaşında kendilerini kesmeye başlayan çocuklar var. “Niçin kesiyorsunuz kendinizi?” diyorum, “ben ancak böyle kendime acı vererek varolduğumu hissediyorum” diyor çocuk. O çocukların dilinden öyle şairane sözler dökülüyor ki, bir tanesi geçen gün “her insanın içinde bir umut şehri vardır, hayallerimizle bu umut şehri büyür” diyor. Çok yetenekli çocuklar var; ama sonuçta bunlar en yoksulların, varoşların çocukları. Boşanma çok mühim bir hadise. Zaman ve dikkat anne-babaların çocuğa vereceği iki şey, bunlarla beraber tabii bir de şefkat ve sevgi. Bunların olmaması gevşek aile düzeninde psikopatiyi tırmandırıyor. Psikopati, başka insanlara zarar verdiği halde bundan en ufak bir gocunma, vicdan azabı duymayan kişilik yapısı demektir. Böyle bir kişi, ıstırap verir, acı verir, döver öldürür ve hiçbir şekilde vicdan azabı da duymaz. “Hak ediyordu yaptım” der. Türkiye’de psikopatik kültürün tırmandığını görüyorum; yani ölçüsüz, amaçsız, başıboş şiddet tırmanıyor. 12 Eylül’de grupların uyguladığı politik şiddette zaman zaman vicdan öğelerine rastlayabilirsiniz. Zira o, Pol Pot rejiminin uyguladığı bir şiddet değil. Türkiye gibi Müslümanlığın değerlerini içselleştirmiş bir toplumda en ateşli solcuda bile o dinin mayaladığı vicdanî öğelere rastlayabilirsiniz.
Küçükyılmaz Sağ-sol kavgasında en azından bir meşrulaştırma kaygısı var; şiddete başvuruluyor ama bir politik ideal, kendince yüce bir gâye uğruna... Şimdi ise gerekçesiz bir şiddet yaygınlaşıyor.
Sayar Evet, bu çok daha tehlikeli. 1980 öncesindekinin de geri planında büyük, kodaman psikopatlar vardı; sahneye ise masum Anadolu çocukları çıkıyordu. “Biz bu memleketi kurtaracağız” diyorlardı; ama arkalarında gene tekebbür eden korkunç bir psikopatik güç vardı. Burada Ömer Bey’in tespitine katılıyorum; gençliğin, millî eğitimin bir proje kapsamında felç edildiğini düşünüyorum. Biz okullarımızda hiçbir şey öğretemiyoruz, hiçbir değer, hiçbir eğitim almıyorlar; içi boş çocuklar yetiştiriyoruz. Hap kullanımı çok yaygın. Ümraniye’de, biraz daha Anadolu kökenli insanların ağırlıklı olduğu bir beldede, ortaokul ve liselerde iki sene önce yapılan bir araştırmaya göre uyuşturucu kullanım oranı %60 artmış.
Uyuşturucu Faktörü ve Şiddet
Mete Bu iş, bölücü örgütün denetimindedir ve kendi bölgesinden olduğunu düşündüğü insanların çocuklarının bu hastalığa bulaşmamaları için özen göstermektedir. Onları satıcı yapabilirler; ama kullanıcı yapmama konusuna dikkat ederler. Proje olduğundan şüphe duymadığım bu felaket, medyanın çoğu bilinçsiz unsurlarıyla ayrıca teşvik ediliyor ve geliştiriliyor. Mesela hayal gücü parlak ama yaşayışları mazbut yazarlara “esrar içmiyorsanız, yazdığınız bunca şeyi nereden çalıyorsunuz?” diyorlar. “Afyon, esrar kullanmıyorsunuz, bu hayal gücü nereden?” diye soruyorlar. Esrar kullanımı o kadar doğal, rutin bir uygulama ki. Uyuşturucu kullanmak televizyon sektörü içinde çalışanlarda çok yaygın… Bu insanlar durumlarından şikâyetçidirler, değildirler; ayrı konu. Şüphesiz medyada bu ve benzeri felaketlere karşı samimiyetle mücadele etmek isteyenler vardır. Ama öyle ya da böyle medyanın yaptığı yayınlar, özellikle bir projeyle boş bırakılmış apolitik gençliğin uyuşturucuya yönelmesine sebep oluyor. Uyuşturucu pazarlayıcısı kadar bu faciaya destek vermiş oluyorlar. Sadece klip yayınlayan bazı kanalları seyreden gençler, müptezel bir şekilde zevk düşkünlüğü içinde sürdürdükleri hayatlarında uyuşturucuyu bir sıçrama aracı sayıyorlar. Hani umut şehirleri yıkılmış olanların, yeni umut şehirlerini kurabilmelerinin tek yolu uyuşturucu. Dolayısıyla istediğiniz kadar yayın yapın uyuşturucunun aleyhine, aslında medya olarak siz bu tarlayı ekensiniz.
