TÜRKİYE yeniden boğucu bir atmosfere doğru sürükleniyor. Bu süreçte siyasi irade kararlı bir duruş sergileyemeyecek olursa, hem kendisini hem de toplumu kötü günler bekliyor demektir. Bir kez içine girdiğinde, nefes almak ve demokrasiyi yaşatmak için ihtiyaç duyduğu oksijenin her adımda biraz daha azaldığını hissedebileceği karanlık bir yol bu. Türkiye son elli yılda, siyasi rejimin demokratikleşmesine ilişkin adımların atıldığı her dönemin ardından bir daralma süreci yaşadı. Bu daralma, genellikle darbeler, muhtıralar ve onların oluşturduğu hükümetler eliyle yapıldı. Son olarak 28 Şubat, Özal döneminde ekonomik ve siyasi anlamda toplumun dezavantajlı çoğunluğu lehine kazanılan değerlerin, ondan geri alınması şeklinde okunabilir. O tarihten sonra köprülerin altından çok sular aktı. Bugün de 2000’li yıllarda gerçekleştirilen reformlarla kazanılanlar bir kez daha geri alınmaya çalışılıyor.
Türkiye’de kurulu düzeni demokratikleştirmeye, sivilleştirmeye, hukukun evrensel ilkelerine uygun hale getirmeye çalışmak, statükodan fayda sağlayan, daha doğrusu ekonomik ve sınıfsal anlamda sahip olduğu ayrıcalıklı konumu statükonun devamına bağlı gören bir ‘oligarşi’yle mücadele etmeyi göze almak demek. DP’den AK Parti’ye, esas olarak dezavantajlı çoğunluğa dayanan ve sosyal piramidin alt ve orta kısmından veya ‘çevre’den oy alan partilerin kaderi bu. Onlar istemeseler bile sınıfsal, ekonomik ve fikrî farklılıklarını icraatlarına yansıtırlar ve çatışma da burada başlar.
Bu süreçteki parti veya liderin önünde iki yol vardır: Bunlardan ilki, kendi tabanının da ihtiyaç duyduğu ekonomik ve siyasi reformları gerçekleştirmek, “Eski Sınıf”ın homurdanması pahasına demokratikleşmeye öncülük etmek ve böylece verili ayrıcalıkların belirlediği statükoyu dönüştürmektir. Sabırlı, inatçı ve hata kaldırmayan uzun bir yoldur bu; ama tek çıkar yoldur. İkincisi ise statükodan yararlanan zümrelerin ve onların bir parçası olan ve dolayısıyla onların çıkarlarını savunan üst düzey bürokrasinin iradesine boyun eğerek, sürekli olarak daralan alanda “icrayı siyaset” etmeye çalışmaktır. 57 yıllık tarihî tecrübenin gösterdiği, bu yolun doğru yol olmadığıdır.
Birinci yol, sabırlı, inatçı ve hata kaldırmayan bir siyasete ve bunun sürekliliğine ihtiyaç gösterir. Süreklilik özellikle önemlidir; çünkü aynı süreçte kaybedecekleri fazla olanlar da kendi çıkarlarını savunma refleksi içindedirler. Örneğin bu refleksi en çarpıcı biçimde temsil eden bürokratik güçler, ilk günden itibaren siyasi iktidarın iradesini kırma denemelerine girişirler. Bu bazen bir bürokratın bir siyasetçiye hakareti olur, bazen de medyaya servis edilen ve Meclis’i aşağılayan bir ‘haber’. Siyasi iktidarın hukuki süreçleri işletmemesi durumunda daima bir sonraki adıma geçilir.
Yorulmak Çıkmaza Götürür
Devlet ile toplum, bürokrasi ile demokrasi, atanmışlar ile seçilmişler arasında devam eden bu mücadelede, ikincileri temsil eden siyasi iktidarın yorgunluk belirtileri göstermesi sonun başlangıcıdır. Bu durumdaki hükümetlerin kaderi, çıkmaz olan ikinci yola girmek, sonra da kendi eliyle sağladığı demokratik kazanımlarla birlikte sahneyi terk etmektir.
