KIBRIS konusunda söylenebilecek her şeyin zaten söylenmiş olduğu bir ortamda 2008’in ikinci yarısından bu yana hararetlenen tartışmaları, pek az kesimin ilgi ve heyecanla takip etmesi şaşırtıcı olmasa gerek. Zira Türkler açısından en azından 1570’te adanın kuşatılmasından, Türkiye Cumhuriyeti açısından ise Lozan’da adadaki egemenlikten vazgeçilmesinden bu yana Kıbrıs hakkında yaşanan ve söylenenler muazzam bir yekun oluşturuyor. Bu durum ister istemez konunun, kişilerin beslendiği entelektüel kaynaklara ya da siyasi görüşüne göre farklı yorumlanmasına sebep olabiliyor.
Yunanistan’ın Enosis yani Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi talebini 1954’te BM’ye taşımasıyla konu Türkiye açısından resmî bir mesele haline dönüşürken, meşakkatli bir yolculuk sonucu 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti ise hiç de uzun ömürlü olamadı. Adadaki Türklere karşı girişilen EOKA imzalı ya da destekli eylemler karşılığını Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) ile buldu. Burada yapılacak objektif tespit, şiddet olayları nedeniyle adaya 4 Mart 1964’te BM Barış Gücü’nün gönderilmesi kararı ve çizilen “yeşil hat” ile, Kıbrıs meselesinin varlığının 20 Temmuz 1974’ten on yıl önce tescil edildiğidir.
Meselenin tarihî derinliğini bir kenara bırakarak, 3 Eylül 2008’de yapılacak olan Talat-Hristofyas görüşmesine nasıl bakmalı sorusuna yanıt arayalım. Kıbrıs konusu, uzak ve yakın geçmişteki Girit, Keşmir, Kosova, Osetya, Abhazya ve Belçika konularına belirli açılardan benzese de, çözümü ya da sonucu anlamında bunlardan herhangi birini referans almak oldukça güç. Osmanlı’nın gücünün azaldığı ve başka öncelikleri olduğu bir dönemde kaybedilen Girit ile bugünkü Kıbrıs arasında sonuca yönelik bir benzerlik kurmak, Türkiye’nin gücünü ve adadaki Türk toplumunun beklentilerini hafife almaktır. Zira önce 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti, ardından 15 Kasım 1983’te ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Fazıl Küçük’ten Rauf Denktaş’a ve nihayet Mehmet Ali Talat’a kadar gelen liderlerini takip eden Kıbrıs Türk’ü, eksiklerine rağmen ciddi bir demokrasi ve egemenlik deneyimi yaşadı. Türkiye’den başka bir ülkenin tanımaması, KKTC’nin polisinden yargısına, gümrüğünden vergi sistemine kadar egemen bir devletin işleyişinin göstergelerinin hepsini bünyesinde barındırdığı gerçeğini değiştiremez. Kısaca Keşmir, Kosova, Osetya ve Belçika, Kıbrıs konusunda örnek kabul edilemez.
Talat-Hristofyas görüşmesine gelene kadar 1977’de Denktaş-Makarios, 1979’da Denktaş-Klerides doruk anlaşmalarının imzalandığını, bu anlaşmalarla Rumların ilk defa iki toplumlu-iki bölgeli federal bir çözümü kabul ettiğini kaydetmek gerekir. Ondan sonra yapılan ve Denktaş’ın muhatabının zaman zaman değiştiği görüşmelerde de çözüm ortaya konamadı. Bu dönemde pek çok plan ortaya atılırken Gali Fikirler Dizisi ve Annan Planı iki tarafın görüşlerine yaklaşımlarındaki titizlik ve kapsamları açısından diğerlerinden ayrıldı. Ancak neticede, tıpkı diğerleri gibi her ikisi de ya bir taraf ya da diğeri, bazen de her ikisi tarafından reddedildi.
Peki, bunca görüşme ya da plana rağmen çözülememiş bir meselenin, 3 Eylül’de buluşacak iki muhatabın imzaları ile nihayete ereceğini ummak için geçerli nedenler var mı? Bu görüşmeyi diğerlerinden ayıracak farklı bir yön göze çarpıyor mu? Bu iddialı sorulara yine güçlü bir iddia ile cevap vermek zor. Ancak yine de yukarıda bahsettiğimiz benzemezliklerine rağmen Kosova, Osetya, Abhazya, hatta Belçika olumsuz manada örnek oluşturabilir. Bu zamana kadar yapılan görüşmeler ve planlar, iki toplumlu-iki bölgeli bir federasyon ile başlayıp ardından bağları sıkılaştırılacak tek egemen bir devlet kurulmasına yönelik oldu. Oysa Kosova, Güney Osetya ve Abhazya bağımsızlıklarını ilan ederken; Belçika’nın sadece Valon ve Flaman bölgeleri ile kalmayıp üçe bölünme ve hatta Belçika adının tarih kitaplarında kalma ihtimali dahi var.
