FİNANSAL kapitalizmin başını alıp gittiği çağımızda “ekonomik küreselleşme” söylemi öylesine kuşatıcı bir hâl aldı ki, finansal piyasa hareketlerinin girdabına yakalanmadan analiz yapabilmek yürek istiyor. Tüm dikkatlerin entegrasyon derinliği ve oynaklığı gittikçe artan mali piyasalarda ortaya çıkan anlık değişimlerin takibine teksif edildiği ve ekonomik aktivitenin reel ve yapısal pek çok yönünün giderek ihmal edildiği bir ortamda, küresel ekonomi politik sisteminin temel yönetişim yapısı ve sorunları hakkındaki analizlerin önemi daha da artmakta. Bu doğrultuda, ekonomik küreselleşme süreçlerinin akademik ve popüler literatürde ideolojik ve pragmatik gerekçelerle görece en çok ihmal edilen ve insani gerçekliklere en çok dokunan hassas bir yönünü, uluslararası çalışma ve işçi hakları rejimini ele alacağız.
1995 yılında kurulmasından itibaren sadece uluslararası ticaretin değil aynı zamanda çok yönlü ekonomik küreselleşme süreçlerinin de itici kurumsal aktörü olarak görülen Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ-WTO), geride kalan 12 yıl zarfında uluslararası ticaret anlaşmalarında uygulanan kriter ve standartlar ile çalışan hakları konusundaki düzenlemelerin bağdaştırılmaması noktasında olağanüstü bir gayret gösterdi. Gelişen ve gelişmekte olan ülkeler arasında üretim, ticaret ve finans alanlarında gerçekleştirilen düzenlemelerin de genel olarak çalışanların yaşam standartları, ücret ve hakları gibi konuları ‘dışsal’ bir olgu olarak gördükleri malum. Dünya ekonomisini sürükleyen çokuluslu şirketler nazarında da çalışan hakları ile ilgili konular kâr maksimizasyonunun gereği olarak sadece bir fiyat ya da maliyet meselesi olarak görüldüğünden emek faktörünün başat ekonomik analizlerden soyutlanmış olmasına şaşmamak gerekiyor. Bu durumda, çalışan hakları konusunda küresel bazda yetkili en kapsamlı kuruluş olan Uluslararası Çalışma Örgütü (UÇÖ-ILO)’nün de, küresel ekonominin yönetişimi konusunda özellikle 1980 sonrasında yükselişe geçen neo-liberal felsefe doğrultusunda İMF, Dünya Bankası ve DTÖ’ye nazaran giderek marjinal bir konuma itilmiş olması gayet doğal.
Oysa günümüzdeki ekonomi-politik sistemin tarihsel kökenlerine baktığımızda, Bretton Woods Anlaşması ile temelleri atılan savaş sonrası kurumsal yönetişim sisteminin ticaret, finans, üretim, işçi hakları, çevrenin korunması, insan hakları gibi konularda çok taraflı katılıma ve somut prensipler ile normlara dayanan “uluslararası rejimler” kurulmasını esas aldığını görüyoruz. 1944-71 arasında işleyen Bretton Woods I ve 1971’den günümüze devam eden Bretton Woods II dönemlerini incelediğimizde önce Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) rejimi, ardından da DTÖ vasıtasıyla teknoloji ve hizmet sektörlerinin büyümesi ile genişleyen küresel ticaret rejiminin düzenlenmesinde ciddi mesafe kat edildiği görülüyor. Buna koşut olarak 1971 sonrasında serbestleştirilen küresel finans alanında, artan akışkanlık ve entegrasyonu engellememe adına maksatlı bir denetleme açığı göze çarparken, çokuluslu şirketlerin operasyonlarına konu olan üretim ve hizmet alanları ile entelektüel mülkiyet hakları gibi netameli konuların DTÖ uhdesindeki legal koruma ve uyumsuzluk giderme mekanizmalarının kapsamına alınmış olması oldukça manidar.
Piyasa dostu kapitalizmin yayılıp derinleşmesi sürecinde savaş sonrası dönemin sosyal adalet, tam istihdam, insanca kalkınma gibi kavramları rafa kaldırıldığı için küresel norm oluşturma ve standart koyma noktasında en geride bırakılan iki alanın doğal çevrenin korunması ile işçi hakları rejimi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Çevre konusunda 1990’lardan itibaren ortaya çıkan küresel duyarlılık ve kamuoyu baskısı ile Kyoto ajandasının referans olma özelliğini dikkate aldığımızda, çalışan hakları rejiminin ekonomik küreselleşme süreçlerinin en fazla ihmal edilen alanı olduğu şüphe götürmez bir gerçek olarak ortada duruyor.
