BUNDAN tam 50 yıl önce (26 Temmuz 1956’da) Mısır lideri Nasır Süveyş Kanalı’nı millileştirmiş ve bu olayın arkasından başlayan kriz Orta Doğu’da ilginç bir savaşla sonuçlanmıştı. 1869’daki açılışından bu yana Süveyş Kanalı’nı işleten şirkete sahip olan İngiltere ve Fransa uluslararası hukuk kanallarını kullanarak Mısır karşısında bir şey yapamayacaklarını düşünerek işi silahla çözmeyi kararlaştırdılar. Fakat bu işi tek başlarına yapmayı göze alamadıkları için bir ‘tetikçi’ kullanmaya karar vererek İsrail’e başvurdular. Yaptıkları ‘kurnazca’ ve (Amerika’dan bile) ‘gizli’ plana göre, İsrail bir bahane yaratarak Mısır’a saldıracak; İsrail ordusu Süveyş’e doğru ilerlemeye başlayacak; Süveyş’in tehlikede olduğunu gören İngiltere ve Fransa ateşkes talep edecek; bu karara İsrail riayet edecek ama Mısır kabul etmeyecek; bunun üzerine Süveyş’in güvenliğini sağlamak üzere İngiliz ve Fransız askerî birlikleri Mısır’a asker çıkararak Süveyş’i işgal edecek ve nihai olarak da Nasır’ı devireceklerdi. İsrail böyle bir teklife dünden hazırdı. Bahane bulmak kolaydı: Mısır-İsrail sınırında zaten her gün bir dizi çatışma olmaktaydı. Savaş planlandığı gibi başladı ve devam etti: Mısır ateşkes teklifini reddetmiş, İngiliz paraşütçü birlikleri Süveyş’e inmeye başlamıştı. Ancak beklenmedik bir şey oldu ve İngiliz askerleri hızla geri çekilmeye başladı. Ne olmuştu? Mısır ordusunun beklenmedik bir direnişi ile mi karşılaşmışlardı? Hayır. Kendisinden gizli ve (Sovyetler Birliği karşısında) Orta Doğu’daki Amerikan çıkarlarını tehlikeye sokacak böyle bir askerî harekât karşısında öfkeye kapılan Amerikan yönetimi Sterlinin uluslararası piyasalardaki değeri ile oynamaya başlamıştı. Savaşın büyük bir hezimetle bitmesinin sebebi (henüz daha Orta Doğu’daki çıkarlarını İsrail ile özdeşleştirmemiş olan) Amerikan’ın İngiliz-Fransız-İsrail planına karşı olmasıydı.
Hezimetin boyutları İngiltere açısından o kadar büyüktü ki, 1956 Süveyş Savaşı İngiltere’nin Orta Doğu’daki varlığının sonu olmuştur. Arap milliyetçiliği karşısında İsrail-İngiltere ittifakının açığa çıkması Nasır’ı haklı çıkarmış, İngiltere bu süreçte müttefik Arap rejimlerini birer birer kaybetmiştir. Bu savaş dolaylı olarak Türkiye’nin Orta Doğu politikasını da iflas ettirmiştir: İngiltere’nin Bağdat Paktı’na üye olması, başta Türkiye olmak üzere bütün pakt üyelerini zor duruma düşürmüş ve zaten Nasır tarafından Arap Birliği’nin düşmanı ve emperyalizmin maşası olmakla suçlanan pakt büyük bir yara almıştır. 1956 Savaşı sonrası süreç Amerika’nın Orta Doğu’da İngiltere’nin bıraktığı boşluğu (Sovyetler karşısında) doldurmasıyla sonuçlanmıştır.
Öyle anlaşılıyor ki elli yıl sonra yine İsrail’in “gönüllü tetikçi” olduğu bir başka savaş, Lübnan Savaşı Amerikan’ın Orta Doğu’daki (askeri varlığının olmasa bile) politikalarının ya da siyasî projelerinin sonu olmaya aday gözükmektedir.
Yeni Orta Doğu Projesi
“Burada gördüğümüz şey, bir manada, (yükselen) yeni Orta Doğu’nun doğum sancılarıdır. Ne yaparsak yapalım, yeni Orta Doğu’nun oluşması yönünde çabaladığımızdan emin olalım; zira eskisine geri dönmemekte kararlıyız.”
