KÜRESEL sistemin hegemonik gücü ABD’nin, ekonomik çıkarlarını korumak ya da “Batılı değerleri ve özgürlükleri savunmak” adına Ortadoğu-Avrasya ekseninde yürüttüğü “kuşakların kaderini ilgilendiren çatışma” sürerken, arka bahçesi olarak telakki ettiği Latin Amerika’da ciddi bir jeoekonomik ve ideolojik mücadele yaşanıyor. Soğuk Savaş döneminin ortadan kaldırdığı varsayılan ulusalcı ve sosyalist siyasi hareketlerin son yıllarda yeniden güç kazanmasıyla alevlenen bu mücadele sürecinde, ABD’nin bölgedeki baskın jeostratejik ve politik ağırlığı ile sürekli ekonomik liberalizasyon baskısı üreten “Washington uzlaşısı” yaklaşımı da derinden sorgulanıyor. 500 milyonu aşkın Latin Amerika nüfusunun yarısından fazlasının, uluslararası borç krizinden bu yana geçen 30 yıllık süre içerisinde fakirliği ve sosyo-ekonomik eşitsizlikleri derinleştirip finansal krizleri kronikleştiren neoliberal paradigmayı sorgulayan ya da tümden reddeden yönetimler altında yaşıyor olması hiç de yabana atılacak bir durum değil.
Brezilya, Venezüella, Uruguay, Şili, Bolivya, Peru gibi Latin Amerika’nın önemli ülkelerinde popülist sosyalizmden ılımlı sosyal demokrasiye uzanan bir yelpazede stratejik bir sinerji oluşturmayı başaran sol liderlerin işbaşında olması, ABD yönetimini giderek artan bir oranda rahatsız ediyor. Güney kanadında gittikçe güçlenen bu sol kuşağı zayıflatma amacını güden Washington’ın Brezilya, Şili ve Uruguay gibi ülkelerdeki “pragmatik reformcular” ile And Dağları’nı çevreleyen “samimiyetsiz popülistler” ekseninde bir kategorizasyona gitmesi bir politika farklılaşmasının da ilk işaretiydi. ABD yönetiminin, küresel sermaye ve Amerikan etkisine açıktan bayrak açan radikal liderler ile küresel sermaye ile işbirliğini sosyal ağırlıklı bir platformda yürütmeyi seçen reformcular arasında normatif ve politik bölme siyasetini sezen ve ilk grubun başını çeken Chavez, bunu kinayeli biçimde “devlet adamları” ve “deliler” ayrımı olarak nitelendirmişti.
Aslında sanayi altyapısı, pazar büyüklüğü ve teknolojik yenilenme kabiliyeti ile Latin Amerika ekonomisinin lokomotifi olan Brezilya’da piyasa dostu ancak sosyal yönü güçlü politikalarla hızlı bir gelişme ivmesi yakalayan Lula da Silva ve Şili’de sol liberal bir ekonomik strateji izleyen Michelle Bachelet gibi liderler ile kamulaştırmalarla devletin ekonomik rolünü arttıran, küresel sermayeye meydan okuyan ve doğrudan dağıtım politikaları ile eşitlik ajandası izleyen Chavez arasında ideolojik ve stratejik bir ayrışma olduğu bir vakıa. Ancak sosyo-ekonomik politikalar ve siyasi üslup planındaki bu ayrışmanın ötesinde, sol siyasetin farklı renk ve tonlarını yansıtan bu liderler, Latin Amerika’daki tek taraflı ABD etkisini dengeleyebilmek için kendi aralarında sıkı bir işbirliğine mecbur olduklarının bilincindeler.