Burada önemli olan nokta, uluslararası ortamın yapıcı bir ilişkiyi özendirmek için sabrı tükeniyor ve bu defa artık bir sonuca ulaşılmasını adeta dua edercesine bekliyor. Aksi halde adada zaten kemikleşmeye başlamış “ayrılık”, mevcut durumun tesciline yani iki ayrı egemen devletin kabulüne döner ki bu, BM ya da AB’nin tercih edeceği bir hal çaresi değil.
İç politika açısından bakıldığında konu, meseleyi anlaşmaların gösterdiği iki eşit toplumlu-iki bölgeli devlet yoluyla çözmeyi hedefleyen hükümet ile halihazırdaki durumun yani KKTC’nin varlığının zaten bir çözüm olduğunu söyleyenler arasında adeta bir savaşa dönüşmüş durumda. Dikkate değer bir diğer husus da, 1 Temmuz’da yapılan açıklamada eksik kalan ve iç politika açısından haklı olarak infiale yol açan eşit egemenlik ve paylaşım konularını, 20 Temmuz’daki konuşmasında Başbakan Erdoğan’ın dile getirip bir anlamda düzeltmesi ve Talat ve ekibine güvenlerinin tam olduğunu söylemesi, KKTC liderliğinin masadaki elini güçlendirdi.
Bu arada magazin gibi görülebilecek bazı ilginç olaylar da gündeme geldi. Kıbrıs Rum tarafının futbol federasyonuna üye olunması yoluyla Türk takımlarının uluslararası müsabakalara katılmasının önünün açılması fikri, resmen Rum muhatapları tarafından KKTC Futbol Federasyonu’na iletildi. Teklifin hem Federasyon Başkanı Ömer Adal hem de Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Hasan Erçakıca tarafından reddedilmesi ve alternatif bir teklifin eşitlik temelinde hazırlanarak karşı tarafa sunulacağının bildirilmesi ise, Türk tarafının sporda bile temel beklentisinin eşitlik olduğunu teyit etti. Bilindiği gibi 1955’e kadar İngiliz egemenliği altındaki Kıbrıs’ta yaşayan Türk ve Rum takımlarının karşılaşmalar yaptıkları ligler mevcuttu. Ancak Kilise’nin kendi mülkiyetindeki futbol sahalarını Türklerin kullanımına yasaklaması ve Türklerin bu durumu protesto etmesinden bu yana iki tarafın takımları arasında resmî maç yapılamıyor. Ayrıca 1987’den beri KKTC üzerinde uluslararası spor ambargosu bulunuyor.
Sonuç olarak, 3 Eylül’de bir araya gelecek Talat ve Hristofyas, seleflerinden daha fazla çözüm istemelerinden ziyade konuya ilişkin uluslararası destek ve baskı bir arada ve daha güçlü olduğu için anlaşmaya Denktaş, Klerides, Papadapulos ve diğerlerinden daha yakın. Ancak sorun şu ki, KKTC’de yapılan kamuoyu araştırmalarının da gösterdiği gibi, sadece Talat değil Türk halkı da Annan Planı’na verilen “evet” oyundan sonra BM ve AB’nin tavırlarından büyük rahatsızlık duyup kandırılmışlık hissine kapıldı ve çözüme yönelik umudunda, “Her ne olursa olsun birleşelim” ya da o zaman ki moda deyimle “Yes be annem” sloganından çok uzaklaştı.
Elbette ülkeler coğrafyaların esiri; ancak üzerindeki halkların görüş ve çıkarları dikkate alınmadan ülkelerin kaderlerinin tümüyle başka aktörler tarafından belirlendiği günler geride kaldı. Üzerinde yaşayanların hilafına ülkeler alınıp satılamaz. İşte bu yüzden iki tarafın resmî temsilcilerinin bir kez daha masaya oturmaları ilgi ve dikkati hak ediyor.
Paylaş
Tavsiye Et