16. YÜZYILIN önde gelen Osmanlı düşünürlerinden Kınalızade Ali Çelebi, meşhur eseri Ahlâk-ı Alâ’î’de, Araplardan şöyle bahseder: “Araplar iyilik, başkalarına ihsanda bulunma, misafire ziyafet çekme, verdikleri sözde durma, yiğitlik ve ata binmede benzersizdirler.” Bu sözler, sadece Kınalızade’nin münferit görüşünün değil, İmparatorluğun genelinde Arap milletine yönelik olumlu bakışın da bir yansımasıydı. Bu olumlu bakışın ilk ve en önemli nedeni İslam Peygamberi’nin de bir Arap olmasıydı ve ortak din bağı, diğer Müslüman halklar gibi Arapların da İmparatorluk içerisinde özel bir yere sahip olmalarını sağlamıştı. Öyle ki “kavm-i necip” tasviri, Arap milletinden söz edilirken kullanılan tamlamaların ayrılmaz bir parçasıydı. Ne var ki, Osmanlı’nın son asrına kadar devam eden Arap milletine yönelik bu olumlu bakış açısı, özellikle İmparatorluğun parçalanmasının ardından tam tersi bir istikamete evirildi.
Ne Şam’ın Şekeri, Ne Arabın Yüzü
Türk toplumunun ırkçı bir toplum olmadığı söylenir. Oysa Araplar söz konusu olduğunda gündelik dile kadar sirayet eden negatif bir algıdan rahatlıkla söz edilebilir. Beğenilmeyen esmer tenli birine vurgulu bir ses tonuyla “Arap” denmesi, bir aşağılama ifadesidir. “Anladıysam Arap olayım”, “Arap saçına dönmek”, “Ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yüzü” gibi atasözü ve deyimler de, bu negatif anlam dünyasını ele veren sayısız örnekten yalnızca birkaçıdır. Benzer şekilde sinemada, edebiyatta ve televizyonda çizilen Arap imajı, kaba, görgüsüz, cahil, pis bir insan tipidir. Petrolden elde ettikleri gelirle zenginleşmelerine rağmen, hiçbir zaman medenileşmemiş, tek dertleri haremlerini genişletmek olan, “Yallah yallah” diyerek ortalığa dolarlar saçan, adeta tarih öncesi bir insan türüdür bu.
Söz konusu imajın bu kadar keskin hatlara sahip olması, başlı başına onun gerçekliğinden şüphe etmek için yeterli. O halde bir asır öncesinin “kavm-i necip”inin, nasıl olup da bu şekle dönüştüğünü sorgulamamız gerekiyor. Bu da, hemen hemen bütün temel meseleleri sorgularken olduğu gibi, Türk toplumunun modernleşme serencamını yeniden gözden geçirmeyi gerekli kılıyor.
Türk’ün Ötekisi: Arap
Türkiye’de ne zaman bir Arap bahsi açılsa tekrarlanan en bildik cümle, “Araplar bizi arkadan vurdu” olageldi. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Mekke Şerifi Hüseyin’in, İngilizlerle işbirliği yaparak bir Arap isyanı başlatması ve İmparatorluğun dağılmasında bu isyanın çok önemli bir rol oynaması, bu bildik cümlenin en önemli gerekçesi. Ne var ki, hiçbir şeyin siyah-beyaz olmadığı tarih sahnesinde, yaşananların iç yüzünü bir kenara bıraktığımızda ve “Araplar bizi arkadan vurdu” cümlesini olduğu gibi kabul ettiğimizde dahi, yanlış giden bir şeylerin olduğu gözden kaçmıyor. Çünkü Türk toplumunun Arap imajından bahsederken yürüdüğümüz zemin aktüel bir zemin. Bütün bir Arap halkını, geçmişte yaşanan tartışmalı bir konu yüzünden mahkum etmenin daha derinlerde yatan bir sebebi var.
Türk toplumunun, kendi milli kimliğini inşa ederken dayandığı temeller, bu sorunun belki de en önemli bileşeni. Zira modern Türk bilincinin şekillenmesinde etkili olan faktörlerden biri de Arapların ötekileştirilmesi. Tıpkı Batı’nın Doğu’yu ötekileştirirken yaptığı gibi, Türk milli kimliğinin inşa sürecinde de, önce Arap imajına olumsuz anlamlar yüklendi ve tüm Arap imajının üstü bir bedevi imajı ile örtüldü, ardından da Türk kimliği onun karşısına yerleştirildi. Böylece Arap, Türk’ün, olmak istemediği her şeyi ifade eder hale geldi. Bunun en açık ispatı, özellikle kimi Batılıların, Türkleri Arap zannetmeleri karşısında uyanan infialdir. Bu zan, pek çok Türk üzerinde adeta travma yaratır. Yine bir Batılının “Siz, Araplar gibi değilmişsiniz, onlara hiç benzemiyorsunuz” demesi kıvançla karşılanır; İtalyan, Alman yahut Amerikalıya benzetilmek gizli bir haz uyandırır.