Rice’ın Washington’dan ayrılmadan önce yaptığı, 21 Temmuz tarihli basın toplantısında sarfettiği bu sözler Lübnan’da ve Filistin’de olup bitenleri ve bu olup bitenlerin nasıl bir planın parçası olduklarını gayet net ve yalın, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak bir şekilde izah ediyor.
Ancak bu plan başarılı olsa da olmasa da (Lübnan ve Filistin Savaşı’nı İsrail ve ABD kazansa da kazanmasa da) Amerikan’ın Orta Doğu’daki politikalarının iflas ettiği muhakkaktır. Artık Büyük Orta Doğu Projesi diye bir proje kalmamıştır. Askerî metotlarla Bölgede Amerikan (ve İsrail) yanlısı rejimler yaratma projesi Afganistan ve Irak örneğinde iflas etmişti. Şimdi HAMAS ve Hizbullah örneklerinden sonra ‘demokratikleşme’ yoluyla ‘dost’ rejimler yaratma projesi de iflas etmiştir. ABD’nin bölgedeki stratejik çıkarlarını eskiden olduğu gibi İsrail ve 11 Eylül’den sonra çokça eleştirdiği Arap ‘diktatörlükleri’ üzerinden gerçekleştirmeyi yeğlediği anlaşılıyor.
Ancak Orta Doğu’da yeni acılara, insanlık trajedilerine, öç alma duygularına yol açan, dinî ya da hümanistik hiçbir kutsala saygı göstermeyen ve uzun vadede daha büyük bir anti-Amerikan ve anti-İsrail dalgasına sebep olacağı kesin olan bu savaş “yeni Orta Doğu”yu yaratabilir mi? Evet Rice’ın da defalarca söylediği gibi “statuko ante”ye, “eski Orta Doğu”ya dönülmeyecektir. Dönülmesi zaten mümkün değildir: İsrail’in yürüttüğü ve ABD’nin bütün gücüyle desteklediği bu son savaş sürecinde “takke düşmüş, kel görünmüştür.” Gerçekten de (tıpkı 1956 Savaşı sonrasında İngiltere ve İngiltere yanlısı Arap rejimleri kastedilerek dendiği gibi) Orta Doğu’da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır, olamaz da!
İsrail’in bu süreçteki mantığı ve insanlık dışı muamelesi bir ölçüye kadar anlaşılabilir. Son elli altmış yılda uyguladığı politikalar düşünüldüğünde şaşırtıcı da değildir. Ancak anlaşılamayan husus Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır’ın son elli yılda edindikleri bütün tecrübeye rağmen şu son savaşta izledikleri politikadır. Arap halkları arasında kabaran öfke sonucu 1956 Savaşı sonrası İngiltere nasıl bölgede sıkı müttefiki olan Arap ülkelerini kaybettiyse, Lübnan ve Filistin Savaşı da Amerikan yanlısı Arap rejimleri için sonun başlangıcı olabilir.
Son olarak Türkiye açısından da karar vermek zamanı gelmiştir. Tıpkı 1956 Savaşı sonrasında olduğu gibi Türkiye bölgedeki meşruiyetini kaybetmemek için bu kirli oyunun ya da planın parçası olmayı kesinlikle reddetmelidir. Zaten iflas etmiş olan BOP sürecinden ayrılmayı ciddi şekilde düşünmeli, Türk askerinin iflas etmeye mahkum yeni projeler için kullanılmasına kesinlikle izin vermemeli, sadece insani yardımla yetinerek başkalarının pisliklerini temizlemeye aday olmamalıdır.
