KIRK BEŞ yıllık Soğuk Savaş süreci, Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrini anlamak açısından, birbiriyle süreklilik arz eden üç farklı dönemde incelenebilir: II. Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye’nin kendisini daha çok Amerikan küresel ve bölgesel stratejilerinin eksen ülkesi ve Batı Bloğu’nun bir parçası olarak konumlandırdığı 1945-1960 dönemi; uluslararası sistemin yapısında ortaya çıkmaya başlayan güç dağılımındaki benzeşme etkisiyle Türkiye’nin kendi politikalarını yürütmeye çalıştığı 1960-1980 arası göreli bir özerklik çerçevesinde seyreden ilişkiler dönemi; oldukça hızlı gelişmelerin yaşandığı ve Türkiye’nin Avrupa ile ilişkileriyle paralel biçimde Türk-Amerikan ilişkilerinin de yakınlaştığı 1980-1990 dönemi.
Batı Ekseni: 1945-1960
1945-60 döneminde Türk-Amerikan ilişkilerine rengini veren en önemli gelişme, kuşkusuz SSCB’nin hem Türkiye’ye hem de Ortadoğu ve Avrupa’ya yönelik geliştirmiş olduğu politikalardı. Washington ile Ankara arasındaki gelişmeler, Sovyetler’in söz konusu politikalarının Amerikan yönetimindeki yankısı ile yakından ilişkiliydi. 1945 yılında SSCB’nin, 1925’te Türkiye ile imzalamış olduğu dostluk anlaşmasının süresini uzatmayıp Boğazların statüsünü de içeren yeni talepler öne sürmesi, Türkiye’nin iki kutup arasında kararlı bir tercih yapmasını beraberinde getirdi. Bu gelişme, gerek Türkiye gerekse ABD açısından iki ülke ilişkilerinin yapısal bir zemine oturtulmasına vesile oldu. Başlangıçta Washington yönetiminin Boğazlar konusunda “yeni düzenleme yapılması”na ilişkin görüşü, Sovyetler’in özellikle Balkanlar’da nüfuzunu arttırmaya başlaması ve Türkiye’nin Boğazlar için yapılacak düzenlemede Amerikan garantisini açıkça ortaya koymasıyla birlikte değişmeye başladı. Ortadoğu’nun SSCB ekseninde şekillenmeye başlaması ise ABD’nin, Ankara’nın Batı Bloğu içine çekilmesine ilişkin politikasını daha da netleştirdi. Böylece Türk-Amerikan ilişkilerini yapısal ve kurumsal bir düzeye yerleştiren gelişmeler başladı.
Bu yakınlaşmayı pekiştiren, Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Münir Ertegün’ün naaşının 1946’da Amerikan donanmasının en büyük zırhlılarından Missouri ile Türkiye’ye yollanması hadisesi, SSCB’ye verilen simgesel bir mesaj niteliği taşıyordu. Başkan Truman’ın aynı günlerde “Türkiye’nin ABD’nin Ortadoğu stratejisi için vazgeçilmez bir ülke” olduğunu açıklamasıyla bu yakınlaşma tam olarak teyit edildi. Ardından 7 Mayıs 1946’da iki ülke arasında yapılan bir anlaşmayla ABD’nin, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sırasında “Ödünç Verme ve Kiralama Yasası” yoluyla aldığı borçların tamamını silmesi, ilişkileri daha da derinleştirdi ve Türkiye, SSCB karşısında daha dirençli bir politika izlemeye başladı. Soğuk Savaş’ın resmen başlangıcı olarak kabul edilen 1947 tarihli Truman Doktrini ile de ABD, hem SSCB karşısındaki tutumunu netleştirdi hem de Türkiye ile ilişkilerin geri dönülemez bir alanda seyretmesine neden oldu. Başkan Truman’ın “Türkiye’nin milli bütünlüğü Ortadoğu nizamı için şarttır” açıklaması ise Türkiye’nin iç siyasetini doğrudan etkiledi ve Türk-Amerikan ilişkilerinin artık sadece iki ülkenin dış politikalarıyla değil, iç politikalarıyla da bağlantılı biçimde düşünülmesi gerekliliğini beraberinde getirdi. Doktrinin Türk dış politikası açısından en önemli sonucu ise Ankara’nın uzun bir süre alternatifsiz bir Batı politikası yürütmesine neden olmasıydı. Truman Doktrini’nin hemen ardından 1948’de ilan edilen Marshall Planı ise, Ankara’nın ısrarıyla Türkiye’yi de içine alacak şekilde tasarlandı. Plan çerçevesinde ABD, Türkiye’ye 352 milyon dolarlık maddi ve ayni yardım yapmayı kararlaştırdı.