Benzer bir süreç, Arap milli kimliğinin inşa sürecinde kullanılan Türk imajı için de geçerlidir. Özellikle “400 yıl boyunca Arapları sömüren Türkler” imajı, Arap toplumundaki en belirgin Türk imajıdır ve bunun Arap dilindeki yansıması da Türkçedekine benzerdir. Hüsnü Mahalli’den aktaracak olursak, kasaptan istenilecek, içinde dili ve beyni olmayan kellenin adı “Türk kellesi”dir. Ayrıca Arapları aşağılayan deyimlerimizin hemen hemen aynıları, Arap dünyasında da Türkler için kullanılır.
Bu sürecin ne kadarının içsel dinamiklerle gerçekleştiği ise meçhul. Zira bu iki toplumun birbirlerinden nasıl uzaklaştıklarının, ortaya çıkan boşluğun hangi amaçlarla ve nasıl doldurulduğunun bir kez daha değerlendirilmesi gerekir. 1919 yılında yani Osmanlı’nın Mondros Mütarekesi’ni imzalayarak yenilgiyi kabul etmesinden bir yıl sonra yazılan ve Türk-Arap ilişkilerinin, yaygın kanaatin aksine, Arap isyanından hemen sonra bıçak gibi kesilmediğini ortaya koyan bir rapor bu anlamda manidar. Beyrut’taki Amerikan Konsolosu’nun, Dışişleri Bakanı’na verdiği rapordaki satırlar şöyle: “Arapların, İngilizler ve Amerikalılar tarafından aldatıldıklarını düşünerek, Fransız nüfuzunu kabul etmeyecekleri ve sonuçta Mustafa Kemal’in desteğini tercih edebilecekleri, bunun da ciddi bir Pan-İslamcı hareketi başlatabileceği konusunda İngilizler endişeli.”
Aynada Aksini Görmek
1916’da başlayıp 1918’de sona eren Arap isyanından sonra her iki taraftan da gösterilen çabalara rağmen, Türklerle Arapların yolları tamamen ayrıldı. Misak-ı Milli’nin ilanıyla tarafların kendi başlarının çaresine bakacakları kesinleştikten sonra iki millet arasında giderek büyüyen boşluk, zaman içerisinde yerini karşılıklı soğukluğa bıraktı. Öyle ki diplomatik düzeyde bile ilişkiler en alt düzeyde gerçekleşirken, sorunlu alanlar karşılıklı ilişkilerin temel belirleyeni oldu. Hatta zaman zaman savaşın eşiğine kadar gelindi. Bu durum, yalnızca devletler arasında değil, toplumlar arasında da ilişkilerin en alt düzeyde seyretmesine neden oldu ve “tanımama”, Arap toplumu ile Türk toplumunun ilişkisini ifade eden en açıklayıcı kalıp haline geldi. Söz konusu tanımama hali, karşılıklı olarak her iki toplumun, birbirlerinin milli kimlik inşasında oynadıkları rolü pekiştirdi.
Oysa son yıllarda giderek farklılaşan bir tablo ile karşı karşıyayız. Özellikle diplomatik alanda yürütülen çabaların bir sonucu olarak, her alanda yansımaları görülen bir değişim bu. Siyaset ve ticaretteki atılımların ardından turizmde ve kültür alışverişinde de iki toplum arasında giderek gelişen bir ilişki söz konusu. Milli maçlarda Arapların Türk takımını coşkuyla desteklemesi, Türk dizilerinin Arap televizyonlarında reyting rekorları kırması, bu ilişkinin değişen çehresinin yansımaları. Kurulan ilişkinin niteliği tartışılabilir. Fakat bu ilişkiler, Arap ve Türk toplumunun yakınlaşması önündeki psikolojik bariyerin ortadan kalkmasına hizmet edecek gibi görünüyor. Bu bariyer ortadan kalktığında ve taraflar karşı karşıya gelip birbirlerine dikkatle baktıklarında, aslında birbirlerinin “öteki”si değil, aynadaki yansıması olduklarını görecekler.
Paylaş
Tavsiye Et