Medya ve Şiddet
Küçükyılmaz İletişim teorilerinde medyanın şiddeti ve cinselliği yaymasıyla ilgili olarak iki başat görüş ortaya çıkıyor. Birincisi, medyanın şiddet ve cinsellik içeren yayınlar yapmasıyla bu tür davranışların günlük, sıradan ve meşru bir nitelik kazanmasına neden olduğu söyleniyor. İkincisi ise, medyanın toplumda var olan şiddeti yansıtarak hem bir sanal tatmin sağladığı, hem de uyarıcı bir işlevi yerine getirdiği; dolayısıyla, daha fantazm aşamasında iken, somutlaşmadan, eyleme dönüşmeden şiddet dürtüsünü bastırdığı ileri sürülüyor. Medya genelde ikincisini desteklemeyi tercih ediyor. Bu iki görüşe yaklaşımınız nasıl?
Sayar Binin üzerinde araştırma var bu konuda. Çıkan hâsıla şu: Medyada ve video oyunlarında şiddet ne kadar çoksa, çocuğun ya da gencin gerçek hayatta şiddeti bir vasıta olarak kullanma durumu o kadar çok. Araştırmalarda çok kesin bir şekilde birebir nedensel bir ilişki kurulamıyor; yani bilimsel yöntem bize bu kesinlikte bir veri sunmuyor. Fakat duyarlılık azalıyor, şiddet daha kolay kullanılabilir hale geliyor, sıradanlaşıyor. Tabii şiddetin çok fazla olmasıyla beraber dünyanın daha kötü bir resmi de ortaya çıkıyor. Şiddeti uygulayan kişilerin romantize edilmesi burada önemli. Mesela şiddetin olduğu bir yapımda kötüler değil de iyiler cezalandırılıyor. İyileri cezalandırarak şiddet yapan kişi romantize edildiğinde, kötü kahraman yüceltildiğinde, o kişilerle özdeşim kurmak suretiyle gençler ve çocuklar da oraya doğru yönelebiliyorlar. Tabii belli gruplar daha hassas bu konuda. Aslında hepimiz sonuçta Kurtlar Vadisi’ni seyrederken bunun bir sinema yapımı olduğunu, bir kurgu olduğunu bilerek seyrediyoruz. Fakat iki grup büyük bir risk altında: Birincisi, 8 yaşının altındaki çocuklar ki, bunlar gerçeği ve fanteziyi ayırt edemezler; diğeri ise ergenler ki, bunlar da etraflarını çok dikkatli seyrederek özdeşim kuracak figürler ararlar. Anne-baba çok yeterli olsa dahi ergen çocuk, dış dünyayı artık tanımaya başlamıştır, dış dünyada ayaklarının üstünde durabilmenin hesaplarını yapmaktadır. Hem akraba çevresinden, hem de arkadaş çevresinden özdeşleşebileceği, yakınlık kurabileceği kişiler arar. Bu yüzden onlar, bu tür televizyon figürleriyle çok kolay özdeşim kuruyorlar ve onların davranış kalıplarını benimseyebiliyor. Ama çocukluğunu şefkat ve sevgiyle doya doya yaşamış, anne-baba konusunda herhangi bir eksiklik hissetmemiş bir çocuk Kurtlar Vadisi’nden olumsuz etkilenmez. Kurtlar Vadisi nedir? Bence basının dilimize doladığı gibi, o kadar da kötü bir şey değil. Ondan çok daha kötü programlar da var. Sonuçta Kurtlar Vadisi kötüleri cezalandırıyor. Bu bakımdan çok da endişe edilecek bir şey değil. Tabii yer yer çok ölçüsüz şiddet sahnelerine yer verildiği oldu, ben de bizatihi eleştirdim, demeçler verdim. Ama sonlara doğru o da düzeldi. Dolayısıyla oradaki şiddetin ürkütücü olduğunu zannetmiyorum.
