OSMANLI Devleti’nin yıkılışının ardından Anadolu topraklarında yeni bir Türk devletinin, Arap coğrafyasında da uzun süren sömürge yönetimleri sonrasında yirmiyi aşkın irili ufaklı Arap devletinin kurulmasıyla birlikte aynı coğrafyayı, kültürü, dini ve tarihi paylaşan Türk ve Arap toplumlarının birbirleriyle ilgili algılarında ciddi bir değişim yaşandı.
Kendi tarih ve kültürü ile ilgili çok ciddi kırılmalar yaşayan modern Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî elitleri, doğal ve tarihsel coğrafyasından kopmayı yeni ideolojisini oturtmanın zorunlu bir adımı olarak gördü. Benzer bir şekilde Arap coğrafyasını Türkiye’den koparmayı, İslam dünyasını parçalamanın ve “İslam Birliği” idealini gündemden çıkarmanın en temel adımı olarak gören Batı sömürgeciliği, 400 yıllık Osmanlı yönetiminin Arap toplumlarını bilim ve uygarlık yolunda geri bıraktırdığı tezini bir tür resmî tarih anlayışı olarak Arap elitlerine kabul ettirdi. Batı’nın vaat ettiği “Büyük Arap Devleti” yerine daha rahat kontrol etmek amacıyla oluşturduğu küçük Arap devletleri, kendi meşruiyetlerini sağlamak amacıyla bir devri sabık yaratarak, kendi yönetimlerini “Türk sömürüsünden kurtulmaları”nın sonucunda kurulmuş devletler olarak halklarına takdim ettiler. Buna ilaveten, Türkiye ile Arap ülkeleri arasına konulan sınırlar ve iki halkın yöneticilerinin karşılıklı ilişkileri geliştirmeye sıcak bakmamaları, ancak sınırlı halk kesimleri üzerinde etkili oldu; büyük halk kitleleri bin yılı aşkın süren birlikteliğin tabii sonucu olarak birbirlerine yabancılaşmadılar. İki halk arasındaki bu ünsiyet, Türkiye’de dönem dönem halkın taleplerini dikkate alan yönetimler iş başına geldikçe daha olumlu bir yöne evirildi.
Gerek Türkiye ve gerekse Mısır, Suriye ve Lübnan gibi Arap rejimleri, şimdiye dek kendilerine referans olarak benimsedikleri Batılı yaşam tarzını, kendi halklarına kabul ettirmeyi bir görev saydılar. Türkiye’de bu siyaset, zorla da olsa belli bir yol aldı; Batılı hayat tarzı belli bir yaygınlık kazandı. Buna karşılık Arap ülkelerinde Batılılaştırma, gayrimüslim elitler dışında fazla karşılık bulmadı.
Fakat Türkiye’deki Batılılaştırma politikaları ve sonuçları, Arap halkları tarafından yakından takip edildi. Arap dünyasında siyasi rejim tartışmaları çerçevesinde Türkiye’nin laikliği bir devlet yönetim biçimi olarak seçmesi hep bir merak ve şaşkınlık konusu olmuştu. Hilafetin son temsilcisi olan bir milletin “dini, hayatın dışına iten” bir yönetim biçimini benimsemiş olması Arap halklarının anlayamadığı bir şeydi. Arap dünyasında yaşadığım dönemde, Türkiye’yi özel bir merakla takip eden bilinçli bir kesim dışındaki birçok insanın, “Sizin Hıristiyanlaştığınız doğru mu?”, “Türkiye’de Müslümanların oranı kaç?” şeklindeki soruları ile sık sık karşılaştığımı hatırlıyorum. Onlara “Türkiye’nin %99’u Müslüman’dır” şeklinde cevap verdiğimde hayretler içinde, bunu bilmediklerini dile getirirlerdi.
Bununla birlikte, Arap dünyasının birçok bölgesinden insanlarla karşılaştığınızda, ilk tanışmadan itibaren ne kadar ortak noktanız olduğunu farketmemeniz mümkün değil. Türk olduğunuzu söylediğiniz andan itibaren başlayan sıcaklık ve samimiyet, yemek davetleriyle, sohbetlerle, dertleşmelerle, mevcut yönetimlerden şikayetle, geçmiş mutlu dönemlerin anılmasıyla, “İslam Birliği”nin sağlanmasına duyulan ihtiyacın vurgulanmasıyla devam eder.
Yemekler geldiğinde, özellikle jest yapmak isteyenler, artık kendi mutfaklarının ayrılmaz parçası olan Türk yemeklerini, Türkçe telaffuzu ile söyleyerek yalancı dolma, lahana dolması (lahanaya yahana derler), musakka adıyla önünüze koyuverirler. Tabii biz de güneydoğu mutfağımızdaki humus, babagannuş, baklava gibi ortak meze ve tatlıları dile getiririz hemen. Şam mutfağı ile Türk mutfağı oralarda bütünleşmiştir adeta.
