TÜRKİYE, günlerce Hudson Enstitüsü’nde yapılan bir toplantıyla yatıp kalktı. Toplantı çeşitli düzeylerde yalanlansa da detayları basında epeyce yer aldı. Peki neden önemliydi bu toplantı? Meseleyi öncelikle gündelik parti siyaseti, ardından da genel siyaset düzeyinde ele alacağız. Önce hikayeyi kısaca özetleyelim: Genelkurmay’ın SAREM adlı merkezinden üst düzey bir general ve başka bazı yetkililerin katıldığı, Washington’daki askerî yetkililerin de hazır bulunduğu bir sanal strateji toplantısında, “Türkiye Kuzey Irak’a ne olursa girer?” sorusuna suikast ve katliamlar cevabı veriliyor; bunlar olursa bu müdahaleyi nasıl olur da engelleriz diye soran ve PKK liderlerinin teslim edilmesini öneren Amerikalılara Türk bir uzman “PKK liderlerini teslim ederseniz bu AK Parti’ye yarar” diyor ve bu da bir askerî yetkili tarafından onaylanıyor.
Başkaları tarafından farklı ortamlarda dillendirilmiş olsa sıradan sayılabilecek bu sözleri önemli kılan, toplantıda bulunanların kimlikleriydi: ABD Dışişleri ve Pentagon yetkilileri, emekli askerler, strateji uzmanları ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi Washington Temsilcisi Kubat Talabani. Tüm bunlar neden önemli? Çünkü Genelkurmay’daki sıradan bir basın toplantısını bile “TSK yanlısı olmayan” basın mensuplarına kapatan Genelkurmay’dan birileri bu etkili, yetkili ve görevli kişiler karşısında böylesi senaryoları bu kadar rahat tartışabiliyor. Genelkurmay’dan yetkililerin böyle bir toplantıyı adı geçen kişilerle beraber yapması en azından ‘ulusalcı’ hassasiyetlerimizi zedelemeye yetiyor.
İkinci önemli nokta toplantıda bizatihi Kubat Talabani’nin varlığı. Hatırlanacağı gibi hükümetin Kuzey Irak’taki Kürt liderlerle belli düzeylerde, güvenlik kurumlarının da bilgisi dâhilinde görüşmek istemesi tepki konusu olmuş, diyalog çağrısını yapanlar neredeyse ihanetle ya da Kürtçülükle suçlanmıştı. Eğer bir diyalog süreci başlamış olsa ve tüm bu tartışmalar, siyasi markajlar, psikolojik yıpratma operasyonları Türkiye’de vuku bulmamış olsa idi kimse herhalde Talabani’nin orada bulunmasına şaşırmazdı. Ancak Kuzey Irak’taki meseleleri asayiş sorununa indirgeyen, her türlü görüşme ihtimalini dışlayan bir askerî zihniyetin, hainlik olarak gördüğü fiilin tam da üst düzey askerî yetkililer tarafından işlenmesi toplantıyı önemli kılıyor.
Bir başka önemli nokta, Enstitü’nün kimliği. Washington’da küçük sayılabilecek kuruluşlardan birisi Hudson. Bugün üst düzey askerî yetkililer Washington’da istedikleri düşünce kuruluşunda konuşabilirler. İşini nispeten daha makul düzeylerde götürmeye çalışan saygın kuruluşlar dururken saldırgan, küçük ve neo-çılgınlara yakın bir kurumun seçilmesi akılları karıştırdı. Daha önce de askerî yetkililer, WINEP ve JINSA gibi İsrail’e yakın ya da American Enterprise gibi neo-çılgın yuvası kurumları tercih etmişlerdi. Hudson tercihi askerî yetkililerin ABD’deki ilişki ağlarını ifşa etmesi açısından da önemli.
Şimdi de meseleye daha geniş ölçekte, derin siyaset açısından bakalım. Hudson krizi derin siyaset açısından Türkiye için utanç verici bir hadise. Bu krizle birlikte uzun zamandır cereyan eden Türkiye’deki bölünme de net olarak açığa çıktı. Asıl tarafları belirleyen, iddia edildiği gibi ulusalcı/hain, şeriat/laiklik kutuplaşması değil; en basit ifadesiyle ABD içinde yakın durdukları kanatlardı. Toplantıda konuşulanların bu denli detaylı sızması da, ABD içinde Irak, Türkiye, İran ve Kürtler başta olmak üzere birbiriyle anlaşamayan iki kanadın birinin ordu üzerinden iş yapmaya çalışırken diğer kanat tarafından ifşa edilmesinden ibaret. Yani ordu ile çalışmayı tercih eden İsrail’e yakın neo-çılgın ekiple AKP ile çalışmayı tercih eden bir başka ekip. Bu elbette kara kaş kara göz ya da ilkeler çekişmesi değil; ciddi çıkar ilişkilerine ve beklentilere dayanan bir çekişme. Türkiye’deki çekişmenin Washington’da da tarafları var. AKP’yi savunan bir ekip diğer tarafı yıpratmak için eline geçen bir fırsatı değerlendirdi. Tam da bu noktada bu feci hezimete karşı koymaya çalışan taraf ise panikledi, yavuz hırsız hesabı faturayı gazetecilere çıkarmaya kalkıştı.