Küçükyılmaz Kurtlar Vadisi, Deli Yürek türü diziler potansiyel şiddeti beslemekten ziyade, şiddetin biçimini mi belirliyor o zaman? Çünkü mesela belli biçimler var; kafaya tek kurşun sıkmak, topuktan vurmak gibi…
Sayar Potansiyel olarak şiddet zaten var. Şöyle bir cümle söyleyeyim: Sanat dediğimiz şey duyguların kontrollü bir şekilde dışa vurulmasını sağlar. Film de, kurgusal eserler de, içimizdeki duyguları bir şekilde boşaltıyor. Kurtlar Vadisi Irak filmini çekti mesela Ömer Bey. Ne yaptılar? İnsanların içinde bulunan bu öfkeyi, haksızlığa uğramışlık duygusunu, o büyük güce karşı duydukları öfkeyi dışarı boşalttılar kontrollü bir şekilde. Tabii bu da insanlarda psikolojik bir işlev gördü, onların rahatlamalarını sağladı. Sonuçta şiddet çok ölçüsüz kullanılmadığı sürece televizyon yapımlarının vazgeçmeyeceği bir şey. Çünkü çok güzel bir dünya tasavvuru kendini izletmiyor seyirciye. Ayrıca bu şekilde sadece şiddetin belli dozlarda kullanılması suretiyle çocukların içindeki o enerjiyi aldığını söyleyen bir literatür de var.
Küçükyılmaz Kurtlar Vadisi dizisi bir fenomen oldu hakikaten. Ömer Bey, siz gerçi daha çok Deli Yürek’le özdeşleşmiştiniz...
Mete Ben Kurtlar Vadisi dizisinde hiç yokum. Sinema filminde biraz katkım var; ama onu da abartmışlar. Senaryo süpervizörü diyerek bir jest yapmış arkadaşlar; ama kendilerine haksızlık etmişler. O kadar önemli bir katkı değildi benimki, sadece bazı sahnelerle sınırlı idi. Bunun dışında Kurtlar Vadisi dizisinde hiç yokum; hiçbir aşamasında bir öneride bulunmuş değilim. Hatta ben bu can dostlarımdan, Türkiye’de sanal bir derin devlet ürettikleri için biraz şikâyetçiydim de. Niye? Çünkü bence Türkiye’nin derin devleti yoktur. Dolayısıyla T.C. devlet olmaktan çıkmıştır. Bağışıklık sistemi olmayan bir sisteme devlet demiyorum ben. Bu yüzden o dizi sürerken, kardeşlerimi eleştirmek için değil, özgür düşüncemi ifade bağlamında “derin devlet de yok, devlet de” deyip duruyordum. Ama burada bunu savunma ihtiyacını da duymuyorum. Benim içinde olduğum Deli Yürek dizisi veya başka bir çalışma topluma olumsuz bir etki yapabilir. Nihayet televizyondaki görüntü marazî bir görüntüdür. Eksiktir, düşüktür, sorunludur. Niye? Çünkü bir haftada 80 sayfalık bir metin oluşturacaksınız ve bunu seyredilebilir bir ürün olarak yetiştireceksiniz… İnsanoğlunda böyle bir yetenek, böyle bir hız yoktur. Çok hızlı yazıyorum, çok hızlı üretip düşünüyorum, hatta bu piyasadakilerin belki en hızlısıyım. Ama bu hızda yüksek bir kalite tutturmak mümkün değil. Senaryoda istif yaparak başlamış olsanız bile, bir müddet sonra haftada bir bunu yetiştirmek zorundasınız. Burada kalite olamaz, denetim olamaz. Burada akıl her şeyi kontrol etmeye yetişecek zamanı bulamaz. Televizyon her halükârda bir kültür organı değil, bir kültürsüzlük organı olmak zorunda. Türkiye’de bu iki kat daha fazla böyle. Şimdi Kemal Bey’in ifade ettiği bu 7-8 yaş öncesi çocuklar için Kurtlar Vadisi’nden çok daha şedid çizgi filmler var. He-man’i hatırlarsınız belki. Medyamızın