Bir Arap dostum bana Türk ve Arap halklarının hikayesinin birbirini küçük yaşta kaybeden, ama hep o eski güzel günlerinin özlemi ile birbirini arayan iki kardeşin hikayesi gibi olduğunu söylemişti. Türklere benimsetilmeye çalışılan, “Arapların Türkleri arkadan haince vurduğu”, buna karşılık Araplara öğretilmeye çalışılan “Türklerin Arapları 400 sene sömürdüğü” hikayesi iki tarafta da çok küçük bir elit tarafından benimsenen, ön yargısız olarak oturulup konuşulduğunda çok kısa zamanda izale olan resmî söylemler olarak artık tarihe karışmaya başladı.
Kendini bilen Araplar, 400 yıllık Osmanlı yönetimi sırasında Arap dünyasında yaşanan güvenlik ve barış dönemini bir “altın dönem” olarak anıyorlar. Kudüs meselesi ise Arapların gözünde bu altın dönemin sembolü durumunda. Zira Osmanlı Devleti yüzyıllar boyunca Batılı Hıristiyan devletler ve Yahudi güçlerin Kudüs’ü işgal planlarının önünde aşılmaz bir engel oldu. Türkiye’de resmî tarihin suçladığı ve eleştirdiği Sultan II. Abdülhamid, Arapların ve özellikle de Filistinlilerin gözünde bir kahraman. Osmanlı Devleti’nin en zor durumda olduğu bir dönemde, Yahudi temsilcilerin, Yahudilerin Filistin topraklarına göç etmelerine izin vermesi karşılığında Osmanlı’nın bütün dış borçlarını ödeme taahhüdünde bulunmasına karşılık Abdülhamid’in “Müslüman kanları ile sulanmış bu toprakların ufacık bir parçasını bile sizin kullanımınıza sunmaya hakkım yoktur” cevabı ile onları reddetmesi, Arap dünyasında ileri görüşlülük, adalet, ümmet bilinci, hakkaniyet gibi birçok siyasi ve ahlaki erdemin bir bileşkesi olarak kabul ediliyor.
Arapça öğrenmek için Ürdün’e gittiğimde üniversite öğrencilerinin hazırladığı, Filistin davasının tarihini anlatan bir tiyatro oyununu izlemiştim. Oyunun ilk sahnelerinden birinde Yahudi protokollerince belirlenmiş hedef doğrultusunda Theodor Herzl, Sultan Abdülhamid’den Filistin’de toprak sahibi olma izni istiyordu. Fakat oyunda dikkati çeken şey Sultan Abdülhamid’i oynayan oyuncunun 1,90 boylarında, başı dik, mağrur ve adeta arslan gibi kükreyerek konuşan bir kişilik olması idi. Hemen hafızam beni, lise tarih kitaplarında bize gösterilen klasik Abdülhamid resmine götürdü. Beli bükülmüş, yaşlı ve korkak bakışlarla bakan bir insan tablosu idi bu. İki resim de Sultan Abdülhamid’i tam yansıtmıyor. Ama Filistinli bir Arap’ın gözündeki Abdülhamid’i izlemek bir Türk olarak beni çok etkilemiş ve gururlandırmıştı. Birçok Arap tarihçi, Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ve Osmanlı Devleti’nin yıkılması sonrasındaki süreçte Filistin topraklarının ve Kudüs’ün Müslümanların elinden çıkmasını, Abdülhamid’in gösterdiği bu tavrın sonraki Müslüman yöneticiler tarafından gösterilememiş olmasına bağlıyor.
Türkiye’nin Batılılaşma yolunda bir devlet politikası olarak sırtını Arap dünyasına tamamen dönmesi, Arapları şaşırtıyor. Bin yılı aşkın süredir Müslüman olan ve yüzyıllar boyu İslam dünyasının lideri olmuş bir halkın niçin bu mirası reddedip tamamen yabancı bir kültürün ideallerini benimsediğini anlayamıyorlar. Bununla birlikte belirli bir tarih bilincine sahip olan Araplar, Türkleri hep bir kader arkadaşı olarak görüyor ve ortak tarihin ortak kaderi gerektirdiğine inanıyorlar.
Bu bilinç özellikle 11 Eylül hadisesi ve sonrasında gelişen olaylarla daha da bir pekişmiş gözüküyor. 11 Eylül sonrasında ABD ve diğer Batılı güçlerin İslam dünyasına yönelik olarak başlattıkları saldırgan politikaları, görece bir bağımsızlık döneminin ardından İslam dünyasının yeni bir işgal ve sömürü süreci ile karşı karşıya olduğu gerçeğini açık bir şekilde ortaya koydu. Bu süreç içinde sahip oldukları yeraltı zenginlikleri, çok değerli jeostratejik konumları ve genç ve dinamik nüfuslarına rağmen bu kadar dağınık ve zayıf bir durumda olmalarını, halka dayanmayan ve Batı karşısında edilgen bir psikolojiye sahip zayıf yönetimlerine bağlayan Arap halkları, Türkiye ve İran gibi, bağımsız politikalar geliştirmeye çalışan ülkelere hayranlıkla bakıyorlar.