Üretim, hizmetler, ticaret ve özellikle finans sektörleri hızla küreselleşip bunlara matuf entegre operasyon ve yönetişim mekanizmaları oluşturulurken, ekonominin en insani kısmını oluşturan işçiler, çalışanlar ve onların hakları ile ilgili düzenlemeler bir türlü küreselleş(e)miyor. Bunda elbette tarihsel olarak işçi haklarından dem vuran sendika ve sivil toplum örgütlerinin özellikle Soğuk Savaş ortamında sosyalizm havarileri olarak görülmüş olmaları ile neo-liberal piyasa ideolojisinin “işçi piyasasındaki katılıkları kaldırmak” şeklinde özetlenen metalaştırıcı yaklaşımının da etkisi büyük. Tam da bu noktada Ernst Haas’ın “epistemik toplumlar” diye tanımladığı ve uluslararası düzlemde politika koordinasyonunu organize edip meşrulaştıran söylem üreticilerine de vurgu yapmak gerekiyor. Teknik derinlik gerektirdiği kabul edilen konulardaki uzmanlıkları bir şekilde geniş çevreler tarafından kabul gören bu epistemik toplumlar, uluslararası kurum ve kuruluşlar nezdinde hâkim ekonomi-politik söylem ve bilgi üretimi süreçlerine katılarak küresel kamuoyunu oluşturma noktasında kilit roller oynayabiliyorlar.
Diğer Bretton Woods kuruluşlarından çok önce, I. Dünya Savaşı’nı sonlandıran Versay Anlaşması (1919) ile uluslararası sosyal adalet ve çalışma standartları oluşturma hedefiyle kurulan UÇÖ’nün arkasındaki nitelikli epistemik toplumun da, Keynezyen dönem ve savaş sonrası yeniden yapılanma sırasında küresel kamuoyu oluşturma noktasında ciddi bir etki icra ettikten sonra tedrici bir zemin kaybına uğradığı çok açık. Ayrıca sosyal adalet, istihdam ve işçi hakları eksenli politika gündemi aleyhine bir rejim kayması yaşanması nedeniyle UÇÖ’nün epistemik toplum üstünlüğünü de piyasa odaklı liberalleşme stratejisine odaklanan İMF, Dünya Bankası ve GATT-DTÖ grubuna kaptırması ve yeni küresel söyleme aykırı bir çizgide kaldığı için yönetişim mekanizmasından izole edilmesi de aynı sürecin bir devamı.
Küresel ekonomide yırtıcı neo-liberalizm dönemini takiben çarpık ve yetersiz de olsa 1990’lardan itibaren “insani kapitalizm”, “iyi yönetişim”, “yoksulluğun azaltılması”, “sürdürülebilir büyüme” gibi önceliklerin gündeme gelmeye başlaması asla bir tesadüf eseri değil; aksine kapitalist sistem içi bir oto-kritik ve sınırlı düzeltme sürecinin sonucuydu. Ancak görülen o ki, bir dönem Sovyetler ve Avrupa’daki sosyalist gruplar ile mücadeleye kurban edilen işçi hakları konusu; küresel üretim, ticaret ve finans mekanizmalarının insanca standartlar doğrultusunda işletilmesi noktasında treni bir defa daha kaçırdı. Sonuç ne olursa olsun, özellikle gelişmekte olan ülkelerde yerel ve çokuluslu sermaye tarafından ciddi suistimallere konu olan uzun çalışma süreleri, çocuk işçi çalıştırılması ve işyerinde insan hakları ihlalleri gibi konuların uluslararası ticaret anlaşmalarında koşul olarak mutlaka DTÖ gündemine taşınması gerekiyor.
Sınırsız kâr hırsı ile insani kalkınma, matematiksel ekonomik büyüme ile insanca yaşam standartları oluşturma arasında bir denge kurulması için küresel sermaye ve yönetişim merkezlerinin kesintisiz şekilde baskı altında tutulmaları şart. Neo-liberal kapitalizmin doğası gereği böyle hassas bir dengeye temelden hasım olduğunu bilsek bile, bu böyle.
Paylaş
Tavsiye Et