İki ülke ilişkileri, Türkiye’nin askerî alanda NATO’nun güvenlik şemsiyesi altına girmesiyle doruğa ulaştı. İlk başvurusu reddedilen Türkiye’nin üyelik yolunu açan en önemli gelişmelerden biri, Menderes hükümetinin 1950’de BM kararı doğrultusunda Kore’ye asker göndermeyi kabul etmesiydi. Ancak yine de Washington yönetimi, Türkiye’nin NATO üyeliğini sadece iki ülke ilişkilerinin daha iyi bir noktaya gelmesi için değil, daha ziyade Sovyetler’in Akdeniz hattına yönelik ortaya çıkardığı tehdidin bir sonucu olarak Yunanistan ile birlikte kabul etti.
Soğuk Savaş, yapısal ve kurumsal düzeyde yürütülmeyen ilişkilerde kazanç sağlamanın oldukça zor olduğu bir dönemdi. Türk-Amerikan ilişkilerinin gündeminin oldukça yoğun olduğu bu dönemde, Türkiye’nin Ortadoğu siyaseti Amerikan yaşamsal çıkarları ile kısmen uyuşuyordu. Örneğin, Bağdat Paktı girişimi, daha çok ABD’nin komünist yayılmaya karşı savunma amacı taşıyan bir örgütlenmeyi ortaya çıkarmak hedefiyle, Türkiye’nin önderliğinde kurmayı kararlaştırdığı stratejik bir seçenekti. Nitekim 1957’de Eisenhower Doktrini’ne Türkiye’nin katılmasıyla da bu uyum büyük ölçüde gerçekleşti. Türkiye’nin, 1957 sonunda SSCB’nin Sputnik I uydusunu uzaya fırlatmasının ardından gündeme gelen, NATO üyesi ülkelerin topraklarına nükleer başlık taşıyan orta menzilli füzeler yerleştirilmesi planını İngiltere ve İtalya ile birlikte kabul etmesi ise, Türkiye’yi ABD açısından vazgeçilmez bir ülke konumuna getirdi.
Göreli Özerklik: 1960-1980
1960-80 arası, ABD ve SSCB’nin sistemin yapısına ilişkin belli bir uzlaşmaya varmaları ve aktörler arasında güç dağılımında ortaya çıkan benzerlikler çerçevesinde yaşanan yumuşama ile birlikte sistemin çok aktörlü bir yapılanmaya doğru dönüşmeye başladığı bir dönemdi. Bu çerçevede seyreden Türk-Amerikan ilişkileri, göreli bir özerklik düzleminde şekillenirken; Türkiye’nin iç siyasetinde meydana gelen gelişmelerden de oldukça etkilendi. Ancak yine de Türkiye’nin 1960 askerî darbesinin hemen ardından NATO’ya bağlılığının süreceğini ilan etmesi, dış politikada ABD bağlamının hâlâ kuvvetli olduğunun bir göstergesiydi. Bu dönemde iki ülke ilişkilerinin seyrini etkileyen en önemli gelişmelerden biri ABD’nin yakın tehdit altına girmesine neden olan Küba Bunalımı iken, diğeri de Türkiye’nin ülke çıkarlarını yakından etkileyen Kıbrıs Müdahalesi oldu. ABD’nin Türkiye’ye Jüpiter füzeleri, SSCB’nin de Küba’ya nükleer başlıklı füze yerleştirmesi ile başlayan ve 1962 Ekim’inde Soğuk Savaş’ın iki kutbunu karşı karşıya getiren Küba Bunalımı, kutuplar arası gerilimi zirveye çıkardığı gibi Türk-Sovyet ilişkilerine de ciddi biçimde zarar verdi. Söz konusu krizin aşılmasıyla Türk-Sovyet gerginliği bir anlamda yumuşarken; Türkiye’nin böylesi bir krizde kapalı kapılar ardında pazarlık konusu olması Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan ilk şoktu. Türkiye’nin Kıbrıs’a 1964’te askerî bir müdahaleyi gündeme getirmesi ise ABD ile ilişkilerinde derin bir krize neden oldu. ABD Türkiye’ye müdahale konusunda destek vermezken; Başkan Johnson’ın böylesi bir müdahale sonucunda Sovyetler’in buna karışması halinde Türkiye’nin NATO’nun güvenlik şemsiyesinden faydalanamayacağını belirttiği mektubu da Türk-Amerikan ilişkilerini uzunca bir dönem etkileyecek sonuçlar ortaya çıkardı. Bu durum, Türkiye’nin tek bir eksene dayanan politikaları artık yürütemeyeceğinin, bunun yerine çok yönlü bir politika geliştirilmesi gerektiğinin anlaşılmasını sağladı.
