ULUSLARARASI siyasette son dönemde ardı ardına yaşanan gelişmeler, hem konunun uzmanları hem de kamuoyu nezdinde büyük yankı uyandırdı. Örneğin, Ağustos ayında Rusya’nın Kuzey Buz Denizi’nin dibine inerek bayrak dikmesi ve bölgenin doğal kaynakları üzerinde hak iddia etmesi taşıdığı sembolik anlatım ve çağrışım bakımından oldukça dikkat çekiciydi. Bu girişim Soğuk Savaş döneminin iki süper gücü olan ABD ve SSCB arasında cereyan eden ve temelde dolaylı mücadele alanları ve araçları üzerinde gerçekleşen rekabet biçimini hatırlatmaktaydı. Dolayısıyla bu hamle, Rusya’nın tekrar bir süper güç olarak dünya siyaset sahnesinde aktör konumuna yükselme niyetini açıkça ortaya koyması ve uluslararası kamuoyu nezdinde de farkındalık yaratması anlamında dikkate değer bir gelişmeydi. 10 milyar ton doğalgaz ve petrolün bulunduğu tahmin edilen bölgeye ABD, Kanada ve Danimarka da yatırım hazırlıklarını sürdürüyor. Bu rekabet ve yatırımlar, buzulların erimesi ve yeni deniz ulaşımı yollarının açılması imkanının doğmasıyla hız kazandı. Yani Kuzey Buz Denizi, hem küresel ısınmanın hem de enerji kaynakları üzerindeki mücadelenin ısınması tehdidi ile karşı karşıya.
Bölgedeki diğer bir sembolik meydan okuma ise Rusya’nın uzun menzilli kıtalararası nükleer bombardıman uçaklarının düzenli devriyelerine yeniden başlaması. Bununla birlikte Rusya, Gürcistan askerî üslerinden çektiği birliklerine ev sahipliği yapan Erivan’a silah satarak bölgedeki güç dengesini sağlamaya çalışıyor.
Bölgesel ısınma göstergelerinden biri de Rusya’nın, Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması (AKKA)’na katılımını askıya alması. Bu kararın alınması, taşıdığı anlam ve doğurması muhtemel sonuçlar bakımından oldukça önemli bir gelişme. AKKA, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) bünyesinde 1990’da imzalanmış ve Soğuk Savaş sonrası oluşan yeni uluslararası koşullarda öncelikle SSCB’nin konvansiyonel planda (nükleer, kimyasal ve biyolojik olmayan silahlar açısından) silahsızlanmasını sağlamayı hedefleyen bir antlaşma.
1994’te teşkilat yapısına kavuşarak AGİT adını almış olan AGİK, Soğuk Savaş koşullarında Avrupa’nın güvenlik kaygılarını merkeze alarak kurulmuş ve Soğuk Savaş sonrası koşullara yönelik başta insan hakları ve demokrasi hedefleri olmak üzere gerekli dönüşümü gerçekleştirmeyi başarmış bir örgüt. Örgütün sürekliliği ve kapsamı, uluslararası politikadaki önemini bir kat daha arttırıyor. Örgütün kapsamı dâhilinde olan Kuzey Amerika ve Avrasya’nın kuzey hattı, jeopolitik özelliğinden dolayı uluslararası politik gelişmeleri doğrudan etkileme potansiyeli olan bir bölge. Dolayısıyla bu önemli boyut dikkate alınarak değerlendirildiğinde, AGİT bünyesinde imzalanmış bir silahsızlanma antlaşmasının askıya alınmasının yaratabileceği siyasi ısınmanın boyutu daha iyi görülebilir.
AGİK bünyesinde imzalanmış AKKA’ya katılımını, ABD’nin Doğu Avrupa’ya füze savunma sistemi yerleştirme planını gerekçe göstererek askıya almış olması, Rusya’nın, 11 Eylül sonrası oluşmakta olan yeni uluslararası jeopolitik ve jeostratejik güç dağılımında yeni bir konum arayışında olduğunun bir göstergesi. Rusya’nın bu yeni konum arayışı Putin yönetimi döneminde kendini daha fazla hissettirmeye başladı.