Bu noktada, “Big Brother” ile ilişkilerde birbirlerine manevra alanı açma konusunda epey tecrübe kazanan yeni nesil sol liderlerin, bir adım daha ileri giderek, ekonomik küreselleşmenin merkezkaç güçlerini Washington’ın bölgesel hâkimiyetini kıracak biçimde yönlendirme amacıyla yeni bir uzlaşı oluşturdukları görülüyor. Gelişmekte olan dünyada ılımlı sol yaklaşımın sembol ismi haline gelen Brezilya Başkanı Lula, ortodoks neoliberal politikalara karşı ölçülü muhalefeti ve “eşitlikçi büyüme/güçlü kurumlar” ajandası ile sadece Latin Amerika’da değil, başta Dünya Bankası olmak üzere uluslararası ekonomik kuruluşlar nezdinde de hâkim söylemlerin sosyo-ekonomik kalkınma ve kurumsal reform ekseninde yenilenmesinde etkili oldu. Bunun dışında gerek Türkiye’de CHP dâhil gelişen dünyadaki pek çok sol parti tarafından taklit edilen “sıfır açlık” programı gibi somut sosyo-ekonomik reçeteleri, gerekse Dünya Ticaret Örgütü ve küresel ticaret görüşmelerinde gelişmekte olan ülkelerin sözcüsü olarak öne çıkması, Lula’ya ve sembolize ettiği yeni sol uzlaşıya kredibilite kazandırmış bulunuyor.
Söylem bazındaki kazanımlar bir yana, Latin Amerika’da ortaya çıkan yeni ekonomi-politik uzlaşı ve anti-Amerikan ideolojik iklimin, somut politika adımları ve uluslararası anlaşmalar sayesinde bölgenin ABD’ye sınırsız jeoekonomik bağımlılığını zayıflatma hedefine kilitlendiği de artık sır değil. Latin Amerika’nın zengin hammadde kaynaklarını dikkatle izleyen Çin ile son birkaç yılda 400 ticaret ve yatırım anlaşması yapılması ve bu ülkenin hem Brezilya hem de Arjantin’in dördüncü büyük ticaret ortağı haline gelmesi; bu arada da Chavez’in gerek Çin ve Hindistan’la gerekse İspanya üzerinden Avrupa Birliği ile yakınlaşma stratejisi izlemesi bahsettiğimiz çeşitlendirme siyasetinin önemli yansımaları arasında yer alıyor. Güney Amerika’nın en önemli ticari birliği olarak kurulan ve uzun yıllar ABD liderliğindeki NAFTA’nın gölgesinde kaldıktan sonra son yıllarda önemli bir büyüme ivmesi yakalayan MERCOSUR’un bölgesel entegrasyon etkisini de unutmamak gerekiyor. Bu bağlamda, gerek Lula gerekse diğer bölgesel liderlerin, ABD ile yapılan ticaret ve bundan kaynaklanan ekonomik bağımlılık ilişkilerini tedricen azaltarak, MERCOSUR içi ticaret oranını arttırma konusuna stratejik bir ulusal ve bölgesel güvenlik meselesi olarak baktıkları biliniyor.
Tarihsel olarak ABD’nin küresel bir güç haline gelip konumunu korumasında arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika’daki tartışmasız jeostratejik/jeoekonomik hâkimiyetinin önemli bir rol oynadığı tartışılmaz. Ancak son yıllarda artan bir bölgesel sinerji ile gerek siyasi gerekse ekonomik ilişkiler konusunda ABD ve küresel sermayenin baskılarından olabildiğince özerk bir çizgi izleme eğiliminin Latin Amerika’daki siyasi lider ve hareketler nezdinde rasyonel bir ortak payda haline geldiği gözlemleniyor. NAFTA ile kritik önemdeki Meksika’yı adeta bir ekonomik eyalet olarak ABD’ye kaptıran Latin Amerika, küresel hegemonun ekonomik entegrasyon kılıfıyla güneye yayılışına gerek Lula gibi “usturuplu muhalifler” gerekse Chavez ve Morales gibi sansasyonel karakterler marifetiyle direnmekte kararlı görünüyor.
Aynen Ortadoğu gibi, Latin Amerika da Amerikan tek taraflılığı, neoliberal paradigma ve küresel sermaye işbirliğindeki bir küreselleşme ile yerel ve bölgesel güçlerin anlamlı katılımıyla şekillenen sosyo-ekonomik kalkınma ve çok taraflılık eksenli bir küreselleşme formu arasındaki çatışmaya sahne oluyor. Medeniyetlerin değil belki ama “küreselleşmelerin çatışması” önümüzdeki dönemde dünya siyasi ve ekonomik sisteminin ana gündem maddesi olmaya devam edecek.
Paylaş
Tavsiye Et