işi sadece Kurtlar Vadisi’ne indirgemesi, aslında “şiddeti görsel bir malzeme olarak kullanan Amerikan kültürünü, Amerikan değerlerini yaygın bir şekilde işleyin ama yerli motifle bunu yapmayın” diyen bir program gibi görünüyor. Dolayısıyla bu, samimi bir feryat değildir, gerçekten şiddet mağduru bir toplumun medyasının halisane niyetle verdiği bir tepki değildir. Eğer Kurtlar Vadisi’ni solcular yapmış olsalardı, çok net söylüyorum, onun topluma ne kadar da büyük hizmetler yaptığını, ne kadar üstün ve yüce bir sanat eseri olduğunu destanlar halinde anlatırlardı. Şimdi burada bir başka gerçekliği de görmemiz lazım. Televizyonlarımıza baktığınız zaman, burası Irak mı, Türkiye mi diye karıştırıyorsunuz. Türkiye dünyada şiddetin en düşük yoğunluklu yaşandığı ülkelerden biri olmasına rağmen, seçip seçip topluma, avama özellikle sundukları görüntüler, sabahtan akşama kadar şiddet içinde yüzdüğümüzü düşündürtüyor. Dolayısıyla şu anda şikayet ettiğimiz özellikle çok genç, ergenlik çağındaki kitle üzerindeki yeni şiddet dalgasının en önemli etkenlerinden birisi, bu bombardımandır. Zaten bana bu duyguyu trafikte dolaşmak veriyor, bu teröre uğruyorum yeterince. Bir de akşam eve gelip bir haber bülteni seyredince, “ne korkunç bir ülkede yaşıyorum; şahsen benim trafikte yaşadığımdan çok daha iğrenci varmış” diyorum. Medyanın hiçbir kuralı yok artık. Medya beklenen en masum hizmetini de yapamıyor. Nedir o? Topluma ayna olmak; ne büyüten, ne küçülten düz bir ayna.
Küçükyılmaz Kemal Bey medyanın şiddetle ilişkisinden bahsederken, “hepimiz aşağı yukarı bunun sanal bir kurgu olduğunun farkındayız” dedi. Fakat Kurtlar Vadisi türü yapımlarla ilgili olarak, özellikle 8 yaş altı çocukların ve ergenlerin tehlike altında olduğunu söyledi. Kurtlar Vadisi dizisinde bu özdeşim kurma işi çok ciddi boyutlara varmadı mı? Mesela dizideki Çakır ölünce, Anadolu’nun çeşitli kentlerinde mevlit okutanlar, yerel gazetelere taziye ilanı verenler oldu. Dahası, Çakır’ın dizideki katili Cerrahpaşalı Halit, Ak Merkez’de sille tokat dayak yedi bir gruptan.
Mete Zaten o olay olmadan önce klinikte olması gereken adamlar değil mi bunlar? Üç-beş ahmak çıkacaktır tabii.
Küçükyılmaz Ben de, “acaba Nasrettin Hoca’nın torunları espri mi yapıyor?” dedim; ama öyle değil.
Mete Bunlar başka ülkelerde de görülen şeyler. Bunun Amerikan toplumunda olmadığını mı zannediyorsun? Çok daha komikleri var orada.
Küçükyılmaz Bizde bu tip şeyler acaba medya kültürünün yeni olmasından mı kaynaklanıyor? Tamam, şiddet kültürü bir şekilde insan doğasıyla ilintili olduğu için baştan beri var. Ama medyanın bizde kurumsallaşmasını tamamladığı, etik kodlarının oluştuğu da söylenemez. Yeni bir olgu medya.
Mete Dünyanın hiçbir yerinde yok bunlar. Medya, ilk gazete çıktığından bu yana nedir biliyor musunuz? Vatandaşın doğasında var olan dedikodu ihtiyacını karşılayan, kendisi teşhirci olan ve vatandaşı da teşhirci yapan bir mekanizmadır. İnsanın patolojik bozuklukları için varolmuştur ve onun için varolmaya devam edecektir.
