NİSAN ayında cumhurbaşkanlığı seçimi turları yapılırken Ahmet Necdet Sezer görevini bırakma eğiliminde olduğuna ilişkin herhangi bir işaret vermemişti. Sabih Kanadoğlu, medya ve Atatürkçü Düşünce ve Çağdaş Yaşamı Destekleme dernekleri gibi sivil(!) toplum kuruluşları işbaşındaydı. Büyükanıt, pijamalarını giymişti; ama henüz işlerini gerekçe göstererek dükkanı kapatmamıştı.
Yeni Cumhurbaşkanı’nın kesinleştiği Ağustos ayının bu son günlerinde ise tablo tepeden tırnağa farklı. Abdullah Gül’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin sadece bir prosedür haline gelmesiyle birlikte herkes Gül’ün cumhurbaşkanlığını kabul etmiş gözüküyor ve bu yeni durum için hazırlık yapıyor. Gül’ün eşinin türbanının modernleştirilmesi konusundaki spekülasyonlar da, aslında bu çevrelerin -günün moda deyimiyle- bir jest beklentisinin ifadesi olarak değerlendirilebilir. Resmî davetler için hazırlanan davetiyelerin eşli mi, eşsiz mi olması gerektiğinin sorulması da bu yeni döneme ilişkin bir hazırlığın belirtisi. Her iki konu da, hem Abdullah Gül ve eşi hem de bugüne kadar bu konularda huysuzluk yapanlar açısından sembolik değere sahip bir mücadele alanı. Bakalım Gül’ün “devlet adamlığı” nasıl bir tavır takınmasına sebebiyet verecek: Sezer’in uyguladığı ambargoları Gül de sürdürecek mi yoksa bu noktadan başlayarak bazı şeyler değişmeye başlayacak mı?
Nisan ayında Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini engelleyenler, ona ne kadar büyük bir iyilik yapmış olduklarını fark etmişlerdir herhalde! “Engel koyucular”, koydukları engellerin ‘atlayıcıları’nın çıktığını ve çıkmaya da devam edeceğini anlamışlardır umarız. Türk milleti, bugüne kadar önüne konulan engelleri kendine özgü bir üslup ve tavırla birer birer aştı. 22 Temmuz seçimleri de, bu engellerden bir tanesini, fakat belki de son dönemdeki en önemlisini geçmek açısından önemliydi. Anlaşılan odur ki 22 Temmuz seçimleri, 1980’lerin sonuna doğru giderek tırmanan ve 1990’ların ortalarından itibaren de uygulamaya konan post-modern darbe süreçlerine karşı birikmiş bir cevabın dışa yansıması ve bu sürecin nihayete ermesi gerektiğine ilişkin bir uyarıdır. (Belki de, bu ‘engellemeci’ kesimin bir kısmının sessiz sedasız ortaya çıkan durumu kabullenmeleri, bir kısmının ise daha da hırçınlaşarak kendilerinden başka herkese “bidon kafalılar”, “göbeğini kaşıyan adam” benzeri hakaretler yağdırarak saldırmaları bu uyarıyı fark edişle alakalıdır. Ne de olsa, her yiğidin yoğurt yiyişi farklı!)
Dolayısıyla 22 Temmuz ve ardından gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimleri, Türkiye için yeni bir dönemin başlangıcı niteliğinde. Bu yeni dönem, Türkiye’nin geleceğinden ümitvar olmak isteyenler için de, kötümser olanlar için de yeterince veri sunuyor. İhtimallerden hangisinin gerçekleşeceği ise Türkiye’yi bugün yönetenlerin bilgi, basiret ve becerilerine bağlı.
