MEVCUT ABD hükümetinin dış politikasının ana damarlarından biri olan yeni-muhafazakârlık düşüncesinin temsilcisi konumundaki bazı entelektüel ve siyasîler, son aylarda Amerikan dış politikasına yönelik ciddi eleştiriler ortaya koydular. Bunlar arasında en dikkat çeken isimler Francis Fukuyama, Richard Perle ve Andrew Sullivan idi.
Yeni-muhafazakâr düşünürlerin önde gelen isimlerinden olan Francis Fukuyama, yazdığı Yol Ayırımındaki Amerika isimli son kitabında Amerikan dış politikasına yönelik eleştirilerini dile getirerek, yeni dış politika stratejileri önerilerinde bulunuyor. Kitabın en dikkat çekici yönü Fukuyama’nın, gelinen nokta itibariyle yeni-muhafazakârlık düşüncesinin başarısızlığının ortaya çıkmış olduğunun ve dolayısıyla bu ideolojinin tarihin tozlu raflarında yerini alması gerektiğinin altını çizmesi. Fukuyama yeni-muhafazakârlığın uğradığı bu başarısızlığın, başlangıçta sahip olduğu düşünsel politik ilkelerden saparak 1970’lerde ve özellikle 1990’lı yıllarda militarist yönde yaşadığı dönüşümün bir sonucu olduğunu belirtiyor.
Askerî müdahaleler yerine insanların akılları ve kalplerini kazanmaya yönelik yeni politikalar geliştirilmesini öneren Fukuyama, bunun dar ve sinik bir gerçekçiliğe değil, tam tersine “gerçekçi Wilsonizm”e bir dönüş olduğunu vurguluyor. Gerçekçi Wilsonizm’in en temel iddiasının “dünyayı demokrasi için güvenli hale getirmek” olduğunu düşündüğümüzde, bu politikanın amaç bakımından mevcut Amerikan hükümetinin dış politikasından çok da ayrışmadığını görürüz. Dolayısıyla burada teklif edilen yenilik, amaca ulaşmak için başvurulması gereken uygun ilke ve araçlarda kendini gösteriyor. ABD’nin 19. yüzyılın sonundaki İspanyol-Amerikan savaşından sonra neredeyse alternatifsiz kabul ederek takip etmeye başladığı emperyalist dış politika vizyonundan uzaklaşarak, izolasyonist bir dış politika vizyonuna dönmesi gibi bir ihtimalin hiç olmadığı bir küresel denge yapılanmasında, Amerika için teklif edilebilen en ılımlı alternatif dış politika seçeneği “Wilsoncu idealist emperyalizm”. Çünkü dünyanın küresel kapitalist ağ mekanizmasının hayat alanı olması, barış ortamına da sahip olması gerekliliğini dayatıyor. Dolayısıyla dünyanın demokrasiye duyduğu ihtiyacın mutlak anlamda karşılanması için tarih sahnesinde ‘istisnai’ bir devlet olan ABD, üzerine düşen tarihî vazifeyi icra etmekle kendisini mükellef kabul ediyor. Mevcut tartışma, ABD bu vazifeyi gerçekleştirme yolunda yürürken; Theodore Roosevelt’in temsil ettiği Avrupa kökenli militarist bir emperyalizmi mi, yoksa Woodrow Wilson’ın temsil ettiği idealist emperyalizmi mi benimsemesi gerektiği yönünde yaşanıyor. Elbette her iki seçenek de bugünün koşullarında, ortaya çıktıkları dönemde arz ettikleri özelliklerinden bazı farklılıklar ve yenilikler taşıyor.
Militarist emperyalizm, bugün dünyanın, özellikle de Orta Doğu’nun karşı karşıya olduğu askerî işgal yönetimi, katliam ve sömürüye dayalı bir sistem olarak dünya siyasetinin sürekli gündeminde olduğundan genel hatları ile biliniyor. Öte yandan, dünyanın birçok yerinde hâkim olan şiddet ve kaos ortamında yeni bir alternatif olarak beliren idealist emperyalizm, ne olduğu ve Amerikan dış politikasında belirleyici olup olamayacağı konusunda ilgi uyandırıyor.