Sayar Bunu teyit eden bir misal olarak; gazeteler, topluma zerre kadar faydası olmayan bir sürü pop şarkıcısının, mankenin özel hayatlarıyla doludur. Bunları adam yerine koyuyor, oturup çarşaf çarşaf röportaj yapıyorlar. Aslında bunlar insanları hiç ilgilendirmez, onu okumakla da topluma bir fayda zuhur etmez; sadece dedikodu ihtiyacını karşılamış olur. Bu söylediğiniz daha ziyade insanların gerçek ve fanteziyi ayırt edememesiyle, hem zeka yaşlarıyla, hem de ruhsal olgunluklarıyla alakalı bir şey. Biz televizyon aygıtıyla uzun geçmişi olan bir toplum değiliz. Ekranda gördüğümüz çok çabuk özdeşim kurabiliyoruz; bu bakımdan çocuksu özelliklerimizin ön planda olduğu söylenebilir. Çünkü televizyon, herkes tarafından farklı farklı seyredilir. Mesela Dallas dizisini benim babaannem de seyrediyordu rahmetli. Fakat çok kuvvetli bir ahlakî vurguyla seyrediyordu. “Vah vah çok ahlaksız bir kadın şu ...” diyordu. Her gördüğü şeyi onaylamıyor, onları kendi Müslüman kodlarından süzerek alıyordu. Herkes kendi kültürel geçmişiyle, dünya görüşüyle bazı şeyleri birleştirerek onu seyreder.
Küçükyılmaz O zaman şu anda koruma, süzme mekanizması da yok ve toplum çok savunmasız bir şekilde medyaya maruz kalıyor. Daha ürkütücü bir durum var ortada. İsterseniz, şu soruyla bitirelim: Bu ortamda toplumsal şiddete karşı devletin bir bireyi olarak ne yapabiliriz? Bir de devletin kurumlarına acil olarak ne teklif edebiliriz?
Mete Bu konuda çok basit bir şey düşünüyorum. Şu anda acil olarak birinci sınıftan en az üçüncü sınıfa kadar, başka bir şey öğretmeden -okuma ve yazmayı o arada nasıl olsa öğrenirler- türkü dersi koymayı teklif ediyorum.
Küçükyılmaz Türkü derken, geniş anlamda masal da olabilir, destan da…
Mete Masal, destan olabilir; ama türkü ezgisiyle beraber konmalı. Özellikle yeni neslin kulaklarını kurtarmamız lazım. Bizi kulaklarımızdan vura vura yıktılar. Her bir türkümüz aslında birer film, birer destandır. Genel ahlak ölçütleri içerisinde bazı aykırı sözler içeren türkülerimiz olmakla beraber, bunları ayıkladığımız zaman ortaya çocuklarımızın kültürümüzü en kestirme yoldan kavrayabilecekleri ve terbiyelerini geliştirecekleri bir numaralı eğitim aracı olarak türkü dersi çıkıyor. Bunu beşinci sınıfa kadar dahi öğrenebilirler. Çünkü şu anda millî eğitimimiz sadece boş şeyler öğretmekle kalmıyor, zararlı şeylerle dolduruyor çocukların kafasını. Mesela matematik dersinde öğretilen kümelerden çocukların gerçek hayatlarında yararlanabilecekleri hiçbir şey yok. Eğer çocuğun matematikle ilgili eğilimi varsa, fark edilip zaten oraya yönlendirilir. Ama böyle bir şey de yok. Bunun dışında genel anlamıyla bir proje olduğundan hiç kuşku duymadığım, içinde uyuşturucunun da olduğu bu pislikle kavga edebilmek için asayişçilerin değil, 10–20 yıl sonrasına plan yapan, “derin devlet” diye tanımlanması adet haline gelmiş bağışıklık sisteminin proje üretmesi lazım. Bunun için önce bağışıklık sisteminin kurulmasını, Türkiye’nin yeniden bir devlet haline gelmesini beklemek zorundayız.
Küçükyılmaz Teşekkür ederim. Bir sanatçı yaklaşımı olduğu için türkü teklifinin önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bülent Bey, bir sosyal bilimci olarak şiddetin acilen önlenmesine yönelik sizin öneriniz nedir?