AK Parti hükümeti de, Türkiye’de önemli reformlara ve yakın tarihte Özal döneminden sonraki açılımlara imza atan bir siyasi aktör olarak bugün bir yol ayrımında. 2004’ten itibaren yorgunluk belirtileri gösterse de, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yaşanan hukuksuzluğa teslim olmayışı, 27 Nisan’a ürkek de olsa direnebilmiş olması umut vericiydi. Türkiye toplumu, Cumhuriyet mitinglerinden ulusalcı propagandalara, ‘vatansever’ çetelerden yargının siyasallaşmasına kadar pek çok konuda sıkıştırılan bu alternatifi 22 Temmuz’daki devasa desteğiyle yeniden iktidara taşıdı ve ona ihtiyaç duyduğu moral ve sosyal desteği fazlasıyla verdi.
Ancak içinde bulunduğumuz süreçte onu yukarıda tanımlanan ikinci yola sokmak için çok daha farklı ve etkili yöntemlerin de seçilmiş olduğu görülüyor. Trajik olan, Kürt muhalefetinin de onu bu ikinci yola sokma çabalarına bir şekilde hizmet etmesi. Yıllarca sivil ve demokratik çözüm, anayasal vatandaşlık ve eğitim hakkı gibi taleplerin “Sivil Anayasa” girişimi çerçevesinde ilk kez ulaşılabilir bir hedef haline geldiği bir ortamda, PKK saldırılarının tırmanışını ve DTP’nin çözüme katkısı olmayan bir söylemle siyasi atmosferi ağırlaştırmasını nasıl açıklamalı? Hükümetin tezkere çıkarmak zorunda bırakıldığı, MGK’nın Irak’a ambargo için “tavsiye kararı” aldığı ve olağanüstü hal ilan edilmesi için MHP’nin talepte bulunabildiği bir ortam bu. Ve demokratik bir hükümetin bu kadar asker cenazesinin geldiği bir ortamda şahinlere karşı daha fazla direnmeyi başaramayacağı, çözüm olmayacağını bile bile bataklığa girmeye razı edilebileceği bir ortam. Ürkekçe de olsa demokratikleşmeye çalışan bir sivil hükümete karşı ‘oligarşi’ ile PKK’nın aynı çizgide yer aldığı, demokratik rejimden olağanüstü hal rejimine götürecek kapıyı ikisinin birlikte zorlayıp aralamayı başardığı bir süreç. PKK’nın çözüm isteyen Kürtlere, yıllardır savunduğu açılımların arifesinde süreci neden sabote ettiğini hiçbir zaman anlatamayacağı bir süreç. Demokratikleşme sahici bir hedef olmaya başlar başlamaz herkesin kendi rolünü gerçek yüzüyle ve gerçek diliyle oynamaya başladığı, herkesin sahnedeki gerçek yerinin belli olduğu bir trajedi.
İşte hükümetin hayati tercihi de bu noktada somutlaşıyor. Hükümet ikinci yolun başına hiç bu kadar yakın durmamış ve muhtemelen kendisini hiç bu kadar çaresiz hissetmemişti. Hükümet ya İspanya gibi, şiddetin doruğa çıktığı bir ortamda “inadına demokrasi, inadına özgürlük” diyecek ve sorunu asıl inceldiği yerden koparacak; yani Kürt sorununa barışı temel alan bir çözüm için cesaretle elini masaya vuracak ya da meydanlara yansıyan öfkeye teslim olup, 1990’ların başındaki kör dövüşüne geri dönecek. Bunu yaptığında yine gencecik fidanlar solacak ve rejimin militaristleşmesine paralel olarak demokrasinin askıya alınması da kolaylaşacak.
Bugün hükümete yakın ve uzak herkesin ahlaki bir sorumluluğu var. Yaşadığı ülkenin yeniden otoriteryen bir rejime savrulmasını istemeyen, barıştan ve adaletten yana olan, aklını ve vicdanını milliyetçi hislerine kurban etmeyen herkesin uyarıda bulunması, bu yolun tehlikesine işaret etmesi gerek. Tezkerenin, Irak’a harekatın çözüm olmadığını, sorunun içeride olduğunu ve burada çözülmesi gerektiğini yüksek sesle duyurmak, yaşadığımız süreci doğru analiz etmek ve çözüm önermek zorundayız. Hükümete, bu tuzağa düşmemesi ve iradesini başkalarına devretmemesi gerektiğini, demokratik muhalefete de onu daha özgürlükçü perspektiften eleştirmesi gerektiğini anlatmalıyız. Bugün tarihin tekerrür etmemesinin yolu sadece buradan geçiyor olabilir.
Paylaş
Tavsiye Et