Özet bir şekilde, idealist emperyalizmin klasik ilerlemeci tarih ve siyaset anlayışına dayandığını söyleyebiliriz. Buna göre Batı medeniyetinin, sahip olduğu üstün kültürel siyasî değerler ve gerçekleştirdiği tarihsel başarılar doğrultusunda ilerlemesini sürdürerek, diğer toplum ve medeniyetlere öncü ve örnek olma şeklindeki tarihsel ve ilahî-aşkın misyonunu gerçekleştirmesi gerekiyor. Bu süreçte Batı dışı toplum ve medeniyetler, bu başarının etkisi altında Batı’nın değer ve kurumlarını ya kendi iradeleriyle benimseyip uygulayacaklar ya da Batı medeniyetinin bu gayretli ve şiddetli ilerlemesi karşısında buna mecbur kalacaklardı. Böylelikle tıpkı Bolşeviklerin tasarladıkları “dünya komünizmi” gibi Batı medeniyetinin bu zafer yürüyüşü sayesinde “dünya demokrasisi” kurulmuş olacaktı. Fukuyama, Sovyetler’in çöküşünün ardından işte bu zaferi temellendirmek ve ilan etmek amacıyla Tarihin Sonu kitabını ABD’nin politik aklının ve arzusunun bir yansıması olarak yazmıştı. Tarihin akışı, bugün olduğu gibi daha önce de bu ilerleme mitini hiç doğrulamadığı için tarihe bu mit, silah zoruyla dayatılmaya çalışılageldi. Yani tasarlanan ideal neredeyse her zaman eline silah almak zorunda kaldı. Fukuyama da gerçekçi Wilsonculuğu önerirken; bir bakıma, müphem ve ayrıca şüpheliliği kesinleşmiş küresel demokrasi idealini silahsız yollarla gerçekleştirmenin yol haritasını ortaya koymaya çalıştı.
Yeni arayışlar ve eleştiriler çok yoğun bir şekilde Amerika’nın gündemine oturmuş durumda. Bu eleştirilerin sadece Irak işgali konusunda uygulanan politika ve stratejilerin yanlışlığı ve başarısızlığı ile sınırlı kalmayarak, ABD’nin Soğuk Savaş ve 11 Eylül hadiseleri sonrası döneme ilişkin yaklaşım biçimini ve bu eksende geliştirdiği politikaları da kapsamına alması, köklü bir sorgulamanın gerekliliğini itiraf etmek anlamına geliyor. Bu itiraflar her ne kadar çok önceden beri yoğun bir şekilde farklı muhalefet odakları tarafından yapılmakta idiyse de, bunların önde gelen yeni-muhafazakârlar tarafından da dile getirilmeye başlanması, ABD’nin dış politika saldırganlığını sahip olduğu gücün çok ötesine taşırmaya başladığının kırmızı alarmıdır.
Amerikan kamuoyu ve bazı yeni-muhafazakâr düşünür ve siyasîlerin, Irak işgalinin başarısızlığının ortaya çıkmasıyla kırmızı alarm verdiği uyarısında bulundukları dış politika saldırganlığına karşı, en son Amerikalı emekli generaller tarafından bir muhalefet cephesi oluşturuldu. Muhalefetlerinin odağında ise daha çok, yürütülen savaşın stratejik ve taktiksel hatalarının doğurduğu başarısızlık ve kayıplar var. Onların da itirazlarını dile getirmesiyle Amerika’da birbirinden farklı argümanlara sahip muhalefet cephesi daha da güç kazandı.
Bütün bu eleştiriler ve Irak işgalinin doğmasına öncülük eden politik aklın önemli temsilcilerinin politik ve stratejik tercihlerinde yaşadıkları bu dönüşümün, Amerikan dış politikasında ve özellikle Irak işgali sürecinde nasıl bir değişikliğe yol açabileceği sorusu, konunun ilgili taraflarının zihnini meşgul eden önemli yeni sorulardan birisi. Ancak daha doğru bir sonuca ulaşabilmek için bu sorudan önce, zihinlerde şu sorunun cevabının bulunması gerekiyor: Soğuk Savaş sürecinde ve sonrasında ABD dış politikasının artık kemikleşmiş hale gelen hegemonik refleksleri bugün, bir düşüncenin güdümünde hareket etmeye mi, yoksa kendi güdümünde geliştirdiği düşüncelere dayanmaya mı daha yatkın?
Paylaş
Tavsiye Et