Düğüm İran
Bu savaşın İran’la olan hesaplaşmanın bir parçası olduğu kesindir. Ancak Türkiye hiçbir şekilde İran karşısında ABD’nin yanında yer alamaz. Türkiye Nükleer bir İran’ı uzun vadede tehdit olarak görmesine rağmen, kısa vadede ABD ile İran konusunda işbirliği yapması (Türk dış politikasının geleneksel parametreleri değişmediği sürece) mümkün gözükmemektedir. Zira kısa vadede Türkiye’deki karar alıcılar bakımından İran ile ilgili temel tarihsel endişe kaynağı olan “Kürt faktörü” belirleyiciliğini korumaktadır. İran’a uygulanacak her türlü ambargo ya da harekât ve İran rejiminin iç ve dış yollarla destabilize edilmesi Türkiye açısından bakıldığında Kürt milliyetçiliğine yarayacak ve (hele Kuzey Irak faktörü de hesaba katıldığında) bir Kürt devleti kurulması ihtimalini kuvvetlendirecektir. Bu temel gerekçe ışığında geleneksel Türk dış politikası açısından bakıldığında, Türkiye’nin (en azından kısa vadede) İran konusunda ABD’nin yanında yer alması çok zor bir ihtimal olarak belirmektedir.
Türkiye’nin şu anda ABD ve AB’nin geliştirdiği ortak söyleme ve tavra uygun davranması bizi yanıltmamalıdır. Zira Amerikalıların bu konuda muhatap aldıkları ülkelere (Çin ve Rusya’da dahil) söylediği şudur: “İran’a cesaret verici söylemden ve tavırlardan kaçının, uluslararası toplumun İran karşısında birlik olduğu mesajını/duruşunu vermeyi ihmal etmeyin.” Ama bu uzun vadede Amerikanın diğer isteklerinin karşılanacağı, Amerikanın silahlı müdahalesine ya da ekonomik ambargosuna yeşil ışık yakılacağı anlamına gelmiyor. Burada Türkiye’yi (ve belki bazı Avrupa ülkelerini) rahatlatan unsur Çin ve Rusya faktörü. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip bu iki ülkenin hiçbir zaman bir askerî müdahaleye ya da ekonomik ambargoya rıza göstermeyecekleri beklentisi yaygın; ancak bu beklentinin ne kadar gerçekçi olduğunu zaman gösterecek. Diyelim beklentiler boşa çıktı ve kriz geri dönülemez bir noktaya vardı; ABD Çin’i ve Rusya’yı ikna ederek ya da tek başına ekonomik ambargo veya askerî müdahale seçeneklerinden birini devreye sokmak için harekete geçti. Türkiye bu durumda ne yapa(bili)r ya da başka bir ifadeyle ne yapamaz?
Devrim sonrası İran dış politikasına baktığımızda böylesi bir kriz durumunda İran rejiminin geri adım atacağını ve asla ABD ile askerî bir çatışmaya girmek (ya da ABD’ye bunun için bahane vermek) istemeyeceğini varsayabiliriz. Ancak bu İran’ın milli bir hedef olarak algılanan nükleer enerjiye/silaha sahip olmaktan vazgeçeceği anlamına da gelmeyecektir. Muhtemelen bir iki sene sonra uluslararası kamuoyu yatıştıktan sonra, Amerikan ve dünya politikasındaki gelişmelere göre nükleer faaliyetlerine tekrar başlayacaktır. Peki diyelim ki varsayımımız yanlış çıktı ve bir ambargo ya da askerî müdahale söz konusu oldu (ki Türkiye’den asıl beklenti çok büyük bir ihtimalle iktisadi ambargo yönünde olacaktır); bu durumda Türkiye neden İran’a karşı ABD ile işbirliği yapamaz sorusuna cevap arayalım:
a. Türkiye ile İran ilişkileri 1979’dan bu yana en iyi dönemini yaşamaktadır. Uzun yıllar süren krizler bitmiş, Türkiye “İran İslam Cumhuriyeti” ile yaşamayı öğrenmiştir. Aynı şekilde 1999 sonrasından başlayarak İran PKK konusunda Türkiye ile işbirliği yapmaktadır.
b. Siyasî ilişkilerdeki olumlu gelişmelerin yanı sıra iki ülke arasındaki ekonomik ve ticarî ilişkiler de son derece gelişmiştir. Doğalgaz boru hattı gibi Türkiye için hayati alanların yanı sıra, Türkiye İran’ın Avrupa’ya açılan kapısı, İran ise Türkiye’nin Orta Asya’ya açılan kapısıdır.