Şen Öncelikle şiddetin belli kategorilerde ele alınması gerekiyor. Çünkü şiddetin gençlik şiddeti, okullardaki şiddet, toplumsal şiddet gibi birçok çeşidi var. Evvela bunlarla ilgili ampirik verileri, gözlem ve birikimlerimiz ışığında oluşturmamız gerekiyor. Bunun için de başta bilim adamlarımıza büyük görev düşüyor. Bugüne kadar yapılan araştırmalarda, “kentsel şiddet” gibi çok kapsamlı başlıklar yer aldı. Tabii ki bu başlıkların altını doldurmak gerçekten zor. Bugüne kadar siyasî, ekonomi-politik pek çok sebeple, kentlerin sosyolojik haritası çıkarılamamış. Haritası çıkarılmayan, hakkında bir veri sahibi olunmayan bir şey/yer hakkında nasıl fikir sahibi olunur ya da yorum yapılabilir? Bu anlamda sadece bilim adamlarına değil, aydınlarımıza da görev düşmektedir. Aydınımızın ulusal çıkarlara bağlı sorumluluk bilinciyle konuya yaklaşmasının elzem olduğunu düşünüyorum. Mutlaka bir bilinç seviyesinin oluşması; hatta duygusal paylaşım anlamında halkla ortak bir platformda bir araya gelinmesi gerekiyor. Şiddet konusunda bir adım atılacaksa, bu, halkla birlikte gerçekleştirilecektir. Ayrıca devletin genel olarak aldığı makro ekonomik kararlar, vergi ve istihdam politikaları, bunların dışında alt yapı çalışmaları, yerel yönetimlerin halka olan diyalogları gibi basit görünen şeylerin de, sorunun kaynağına inince önemi ortaya çıkmaktadır. Çünkü bunların etkisiz kaldığı yerleri, çeşitli etnik dayanışma grupları ya da hemşehri grupları doldurabiliyor. Bu gruplar da bir araya gelerek organize güç karşısında taviz koparma veya bir pazarlık gücüne dönüşerek kurulu sistemden pay almaya kadar gidebiliyorlar. Bunun temelinde, devlet yardımlarının eşit ve adil değil de, taraflı bir şekilde sunulmasının küçümsenemeyecek bir etkisi var. Çünkü toplum içinde sağlık hizmeti gibi pek çok hizmetin sağlanamaması durumunda, şiddetin tohumlandığı zemin de bir nevi bakir halde bırakılmış demektir. Bunlar, konjonktürel veya şu anda öngörülemeyen ancak gelecekte başımıza çok büyük problem açabilecek olaylar. Bütün bunların yanında yeni ve aktif şiddet kaynaklarının acilen tespit edilmesi gerekiyor. Bunun en son örneğini Fransa’da gördük. Fransız sosyal bilimcileri, varoş olaylarını 10 yıl önceden öngörebiliyor. Bilim adamları söz konusu çalışmaları önceden ortaya koyduğu takdirde, hazır veriler toplumun hizmetine en hızlı şekilde sunulabilir. Bu anlamda yoksulluk konusunu da önemsemek gerekir. Şu an yoksulluk nedeniyle bir patlama olmayabilir; ama gelecekte bunun olmayacağını kimse garanti edemez. Burada öncelikle düşünmemiz gereken; varlığımızı toplum olarak devam ettirip ettiremeyeceğimizdir. Yine toplum deyince ne anlıyoruz? Yani devletten bir şeyler koparan bir kişi, birilerinin payına el uzatmış olduğunu, onun çocuğuna gidecek veya onun yararlanacağı bir şeye el koymuş olduğunu düşünmüyorsa, sorunların çözülmesi zaten mümkün değil. Ortak sorunlarımızı tanımlayıp, bunları çözmeye yönelik bir anlayış geliştirmek gerekir. Mesela özellikle büyük şehirlerimizde inşa edilen bekçiler, elektronik güvenlik sistemleri ve kalın duvarlarla sağlanan korunaklı dünya, bu dünyanın dışında kalanları potansiyel suçlu, zenci, öteki, yabancı olarak görüyor. Böyle bir ortamda ise, toplumsal birlik ve beraberlikten söz etmek mümkün olmaz.
Küçükyılmaz Siz, bir ruh hekimi olarak acilen hangi tedbirleri önerirsiniz?