AKKA Antlaşması’nın öncelikle güvenliğini sağlamayı hedeflediği aktör Avrupa Birliği. Bununla birlikte Türkiye de, siyasi planda AB’ye aday bir ülke konumunda olması ve coğrafi planda da Rusya’nın bölgesel etki ve müdahale sınırları dâhilinde bulunması nedeniyle AKKA Antlaşması’nın yakından ilgilendirdiği taraflardan birisi durumunda.
20. yüzyılda yaşanan iki dünya savaşının da Avrupa merkezli olmasının ortaya koyduğu en önemli sonuçlardan biri, Avrupa-içi barış ve güvenliğin dünya barışı ve güvenliği için bir önkoşul olduğudur. Başlangıçta bu kaygılar merkeze alınarak başlatılan AB projesi, amaçlanan hedeflere ulaşılmasında, başta ekonomi ve insan hakları konularında olmak üzere önemli ve başarılı sonuçların alınmasını sağladı. Ancak Soğuk Savaş sonrasında Balkanlar’da çatışmaların önlenmesi ve bunalım çözücü mekanizmaların geliştirilmesi gibi kurumsal olarak merkeze almış olduğu bir misyonu gerçekleştirememiş ve 11 Eylül sonrası dönemde de Ortadoğu’da yaşanan Afganistan ve Irak işgallerinde küresel aktör olma amacından uzak bir politika ortaya koymuş olması, AB’nin, Soğuk Savaş sonrası güçler dengesi yapılanmasında edineceği konum hakkında soru işaretleri doğuruyor. Yine AB’nin genişleme-derinleşme çelişkisinde ön açıcı bir politik duruş geliştirememiş, AB Anayasası üzerinde uzlaşma sağlayamamış, bölgesel bir güç haline gelmiş olan Türkiye’nin üyelik sürecinde Türkiye kadar özgüven ve kararlılık taşıyan bir tavır ortaya koyamamış olması, bahsettiğimiz başarısız iki sınavının yanında bünyesinde barındırdığı temel handikaplar olarak karşımıza çıkıyor. Sonuç olarak AB, yakın gelecekte kendisinden beklenilen açılımı gösterebileceğine dair güçlü sinyaller veremiyor.
Ortadoğu’ya baktığımızda ise İran ile Suudi Arabistan, Mısır ve Körfez ülkeleri arasında geliştirilen iyi niyetli ilişkilerin ABD tarafından sabote edilmesi girişimini görüyoruz. Dışişleri Bakanı Rice’ın gerçekleştirdiği Ortadoğu ziyaretinin ana gündemi İran tehdidi karşısında bölge ülkelerinin güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla bölgesel müttefikleri İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine 60 milyar dolar tutarında silah satımıydı. Hem Sünni-Şii kamplaşmasını pekiştirmek hem muhtemel bölge içi çatışma ve savaş riskleri için tetikleyici silahlanma yarışını arttırmak hem de ABD ekonomisine gelir sağlamak gibi üç hedefi bir taşla vurma niyetindeki bir diplomatik girişime sahne oldu bölge.
Avrasya ve Ortadoğu’da yaşanan bu ciddi politik ısınmaların iki bölgenin kesişim hattında yer alan Türkiye’yi etkilemesi oldukça muhtemel görünüyor. Bu riskler başarılı bir biçimde yönetildiği takdirde fırsata dönüşerek Türkiye’nin, bölgesinde daha etkin bir güç haline gelmesinin önünü açabilir. Tersi bir durum ise uzun dönemde telafisi mümkün olmayan bedeller ödenmesine neden olabilir.
Paylaş
Tavsiye Et