Şimdilik Her Şey “Dikensiz Gül Bahçesi”
22 Temmuz sonrasında merakla ve endişeyle takip edilen konu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Gül’ü yeniden aday gösterme konusundaki tavrı, daha doğrusu tavırsızlığıydı. Sessizliğini koruması, konuştuğunda ise topu Gül’e atan söylemleri, gerek AKP’yi gerekse de ona oy veren kesimleri endişeli ve sıkıntılı bir sürece sokmuştu. Danışmanlarının gazetelere yansıyan ifadeleri de, bu sıkıntılı durumu pekiştirmişti. Gül’ün cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesi konusunda Başbakan’ın samimi düşüncesinin ne olduğunu elbette bilemeyiz. Bu konuda spekülasyon yapmanın bir anlamı da pek yok. Zira öyle ya da böyle, Başbakan, Türk halkının 22 Temmuz’da sandıkta kararlaştırdığı üzere Gül’ü tekrar cumhurbaşkanı adayı yaptı (kimilerine göre ise yapmak zorunda kaldı). Bugünden bakıldığında ise, Erdoğan’ın ve AKP’nin -bilinçli ya da bilinçsiz, istekli ya da isteksiz- bu tavrı, Gül’ün daha geniş bir çevre tarafından kabullenmesini sağlamış gözüküyor; arkasında %47’lere varan geniş bir halk desteğinin olduğu gerçeğini de hafızalara kazımış olarak.
Bugün gelinen noktada, önlerinde hiçbir engel bulunmadığı halde bir engel varmış izlenimi veren, ortada bir gerginlik olmadığı halde her an bir gerginlik çıkacakmış gibi renksiz davranan AKP yönetimi, Gül’ü Çankaya’ya göndermek için gerekli hukuki prosedürleri yerine getirmeyi bekliyor. İyice marjinalleşen çevrelerin olağanüstü birtakım müdahalelerin olmasına yönelik beklentileri ise boşa çıkıyor. Genelkurmay Başkanı, ‘dükkan’ına “Cenaze dolayısıyla kapalıyız!” tabelası astırmış durumda. Sezer, veda ziyaretlerinde “Oh be, nihayet bu eziyetten kurtuluyorum” dercesine etrafına gülücükler dağıtmakla meşgul. Medya ve iş çevrelerinin ne dediği pek belli olmasa da, sürecin kesintiye uğramasına daha fazla üzüleceklerini izhar eder gözüküyorlar. Emin Çölaşan gibi bir gazetecinin Hürriyet’ten gönderilmesi ise başlı başına manidar bir durum. Muhalefet partilerinin, “İçiniz rahat olsun, biz genel kurula gireceğiz” tarzındaki söylemleri de meselenin bir başka boyutu. Netice-i kelam, hepsi Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini kolaylaştıran faktörler. Şimdilik her şey, AKP’ye “dikensiz bir gül bahçesi” sunuyor. Yarınlar ne getirir, şimdiden bilmek kolay değil.
Bütün bunlar olup biterken, önümüzdeki dönemde Cumhurbaşkanlığı makamının Sezer ya da öncekilerle aynı yetkilere sahip olup olmayacağı tartışmaya açılıyor. Cumhurbaşkanını halkın seçmesine ilişkin anayasa değişikliğinin referanduma sunulması, sivil anayasa tartışmaları da bu bağlamda değerlendirilmeli. Meselenin bu boyutu dikkate alındığında da, belki cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanan bu yumuşamanın anlamı daha da farklılaşabilir. Hem millet memnun olacak, hem de devlet! (AKP yönetiminin sık sık dile getirdiği, “kazan-kazan” prensibi bu olsa gerek!)
Böyle Düşman Dostlar Başına!