Sayar Bülent Bey’i dinlerken bir Uruguay atasözü aklıma geldi. Diyor ki, “Adalet de tıpkı ısırgan otları gibi sadece çıplak ayakları ısırıyor.” İşte adaletin sadece çıplak ayakları, ayağına giyecek bir şey bulamayanları ısırdığı bir sistem olmaması lazım. Ben daha çok psikolojik önerilerde bulunacağım. Çocuk ya da gencin hayatında anne-babanın, varolması lazım. Sevgiyi doyasıya tadabilen kuşaklar yetiştirmemiz lazım. Fert olmayı öğrenmemiz lazım. Mesela pek çok çocuk aile içinde anneye şiddet uygulandığını görerek büyüyor. Dolayısıyla kadınlara karşı şiddet kullanmanın zorunlu bir şey olduğunu düşünüyor. Hanımlar şiddete rıza göstermemeli; çünkü rıza göstermediğiniz zaman karşı taraf size şiddet uygulayamıyor. Bu rıza ile olan bir şey. Ezra Pound’un çok güzel bir lafı var: “Köle, kendini azad edecek birini bekleyen kişidir.” Dolayısıyla siz kabul etmezseniz, kimse size şiddet uygulayamaz. Televizyon konusunda ise önerim şu: Televizyon, anne-baba ve çocuk tarafından beraber seyredilmeli ve bir çizgi filmde mesela aşırı bir şiddet sahnesi olduğu zaman anne-baba çocukla konuşmalı. Bu konuda “ne oldu, ne bitti; acaba onun canı yanmış mıdır, üzülmüş müdür” gibi, o şiddetin muhtemel sonuçlarıyla ilgili fikir alışverişinde bulunmalılar. Yine hikâye anlatmalıyız çocuklarımıza. Onları gerçek hayatın seslerine açmalıyız. Belki bu biraz naif bir öneri gibi görünüyor; ama diyorum ki, televizyon seyrettirmeyin çocuklarınıza. Onları camilere, kiliselere, havralara götürün, çarşı-pazar dolaştırın; çocuklar gerçek hayatın içinden sesler duysunlar, gerçek hayatta ne olup bittiğinin farkına varsınlar. Akıl hastanelerine götürün; akıl hastaları nasıl yaşıyorlar, neye benziyorlar, görsünler. Hastanelere, huzur evlerine, yetiştirme yurtlarına götürün ki toplumun daha dezavantajlı kesimlerinin hayatı hakkında bir fikirleri olsun. Hayatı televizyonda seyrederek değil, bizzat yaşayarak, görerek öğrensinler. Devletin kaba gücün vasıtası olmaması, kaba güç uygulamak isteyen gruplara hamilik etmemesi lazım. Bu konuda hepimiz hemfikiriz. Eğitimin de şefkati, diğerkâmlığı öğretebilecek şekilde yeniden yapılandırılması gerekir. Türkü ya da hikâye dersleri konabilir. Bakın, bu Batı’da çok etkin bir gelenektir. Özellikle daha geleneksel İrlanda gibi toplumlarda her sene hikâye anlatma yarışmaları düzenlenir. Biz hikâye anlatma geleneğimizi kaybediyoruz. Bir deney yapın; gidin bir sınıfa, çocuklara “bana kafadan uydurarak bir hikâye anlatın” deyin. Anlatamıyor çocuklar. Benim anneannemin öyle acayip hikâyeleri var ki, hayret ediyorum o kadının irfanına, bilgisine… Anneanneler kuşağı böyle bir kuşaktı. Şimdi maalesef giderek bunu kaybediyoruz. Bunlardan başka uyuşturucu ile mücadele için toplumsal seferberlik ilan edilebilir. Bunun için toplumda saygınlığı olan figürlerin çocuklarla birebir temas kurması lazım. Toplumca ortak kabul gören, sevilen kişilerin bu konuda bir seferberlik kampanyasına katılması sağlanmalı. Aileyi korumak için elimizden geleni yapmalıyız. Çünkü aile, kalpsiz bir dünyada son sığınaktır. Artık modernleşmenin her şeyi dümdüz ettiği bir dünyada, bizim aileyi sonuna kadar savunmamız lazım. Dinin müşfik taraflarının daha fazla vurgulanması, ön plana çıkarılması da en az bunun kadar önemlidir. Televizyonlara şiddet konusunda kırmızı nokta uygulanmalı. Yoğun şiddet içeren filmler, çocukların ayakta olabileceği saatlerde, prime-time’da asla yayınlanmamalı.
Küçükyılmaz Katkılarınız için hepinize çok teşekkürler.
Paylaş
Tavsiye Et