PKK saldırıları ile Türkiye’de yüksel(til)en gerilim neticesinde 5 Kasım’da Beyaz Saray’da yapılan Bush-Erdoğan görüşmesi son yılların en önemli siyasi teması haline geldi. Türkiye için mesele sadece Kuzey Irak’a müdahale değil, uzunca bir zamandır ihmal edilen taleplerinin yankı bulması ve siyasi bir özne olarak kabul edilmesiydi. Gerek Amerikan gerekse Türk tarafından oldukça az detayın sızdığı bu görüşmenin somut sonuçlarına baktığımızda karşımıza şunlar çıkıyor: 1. PKK sorunu etrafında oluşturulan Ralston-Başer özel koordinasyon mekanizmasının ölümü resmileşti. 2. ABD, PKK’yı açıkça düşman ilan etti. 3. Türkiye, Kuzey Irak’a yönelik yeni bir yapılanmanın oluşturulması noktasında istediklerinin büyük kısmını elde etti. 4. Türkiye ile Bölgesel Kürt Yönetimi (BKY) arasında uzun zamandır kangren olan ilişkiler resmen yeniden başladı. 5. Türkiye, elindeki kozları başta Irak ve Filistin sorunu olmak üzere net bir şekilde ortaya koydu. 6. Ermeni soykırım tasarısı konusunda Türkiye’nin ABD için ifade ettiği anlamı kendi Kongre üyelerine bile anlatmakta zorluk çeken Washington, bu kriz vesilesiyle Kongre’ye Ankara ile ilişkilerin gerilmesinin muhtemel sonuçlarını göstererek bu konuyu ‘şimdilik’ rafa kaldırmayı başardı. 7. Türkiye uzun zamandır devam eden sivil-asker gerilimini, Orgeneral Saygun’un da sürece dâhil olmasıyla kısmen rahatlattı.
Bu maddeler elbette uzatılabilir; ancak şu ana kadar saydıklarımız artık kesinleşen sonuçlar. Bu noktada Ralston’ın ayrılırken ABD yönetimini eleştirerek, ABD’nin PKK konusunda ciddi bir tavır almamasının Türkiye’yi İran’a yakınlaştırdığı yolundaki ifadelerine mim koymak gerekir. Türkiye’nin ABD’ye rağmen İran ve Suriye ile birlikte hareket etme ihtimalinin Washington’ı tedirgin etmesi ise Ankara’nın bu süreçteki en büyük kozuydu.
Yeni Durum, Yeni Çerçeve
Bu görüşmeyle birlikte Soğuk Savaş’tan beri bir ciddiyeti kalmayan Türkiye-ABD ilişkilerinin “stratejik ortaklık” olduğu iddiasının yanlışlığı artık net biçimde ilan edilmiş oldu. Yeni durumla birlikte Türkiye ile ABD, farklı alanlarda farklı çıkarları olabilen, stratejik ortaklık yalanına itibar etmeyen; ancak aralarındaki ilişkiyi kendi çıkarlarını gözeterek farklı bir hukuka oturtmaya çalışan, çelişen çıkarlarını müzakere edebilen iki ülke haline geldi. Bu çerçevede Türkiye’nin İran ile yaptığı doğalgaz anlaşması ABD’nin ciddi ve resmî tepkisine neden olurken; özel sohbetlerde ABD’li bürokratlar da Türkiye’nin başka çaresi olmadığını, alternatif gösteremeyen Washington’ın şikayet etme lüksü olmadığını, ancak kamuoyuna yönelik olarak bu tür tepkilerin de kaçınılmaz olduğunu kabul ediyorlar. Bunlar da ABD’nin stratejik ortak olmadan beraber iş yapabilme ve çelişen çıkarlar konusunda fiilî durumu kabul etme noktasına geldiğini gösteriyor. İyice çıkmaza giren Bush Doktrini’nin realist ekip eliyle biraz daha revize edilme çabasıyla beraber Amerikan yönetimi içerisinde bu tür analizlerin arttığı, ABD’nin artık sadece alan değil aynı zamanda veren ülke olması gerektiğinin kabullenilmeye başlandığı dikkati çekiyor. 5 Kasım görüşmesinin ABD açısından anlamı ise, Washington’ın özelde Kuzey Irak’ta genelde ise Irak’ta istikrarı tercih etmesidir. 5 Kasım öncesi süreçte Türkiye’nin Irak’ı iyice içinden çıkılmaz hale getirebileceği ve yapıcı olarak kendini dinletemeyen Ankara’nın kriz üzerinden kendisini çok iyi ifade ettiği ortaya çıktı. ABD’nin fiilî durumu kabulü ile Ralston mekanizmasının istihbarat paylaşımı şeklini almasıyla birlikte, Türkiye ABD üzerinden de olsa BKY ile ilişkilerini geliştirme noktasına geldi. Bunun fiilî sonucu da Türkiye’nin çok hassas olduğu Kerkük’ün kaderini belirleyecek referandumun süresiz olarak rafa kaldırılması oldu. Şu anda beklenti Türkiye ile BKY ilişkilerinin normalleşmesi, PKK’nın etkisizleşmesi fakat tam olarak tasfiye edilmeyerek PJAK üzerinden İran’a yoğunlaştırılması, Irak denkleminde Sünnilerin elinin biraz daha güçlenmesi.