Johnson mektubu ile birlikte Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan kriz, özellikle ABD’nin isteğiyle Türkiye’de yasaklanan haşhaş ekiminin 1974’te Ecevit başbakanlığındaki hükümet tarafından tekrar serbest bırakılmasıyla derinleşti. Bunun üzerine ABD, Türkiye’ye verilen borçların ve askerî yardımların askıya alınmasına ilişkin bir karar aldı. ABD’nin 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nın ardından Türkiye’ye yönelik başlattığı silah ambargosu ise iki ülke arasındaki gerilimi daha da tırmandırdı. Ancak NATO üyesi bir Türkiye’nin yalnızlaştırılmasına da sebep olacağı endişesiyle silah ambargosu 3,5 yıl sonra kaldırıldı.
Batı Ekseni’ne Yeniden Dönüş: 1980-1990
Soğuk Savaş’ın son evresini oluşturan bu dönemde Türk-Amerikan ilişkilerini belirleyen temel etkenler daha çok sistemik ve bölgesel düzeyde ortaya çıkarken, bir önceki dönemde gerginleşen ilişkilerde ciddi bir iyileşme yaşandı. 1960 darbesinde olduğu gibi, 1980 darbesinin ardından da askerî yönetim NATO’ya bağlılığın devam edeceğini açıkladı. Türkiye bu dönemde hem SSCB-Afganistan Savaşı nedeniyle jeopolitik önemini korudu hem de Kıbrıs Müdahalesi’ne tepki olarak NATO’nun askerî kanadından çekilen Yunanistan’ın tekrar alınmasında siyasal karar verici olarak kilit bir ülke konumuna geldi. Diğer taraftan ABD’nin Reagan yönetimi ile birlikte yeni Ortadoğu açılımı da Türkiye’nin jeopolitik önemi nedeniyle iki ülke ilişkilerini yakından etkiledi. Özal’ın başbakanlığından (1983) itibaren Türk-Amerikan ilişkilerinde hızlı bir yakınlaşma yaşandı; ekonomik ve askerî alanda ABD yardımlarını içeren birçok anlaşma imzalandı. Ancak aynı dönemde Kürt sorununun gündeme gelmesiyle, bölgesel gelişmelerin yanı sıra iç meseleler de ikili ilişkileri etkilemeye başladı.
Tüm bu verilerin ışığında sistemik kısıtlamaların yoğun bir şekilde yaşandığı Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinin, küresel bir aktöre eklemlenme (bandwagoning), fakat teslim olmama çerçevesinde geliştiğini söylemek mümkün. Ancak bu tespit, Soğuk Savaş boyunca iki ülke ilişkilerinde kırılmaların yaşanmadığı anlamına gelmiyor. Kırk beş yıllık uzun bir zaman dilimine işaret eden Soğuk Savaş döneminde, tüm bu gelişmeler dikkate alındığında, Türk-Amerikan ilişkilerinde en fazla sorgulanması gereken kavram, kuşkusuz “stratejik ortaklık”. Söz konusu ortaklığın daha iyi anlaşılması için ise Soğuk Savaş sonrası dönemi incelemek elzem.
Paylaş
Tavsiye Et