Türkiye’nin özellikle 2002 yılından itibaren geliştirdiği uluslararası siyaset anlayışı, başta Suriye olmak üzere komşuları ile kurduğu dostane ilişkiler ve Amerika’nın Irak’ı işgali öncesinde ve sonrasında sergilediği ilkeli tutum, Türkiye’yi Arap halklarının gözünde çok olumlu bir yere oturttu. Artık Türkiye, birçok Arap’ın gözünde gerçekten de bir model ülke konumunda. Bu çerçevede Türkiye’deki demokrasi anlayışı, parlamenter sistem, siyasi partiler, çatışmacı değil uzlaşmacı bir İslam anlayışı, hem Batı’ya hem Doğu’ya açık bir siyasi özgüven, şeffaflık, sivil toplum kuruluşlarının etkin çalışmaları gibi unsurlar Arapların giderek daha fazla ilgisini çekiyor.
Küreselleşme ve medyanın etkin kullanımı ile aslında coğrafi olarak bu kadar yakın olmasına rağmen enformasyon açısından uzak kalmış bu iki halk, her geçen gün birbirini daha fazla tanıyor. Tanıdıkça da ne kadar çok ortak özellikleri olduğunu görüyorlar. Başta el-Cezire olmak üzere birçok Arap TV kanalı Türkiye ile ilgili özel haber ve programlar hazırlıyor, paneller düzenliyor ve bu faaliyetleri kitaplaştırıyorlar. Ayrıca çağdaş Arap tarihinin anlaşılması için Osmanlıca kaynakların ne kadar önemli olduğunu fark eden akademik çevreler, Türkçe öğrenmek ve Türkiye’de yüksek lisans ve doktora çalışması yapmak üzere çok sayıda öğrenciyi burslu olarak Türkiye’ye göndermeye başladılar.
El-Cezire televizyonunun geçen yıl yaptığı ve bir hafta boyunca Türkiye’nin bütün yönleri ile anlatıldığı Aynun Ala Türkiye (Türkiye’ye Bakan Göz) isimli programdan sonra Türkiye’ye olan geleneksel ilgi daha da arttı ve Türkiye’de bu yıl tam bir Arap turist patlaması yaşandı. Türkiye’nin Ortadoğu’daki etkinliği arttıkça, Arap dünyasının Türkiye’de olan bitene ilgisi de o ölçüde artıyor. Geçen ay el-Cezire, Açık Diyalog isimli yüksek izlenme oranına sahip bir programda Türkiye’deki Ergenekon soruşturmasını ele aldı ve yayınını İstanbul’dan gerçekleştirdi. Türk uzmanların katıldığı programda, programın yapımcısı ve sunucusu Gassan Bin Ceddu’nun soruları konuyla ilgili geniş bir ön çalışma yaptığını açıkça gösteriyordu. Devlet içindeki gizli yapılardan Arapların da muzdarip olduğunu düşünürsek, Türkiye gibi Ergenekon tipi yapılanmaların halklara verdiği zararların açıkça tartışılabildiği ve üzerine gidilebildiği bir ortama Arap halklarının da özlem duyduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye’de ve Arap dünyasında son dönemlerde yaygın olarak konuşulan diğer bir fenomen de dublajı yapılarak Arap ülkelerinde gösterime giren iki Türk televizyon dizisi. Gerçekten de Arap dünyasında uydu kanallarının artması ile artık devletlerin kontrolünden çıkan televizyon kanallarının etkileri de küresel boyutta olmaya başladı. Arap coğrafyasında nereye giderseniz gidin Türk olduğunuzu söylediğinizde insanlar size Gümüş ya da Ihlamurlar Altında dizilerinden bahsediyorlar. Ama aslında daha önceki Brezilya dizilerinin bir gömlek daha üstündeki bu dizilerin yaygınlığı magazinsel bir etki olmaktan ileri gitmiyor. Nasıl ki Türkiye’de de daha öncesinde Brezilya dizilerinin oyuncuları hayranlıkla karşılanmışsa, Arap dünyasında olan biten de bir ölçüde böyle. Fakat bu dizilerdeki oyuncuların Türk ve Müslüman olması, etkisini biraz daha arttırıyor. Bu çerçevede de Arap dünyasındaki eleştiriler, aslında geleneksel olarak Türk toplumu içinde de aykırı bulunan, kayınpeder ile gelinin aynı masada karşılıklı içki içmesi, evlilik dışı ilişkiler gibi olguların Müslüman bir çevrede gerçekleşiyor olmasına duyulan tepkiyi yansıtıyor. Türkiye’deki birtakım çevrelerin bu magazinsel olayı bile “Arap kadınının başına gelen en güzel olay” (Gülse Birsel’in Sabah gazetesinin 24 Ağustos 2008 tarihli Aktüel ekindeki yazısı) diye yorumlaması ise trajikomik bir durum. Bu çerçevede Türklerin Arap algısının bir inceleme konusu yapılarak derinliğine ele alınmasında fayda var. Kendi kültürüne ve tarihine bu derece yabancılaşmış elitlerin Arap dünyasına yabancılaşmasında şaşılacak bir durum yok tabii ki.
Paylaş
Tavsiye Et