ABD için Annapolis
Bütün bu gelişmeler esnasında Filistin Devlet Başkanı ile İsrail Başbakanı’nı bir araya getirecek olan Annapolis görüşmesi de gündemde önemli bir yer tuttu. Bu görüşme belki de en az Filistin’i ilgilendiriyor. Zira zirve Filistin’den öte, bölgesel yeniden yapılanmanın dinamiklerine balans ayarı vermek üzere planlandı. Zirveyle birlikte bir yandan ABD iç siyasetine yönelik olarak İsrail lobisinin teskin edilmesi, İsrail’e mesafeli kesimlerin ise sakinleştirilmesi, diğer yandan da Bush’un son bir senedir Pentagon ve Hariciye’de estirdiği realizm rüzgarının kendini ispatlaması öngörülüyor. Yedi yıldır Bush’un gerek Ulusal Güvenlik Uzmanı gerekse en üst düzey diplomatı olarak görev yapan Condoleezza Rice için de bu zirve kariyerinin fırsatı oldu. Irak’a gönderecek diplomat bulamayınca sorunu zorunlu hizmetle çözmeye kalkan ancak tepkiler üzerine son anda bundan vazgeçen, bakanlık yapısını tam olarak özümseyemeyen, bürokratik zaafları ve yapıyı aşamayan, ABD’yi son yılların en zayıf diplomat kadrosuna mahkum eden, yeni-muhafazakârlar karşısında etkisiz kalan Rice için zirve ciddi bir rövanş olacak. Başbakan-Devlet Başkanı düzeyinde yapılacak görüşmenin tarafları arasındaki muadiliyet zafiyeti, konferansın en sorunlu kısımlarından birini teşkil ediyor. Abbas yönetimini Batı Şeria’da bile istediği an devirebilecek etkiye sahip olduğu İsrail kaynakları tarafından ifade edilen Hamas’ın yokluğu görüşmelerin temel dinamiğini oluşturuyor. Bu çerçevede Suriye ve Suudi Arabistan da dâhil olmak üzere 49 ülke ve kuruluşun yer alacağı görüşmelerin temel amacı, Filistin sorununu çözmek değil, ABD’nin son yıllarda bütün dengeleri altüst ettiği Ortadoğu’da yeni bir denge oluşturmak. Gerek Şiiler eliyle Irak’ta, gerek Hizbullah üzerinden Lübnan’da, gerekse de Hamas üzerinden Filistin’de etkili olan İran, ABD için ciddi problem olmaya başladı. Ortadoğu’da herhangi bir bölgesel güce tahammülü olmayan ABD, mevcut dengeyi ABD’yi kullanarak bozan İran’ı bu zirve ile tecrit etmeyi planlıyor.