İç politika meselelerinin yoğunluğu, kısa ve uzun vadede Türkiye’yi ne tür bir dış politika gündeminin beklediğini gözlerden uzak tutuyor. Irak’ta patlayan ve yüzlerce insanı öldüren bombalar, kapıdaki İran krizi, AB sürecinde bizleri nelerin beklediği gibi konular tümüyle unutulmuş görünüyor. Bu durumu belki de doğal karşılamak gerekiyor. Zira Türkiye, ciddi bir kabuk değişiminin eşiğinde. Onlarca yıldır demokrasi adına demokrasiye zarar verenlerin, hukuk adına hukuku katledenlerin, özgürlük adına insanların özgürlüklerini ellerinden çekip alanların uğraşları tam anlamıyla duvara tosladı. Yapılan post-modern darbe, yayımlanan pijamalı bildiriler, millete karşı verilen psikolojik savaş bugün itibariyle amacına ulaşamamış gözüküyor. Sürecin destekçileri birer birer ortadan kayboluyor. RP’nin koalisyon hükümetini içlerine sindiremeyen ve RP’yi de FP’yi de kapatanlar, ülkeyi ekonomik ve siyasal bir istikrarsızlığın içine sürüklerken, yasakladıkları Tayyip Erdoğan’ın başkanlığındaki bir AKP’yle yaşamak zorunda kaldılar. Ülkeyi iç ve dış politika ile ekonomide görece istikrara kavuşturan AKP hükümetini hazmedemeyenler, bu hükümetin yeni cumhurbaşkanını seçmemesi için ellerinden geleni artlarına koymadılar. Fakat demokrasi dışı ve milleti hiçe sayan bu girişimleri, AKP’nin %47’lere varan oy oranıyla tek başına iktidara gelmesine engel olamadı ve Gül’ün cumhurbaşkanı olma sürecini daha da kolaylaştırdı. Yaşanan süreçler olmasaydı muhtemelen Gül, bu denli geniş bir halk kitlesi tarafından kabul göremeyecek ve meşruluğu tartışılır bir konumda olacaktı. Ancak bugün hem muhalefet partilerinden örtülü bir destek alıyor ve meşruiyeti sorgulanır olmaktan kurtuluyor hem de AKP’ye oy veren-vermeyen çok geniş halk kesimleri tarafından kabul görüyor ve onaylanıyor. Ne diyelim, böyle düşman dostlar başına!
Muhalefetsiz İktidar
Muhalefet partileri, bu yeni süreçte sandıkta belirlenen koşullara uygun hareket ediyorlar. Genel kurula girmeyi ve oyunu kurallarına göre oynamayı tercih eden partiler, bir önceki dönemde ANAP ve DYP’nin başına gelenlerden ders çıkarmışa benziyorlar. CHP ise önceki dönemde takip ettiği tavrını sürdürmeyi tercih ediyor. Bu tavrını girişimlerinin bir sonuç vermeyeceğini fark edememek olarak algılamamak lazım. Zira CHP, aksi bir tavırda “kendisini inkar etmiş” olurdu. Bu süreci engelleme gücü olmadığının o da farkında. Sandıkta milletin verdiği cevabın yanı sıra, önceki dönemde CHP’nin motoru olarak iş gören malum çevrelerin bugün kendisini yalnız bırakması, hatta lider kadrosunu ‘beceriksizlik’le, üretilen onca siyaseti ve çabayı heba etmekle suçlaması sonrasında bu farkındalık iyice artmış durumda. Bu ortamda bugüne kadar sürdürdüğü siyasal çizgiyi aynen sürdürerek, ideolojik seçmeninin bağlılığını devam ettirmeye çalışıyor.
Bugün gelinen noktada, AKP’nin temsil ettiği sosyal politikalar mevcut siyasal partiler tarafından tartışılamıyor, eleştirilemiyor. Böyle bir ortamda, muhalefetten alternatif birtakım politikalar geliştirmesini ve sunmasını beklemek beyhude. Gerek Meclis’te kendilerine yer bulan ve bulamayan partiler gerekse siyasal oluşumlar dışındaki çevreler, uygulanan küresel politikalara ve Türkiye’nin yaşadığı bu sürece ilişkin eleştirel bir değerlendirmenin içerisine maalesef henüz giremediler. Her şey AKP’nin ellerine teslim edilmiş durumda ve herkes kendisini AKP’yi takip etmekle sınırlandırıyor. Bu AKP’nin -kuşatıcılık anlamında- başarısı olarak da değerlendirilebilir; ancak aynı zamanda AKP’ye taşıyabileceğinden fazla bir yükün yüklendiğini de söylemek gerekir. Meclis içinden ya da dışından dillendirilen bir alternatif, bir muhalefet yoksa AKP’nin önünde tek bir gerçek kalıyor: Kendi muhalefetini kendisi üretmek zorunda!
Paylaş
Tavsiye Et