O halde şimdi bu olayın ismini koyalım: Hudson rezaleti Türkiye’de yerlilik imkanlarının tabutuna çakılmış bir çividir. İktidarı paylaşamayan her iki taraf da Washington’da kendisine hami aramakta, bu da bölünmüşlüğü ve kırılganlığı artırmakta, Türkiye iyiden iyiye dış müdahaleye, hem de kendi iç dinamikleri tarafından, açık hale getirilmektedir. İlk defa İslamcılar 28 Şubat sürecinde askerî elitler tarafından Avrupa kapılarına düşürülmüştü. Bu zorlamayı, İslamcılığın yerli unsurlarının AK Parti eliyle AB vizyonu çerçevesinde Batıcılığı içselleştirmesi izlemiş, ülkenin en yerli unsuru -Evet Nuray Mert’e inat en yerli unsuru- AB süreciyle ülkeye yabancılaştırılmıştı. Bunun son halkası ise muhtıra süreciydi. Muhtıra ile birlikte önce hayal kırıklığına uğrayan AK Parti nezdindeki İslami kesim, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın demokrasiye tam destek açıklamasıyla bir hayat öpücüğü aldı; ardından da, doğru ya da yanlış, bir darbeye kurban gitmemesini Rice’ın kerametine bağladı. Bu son gelişmeyle birlikte ise Türkiye’de işlerin Washington’dan bağlandığı iyice aşikâr oldu.
İslamcıların bu dönüşümüne karşın, elinde kitlesel anlamda yerli unsur kalmayan askerî toplum mühendisleri din, kültür ve medeniyetten nasibini almamış, laikliği bayrak edinen ve İslam’ı adeta düşman olarak gören bir taban oluşturmaya çalışıyordu. Bildiğimiz yerliliğin terbiyesinden yoksun bu yeni yetme lümpen Kemalistliği, ırkı ya da mezhebi kendisini ileri sayması için yeterli olan bir kendini bilmez güruh oluşturdu; piyasa ekonomisinin kutsanmasıyla, televoleci gençlikle ayyıldızlı mayosuyla ilerici gençlik el ele vererek ‘ulusalcı’ sapkınlığı doğurdu. Ulusalcılık elbette elit ve küçük burjuva içinden ya da ‘ilerici’ kesimlerden taraftar buldu. Ancak bunun maliyeti ilk defa Türkiye’de faşizme yakın bir siyasallaşmanın oluşması oldu. Kısaca İslam’dan soyundurulmuş bir vatanseverlik inşa çabası, yerliliğin tasfiyesine yol açtı. Bunun sonucunda oluşan kaygan zeminde PKK ile Kürt’ü bir tutan, lahmacuna bile Kürt yemeği diyerek düşman olabilecek kadar geri bir ulusalcılık ortaya çıktı. İşte Hudson toplantısı tam da bu ulusalcılığın iflası olduğu ölçüde anlamlıdır. Herkese vatanseverlik öğreten, herkesi Amerikancılıkla ve Kürtçülükle suçlayanlar bu olayın ortaya çıkmasıyla faka bastı. Bunun tabandaki karşılığını ise Kemalist neşriyatın olayı kabullenememesinde ve gelişmeleri inkarında görebiliriz.
Hudson skandalından dolayı sevinmek en hafif tabiriyle aymazlıktır. Türkiye’nin yerlilik imkanlarını, kendi çıkarı için ‘hainleştirme’ ihtiyacından dolayı kendi vatandaşlarını AB ve ABD kapılarına zorlayarak harcayan elit, bizzat Hudson olayıyla deşifre oldu. Maalesef kaybeden taraf, Viyana kapılarını zorlayan Türklerden, AB ve Washington kapılarını tırmalayan kifayetsiz muhterislere dönüşen bizleriz.
Paylaş
Tavsiye Et