c. Türkiye’nin İran ile ilgili temel tarihsel endişesi değişmemiştir: Kürt faktörü. İran’a yapılacak her türlü ambargo/harekât ve İran rejiminin iç ve dış yollarla destabilize edilmesi Kürt milliyetçiliğine yarayacak ve (hele Kuzey Irak faktörü de hesaba katıldığında) bir Kürt devleti kurulması ihtimalini kuvvetlendirecektir.
d. “Irak sorunu”ndan sonra bölgede bir “İran sorunu”na gerek yoktur: Türkiye Irak örneği ve tecrübesinden sonra bölgede Amerikan harekâtı sonrası oluşacak yeni bir istikrarsızlık ve kargaşa (başka bir ifadeyle yeni bir “Pandoranın Kutusu”nun açılmasını) istememektedir.
e. ABD’nin Orta Doğu politikası sonucu Türkiye komşuları ile ilişkilerinde ekonomik ve siyasî bakımdan izole olmaya zorlanmaktadır. Türkiye son yıllarda (Ermenistan hariç) bütün komşularıyla ilişkilerini düzeltmişken şimdi ABD politikaları sonucu komşularıyla ilişkileri tekrar belirsizliğe sürüklenmektedir. Irak’taki durum belirsizliğini korumaktadır; Suriye ile ilişkiler konusunda Türkiye zaten baskı altındadır. Şimdi İran ile de siyasî ve ticari ilişkilerini bitirmeye zorlanması dış politikasında bölgesel bir güç rolü oynama hedefini benimsemiş bir Türkiye bakımından kabul edilemez.
f. En son ama belki de en önemli faktör ise Türk kamuoyundaki eğilimdir. Yapılan çeşitli kamuoyu yoklamaları bize Türk kamuoyunun büyük çoğunluğunun muhtemel bir ABD harekâtı karşısında Türkiye’nin tarafsız kalması eğiliminde olduğunu göstermektedir. Sonuç olarak, ABD’nin mevcut İran politikası ve muhtemel eylemleri her bakımdan (kısa vadede) Türkiye’nin zararına sonuçlar doğuracaktır. Bütün bu gerekçelerle Türkiye’nin (kısa vadede) ABD’nin yanında yer alması mümkün gözükmemektedir.
Sonuç olarak, Türk dış politikasının gerek geleneksel gerekse mevcut parametreleriyle düşünüldüğünde, ABD’nin mevcut İran politikası ve muhtemel eylemleri her bakımdan Türkiye’nin zararına sonuçlar doğuracaktır. Bütün bu gerekçelerle Türkiye’nin (en azından kısa vadede; Türk dış politikası parametrelerinin değişmesine yol açacak ya da Türkiye’nin kaygılarını giderecek gelişmeler olmadığı takdirde) ABD’nin yanında yer alması mümkün gözükmemektedir.*
* Burada ifade edilen fikirlerin ayrıntıları için bkz. Gökhan Çetinsaya “Essential Friends and Natural Enemies: The Historical Roots of Turkish-Iranian relations,” Middle East Review of International Affairs (September 2003) (http://meria.idc.ac.il/journal/2003/issue3/cetinsaya.pdf); “İran ve Güvenlik Algılamaları,” Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye, der. Refet Yinanç-Hakan Taşdemir (Ankara: Seçkin, 2002), 141-166; “Rafsancani’den Hatemi’ye İran Dış Politikasına Bakışlar,” Türkiye ve Komşuları, der. İlhan Uzgel ve Mustafa Türkeş (Ankara: İmge, 2001), 293-329; “Tanzimat’tan Birinci Dünya Savaşı’na Osmanlı-İran İlişkileri,” KÖK Araştırmalar, Osmanlı Özel Sayısı (2000), 11-23; “Türkiye-İran İlişkileri, 1919-1925,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 48 (Kasım 2000), 769-796; “Atatürk Dönemi Türkiye-İran İlişkileri, 1926-1938,” Avrasya Dosyası, 5/3 (Sonbahar 1999), 148-175; “İkinci Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye-İran İlişkileri, 1939-1945,” Strateji, 11 (1999), 41-72; “Türk-İran İlişkileri, 1945-1997,” Türk Dış Politikasının Analizi, der. Faruk Sönmezoğlu, 2. Baskı (İstanbul: Der Yayınları, 1998), 135-158.
Paylaş
Tavsiye Et