22 TEMMUZ seçimleriyle DTP’nin Meclis’e girebilmiş olması, geçmişteki hataların telafisi için ikinci bir şans anlamına geliyordu. Bu partiden hoşlanmayanlar bile peşinen olumsuz bir söz sarf etmemeye özen gösteriyorlardı. MetroPOLL’ün Türkiye çapındaki kamuoyu araştırmasına göre DTP’nin Meclis’e girmesinin zararlı olacağına inanların oranı %50’nin altındaydı. Ancak bu uzun sürmedi. Kürt sorununa çözüm istemeyen çevrelerin tahammülsüzlüğüne ve siyasetin alanını daraltmak için fırsat kollamalarına DTP’nin yanlışları eklenince, güneşli günler sona erdi.
DTP’nin söylemine yansıyan yanlışlara işaret etmek, hiç kuşkusuz onun kapatılmasını savunmak anlamına gelmiyor. Tersine, bu partinin kapatılmaması için veya tarihin tekerrür etmemesi için geç olmadan konuşmamız gerek. Kürt sorununu üreten yapı ve işleyişin hataları malum. Ama yapıcı bir perspektiften DTP’nin hatalarını da konuşmak zorundayız.
DTP’nin söyleminde belirginleşen ve her kesimden çözüm isteyenleri umutsuzluğa sevk eden çok sayıdaki talihsiz çıkışın sebeplerini nasıl açıklamalı? Bu süre içinde DTP neden “Söz ola kese savaşı” diyemedi, o hep arzulanan “barışın diliyle” konuşamadı?
Birinci ihtimal, bu çıkışların, taban kaybını önlemeye yönelik sorumsuzca bir strateji olmasıydı. 22 Temmuz seçim sonuçları sadece CHP ve MHP değil, DTP için de hayal kırıklığıydı. Çünkü Doğu ve Güneydoğu’nun Kürt oyları AK Parti’ye akmıştı. Bu durum Türkiye genelinde çok daha belirgindi. Böylesine yakıcı bir sorunda DTP, taban kaybını önlemenin yolunu “tribünlere oynamakta” görmüş olabilirdi. İkincisi, belirli güçlerin bu partiyi terörize edip hata yaptırmaya çalışması ve bunda başarılı olmasıydı. Bu anlamda medya eliyle açıklamalar çarpıtıldı veya onlarla PKK ilişkisini ‘gösteren’ haberlere sıkça yer verildi, belki de ‘servis’ yapıldı. Örneğin kaçırılan askerlerin kurtarılması haberinin “PKK ile tutanak imzalama”nın değil, “çocukların eve dönüşünü sağlama”nın büyüteç altına alınarak sunulması pekâlâ mümkündü.
Üçüncü ihtimal, partideki bazı isimlerin bu çıkışları parti amaçlarına da aykırı biçimde bilerek ve isteyerek yapmaları, açıkçası partiyi kapattırmak istemeleriydi. Daha seçimlerin ilk günlerinde, henüz umutlar tazeyken bile DTP’ye yakın çevrelerde bazı isimlerin kuşkuyla karşılandığı ve bunun uğursuz bir tezgahın parçası olabileceği konuşuluyordu. Bu ‘komplo’ açıklamasına göre, tabanın tanımadığı bazı isimler, “derin bir tezgah”ın potansiyel aktörleri olarak seçilmişlerdi. Dördüncü ihtimal, hataları daha iyi niyetli bir okumayla izah ediyordu. Buna göre DTP henüz kendisine bir yol çizebilecek olgunlukta değildi ve bu süreçte ergenlik döneminin çelişkilerini yaşıyordu. Çözüme zerrece katkısı olmayacağı açık olan, üstelik milliyetçiliği kaşımaktan başka bir işlevi olmayan ‘şehitlerimiz’ edebiyatının açıklaması buydu. Buna bağlı diğer bir ihtimal, kendilerinden makul davranmaları beklenen DTP’lilerin kendilerinin de içinde yoğruldukları ortamın ürettiği “yaralı bilinç” sorunuyla malul durumda olmalarıydı ve makul olanı bulmak için zamana ve desteğe ihtiyaçları vardı.
Bugün DTP’nin sorununu anlamaya çalışırken bütün bu ihtimalleri göz önüne almak zorundayız. Ayrıca bu ihtimallerin hepsi aynı anda geçerli de olabilir. Sonuç olarak dıştan bakıldığında homojen ve “yiğitliğe leke sürmeyen” bütünleşik bir DTP söz konusu olsa da, o tabelanın ardında birbirinden farklı amaçlar, hassasiyetler ve aslında kendilerinin de henüz cevabını vermediği çok temel sorular mevcut. Bu anlamda DTP tamamlanmış bir entiteyi değil, bir oluşumu, bir süreci ifade ediyor. DTP’de PKK konusunda kafası karışık olanlar da var, mevcut parti çizgisinden duyduğu rahatsızlığı “kol kırılır, yen içinde kalır” diye söyleyemeyen de. Elbette İmralı’nın parti üstünde gölgesi var ve bu durum partinin kendi yolunu çizmesini, özgür bir tartışma zemini içinde bir siyasa oluşturmasını, kısaca reşit olmasını bugün için ciddi bir biçimde güçleştiriyor.