Ortadoğu için Annapolis
Zirvenin Türkiye-ABD-PKK üçgenindeki rolü ise detaylara bakılınca daha net görülebilir. 5 Kasım görüşmesi öncesinde Türkiye’de üst düzey temaslarda bulunan Rice’ın akabinde İsrail’e gitmesi, ardından Abbas ve Peres’in Türkiye’ye gelmesi, Türkiye’nin PKK’nın etkisizleştirilmesi karşılığında bu anlaşma sürecine dâhil olduğunu gösteriyor. Kuzey Irak’ta konsolosluk ve banka açan, Şii Türkmenler ve Talabani üzerinden bölgede etkili olmaya çalışan İran’ın Türkiye için de risk unsuru olduğu tezini işleyen ABD, böylece Türkiye’nin Sünni koalisyona organik olmasa da pragmatik olarak destek vermesini istiyor. Irak içinde Sünni lider Tarık Haşimi’ye yakın olan Türkiye’yi de bu süreçle birlikte stratejik ittifaklık düzleminde değil reel çıkar üzerinden yeni yapıya eklemlemeye çalışıyor. Türkiye nereye gideceğini bilmediği bu sürece şimdilik temkinli yaklaşırken, Irak’a ilişkin ciddi kaygılarından dolayı kısa yoldan ‘Hayır’ cevabı da vermemiş durumda.
ABD, Irak içerisinde İran etkisini azaltmak için el-Kaide karşıtlığını kabul eden tüm Sünni taraflarla uzlaşmanın ve Sünnileri yeniden güçlendirmenin hesaplarını yaparken, öte yandan bölgenin Sünni ülkelerine bu yıl içerisinde yaptığı görülmemiş miktarlardaki silah satışıyla hem Irak’ta uğradığı zararı silah satışı üzerinden tazmin etmeye hem de Sünni ülkeleri bir araya getirerek önümüzdeki on yıllar boyunca bölgede devam etmesi mümkün olabilecek mezhep tabanlı çatışmanın tahkim edilmesini sağlamaya çalışıyor. Tüm bunlar olurken İran’la yüz yüze resmî görüşme talebini de açık eden ABD, kuşatma ve tecrit politikasıyla zayıflatmaya çalıştığı İran’ı en zayıf anında masaya oturtmayı hedefliyor. Kısacası önümüzdeki birkaç ayda Annapolis Zirvesi çerçevesinde İran’ın ortak düşman haline getirileceğini söyleyebiliriz. Bu çerçevede Nuri el-Maliki’nin önümüzdeki günlerde Irak’ın bütünlüğünü savunan Mukteda es-Sadr ile yeniden yakınlaşabileceğini, federasyondan yana ve İran’la çok yakın ilişkileri olan Abdülaziz el-Hakim grubuyla arasının açılabileceğini düşünebiliriz. Bunlar da ABD’nin İran’ı sadece dışarıdan kuşatmayla yetinmeyeceğini, Irak içinde de Şii hegemonik bloğun dağıtılması ile İran’ı zor duruma sokabileceğini gösteriyor. Bu gerilim içinde Türkiye’yi kaybetme lüksü olmayan ABD’nin PKK’yı tecrit etmesi ise sürpriz değil zorunluluk. Zira tüm zirve planları istikrarlı bir Kuzey Irak değişmeziyle anlamlı.
Keşmir’den Filistin’e, Kerkük’ten Pakistan’a kadar şu anda İslam Dünyası’ndaki en temel çatışmaların temellerinin İngiliz sömürgeciliğinin hediyesi olduğunu hatırlarsak, bilgisayar oyunu serinkanlılığıyla ele aldığımız güç dengeleri oyununun İslam Dünyası’nın gelecek asrını belirleyebilecek kadar ciddi çatışmalara yol açabileceğini görebiliriz. Henüz bunların gerçekleştiğini düşünmek için erken. Ancak yavaş yavaş taşlar yerine oturuyor. Bu süreçte Türkiye, 1 Mart Tezkeresi’nde ortaya koyduğu bağımsız tavrını tepkisellikten analitik bir düzeye taşıyabilir ve bu tavrını sürdürebilirse bu oyunu bozabilecek güce de basirete de sahip olabilir. Kuzey Irak’a dönük topyekun bir askerî müdahalenin gerçekleşmemesi de ABD baskısından ziyade bu basiretin bir işareti olarak okunmalı.
Paylaş
Tavsiye Et