Dolayısıyla bugün DTP makul olanı görebilecek durumda değil. Üstelik kendisine yönelik strateji ve üslup eleştirilerini de “Bizden susmamızı istiyorlar” şeklinde anlayabiliyor. Elbette DTP’nin susmaması, Kürt sorunuyla ilgili söylenmeyenleri söylemesi gerek. Ama ne söylemesi gerektiğini doğru saptaması daha önemli. “PKK’lı kardeşlerimiz” demek mi çözüme katkı sağlar, yoksa yeni Anayasa’daki vatandaş tanımını tartışmak mı? Öcalan’ın “halk önderi” olduğunu söylemek mi derde devadır, yoksa Şemdinli ve Beytüşşebap’tan söz etmek mi? Makul olan elbette DTP’nin statükoyla bütünleşmesi değil. Ama bunun karşıtı da Onuncu Yıl Marşı’nınKürtçesini andıran söylemlerle etnik duyarlılıklara seslenmek olmamalı.
Bu süreçte yapılması gereken en son şey ise DTP’yi dışlamak veya siyasetin dışına atmak. DTP’nin gerçekten barışın diliyle konuşmayı öğrenmesi konusunda herkese, özellikle siyaset alanının diğer aktörlerine ciddi bir sorumluluk düşüyor; ama bu konuda CHP ve MHP’nin DTP’ye öğretebilecekleri bir şey olmayıp, kendileri himmete muhtaç görünüyorlar. Geriye bunu yapabilecek potansiyel ve niyete sahip görünen tek siyasi parti olarak yine AK Parti kalıyor. Asıl sorumluluk, İttihatçı yapı ve işleyişe karşı muhalefetin tarihsel ve sınıfsal anlamda ana taşıyıcı kitlesini oluşturan, söz konusu yapı ve işleyişin mağdurlarına dayanan bu partiye ve onun hükümetine düşüyor.
Hükümet, son süreçte başarılı bir sınav verdi. Başbakan Erdoğan’ın parti kapatmaya karşı olduğunu ifade etmesi, siyasi linçi ifade eden girişimlere prim vermemesi gerçekten takdire şayan. Ama açıkçası bu tutumun sürdürülebilir olmayacağını düşünmek için de sebepler var. AK Parti her an, içindeki bürokrat zihniyetli isimlerin sesine kulak verip otoriteryen bir çizgiye savrulma riskini taşımakta. Oysa bu süreçte DTP’yle sağlıklı bir diyaloğun tesis edilmesi önemli. Hükümetin, DTP’nin sıkışmışlığını görerek, ondan PKK’yı kınamasını istemekten vazgeçmesi bu yönde önemli bir adım olabilir. Zira bu partinin takiyeye zorlanması bir anlam ifade etmeyecektir.
Bugünkü çizgisi DTP’yi yalıtıcı ve yalnızlaştırıcı bir etki yapıyor, Kürt sorununun çözümü konusunda istekli olan birey ve sivil toplum örgütlerinin onunla işbirliği yapma iradesini zayıflatıyor. Ancak bu durum, her şeye rağmen, başta AK Parti hükümeti olmak üzere, çözüm için sorumluluk hissedenlerin omuzlarındaki yükü ortadan kaldırmıyor. Belki de “çocuğun annesi olmak”, yani asıl sorumlu tutum da bu noktada belirginleşiyor. Ülkede kan akarken onu kınayamayanlarla bir araya gelmemek kolay; zor olan, tam da yitip giden her hayatın, ateş düşen her ocağın acısını hissederek, aynı acıları Türk’üyle ve Kürt’üyle bu ülkenin başka çocuklarına yaşatmamak için sabırla ve inatla ipleri koparmamayı başarmak.
Türklerin ve Kürtlerin çoğunluğunun desteğini arkasına almış en büyük siyasi güç olarak bu konuda asıl sorumluluk hükümette. DTP de gerçekten barışın diliyle konuşmaya başladığında, çözüm adına son derece önemli bir katkı yapabilecek. Ama bu mümkün olmazsa, hükümet Kürt sorununu ona rağmen çözme iradesini göstermeli. Kapsamlı bir plan dahilinde, sebatla, ertelemeden, başkasının gündemine teslim olmadan, bu kez korkup geri adım atmadan ve hayali bir geleceğe ertelemeden bu kabusu bitirmeli.
Paylaş
Tavsiye Et