YAKLAŞIK on yıl önce, bir bildiriyle ulusal bir sempozyuma katılmıştım. Tarihî bir kişiliği anmak için düzenlenen sempozyumda sunduğum bildiride anılan kişinin bazı fikirlerini eleştirdiğimden dolayı, sempozyum sonrasında söz konusu kişiye aidiyet duyguları yüksek bazı katılımcılar tarafından eleştirilmekle kalmadım; toplantıyı düzenleyen heyetin bazı mensuplarınca da jest ve mimiklerle protesto edildim. İlginçtir, Türkiye’de düşünür bildiğimiz insanların fikirlerinin çoğaltıldığına şahit olamıyoruz; çünkü bu tür insanlar düşünür olarak değil mürşid olarak kabul edilmekte; anmalar da büyük oranda övgü düzmek biçiminde yapılmaktadır. Elbette bir insan herhangi bir kişiyi kendisine mürşid belleyebilir; ancak geleneğimizde mürid, mürşidini anma toplantısı düzenleyerek araştırma konusu kılamaz, tartışma nesnesi haline getiremez. Bir tartışma toplantısı düzenlenmişse kutsallık ortadan kalkar; çünkü kutsal bizâtihi tartışma konusu kılınamaz. İşte bu nedenledir ki, ülkemizde tarihî kişiliklerin düşünceleri çoğaltılamıyor; tersine yalnızca övgünün nesnesi kılınıyor. Övgü, insanın duygularını tatmin eder, aklını değil; çünkü akıl ikna olmak ister, tatmin olmak değil. Duyguları coşturan bir konuşma geçicidir, iz bırakmaz; düşünceyi tırmalayan, rahatsız eden, hatta sıkıntıya sokan bir sunum ise yeni sorular yaratır; soru, yanıt talep eder; yanıt arayışı yeni açılımlar doğurur; sonuçta araştırma konusu kılınan çoğalır; insanlara yeni ufuklar açar.
Eleştiri ne demektir? Genellikle reddiye, karşı çıkma, hatta hakaret etme olarak anlaşılan eleştiri, esasen, düşüncenin üç özelliğinden birisidir. Kavramsal ve nedensel bir örgü olan düşünce, başka bir kişi tarafından yeniden el-de-n geçirilmeye uygunsa eleştirel özellik gösteriyor demektir. Bu anlamda el-e-ş-tiri, bir düşünce manzumesini, kavramlarına ayrıştırmak; aklın temel ilkeleri, mantık kuralları ve takip edilen yöntem açısından nedensel bağlantılarına geri götürerek yeniden kurmak demektir. El-de-n geçirilen düşünce çeşitli ölçütler çerçevesinde ya benimsenir ya gözden geçirilir ya da başka bir düşünce manzumesiyle değiştirilir; ancak her halde el-ek-ten geçen unsurlarıyla geleceğe taşınır; farklı renklerle sonraki düşünce çabalarına katkıda bulunur.
Duygular eleştirilebilir mi? Duygunun kavramsal ve nedensel örgüsü yoktur; dolayısıyla kurucu unsurlarına geri götürülerek yeniden üretilemez. Bu nedenle duygular ve değerler, kısaca vicdan, eleştiri kaldırmaz. Uyarı (tenbih) ile öğretim (ta’lim) arasındaki farkın gösterdiği gibi, eleştiri ancak bir eğitim-öğretim sürecinde ortaya çıkar; duygu durumunda ise uyarı esastır. Bu nedenle kişiliğe (şahsiyete) yönelik eleştiri ile düşünceye yönelik eleştiri birbirinden farklı ele alınmalıdır. İlmî çevrelerde çoğunlukla birbirine karıştırılan bu durum sıkıntı yaratmakta; düşünceleri eleştirilen kişi, eleştiriyi bilgisine değil, kişiliğine yönelik kabul ettiği için fikrî değil hissî tavır takınabilmektedir. Halbuki, insanın ürettiği kuram herhangi bir olgu ve olayın tasviridir; el-e-ş-tirilmesi en fazla o kuramın değiştirilmesine neden olur; kişilikten vazgeçilmesine değil.
Öyleyse insanlar niçin, şimdiye değin tasvir edildiği biçimiyle, eleştiriden kaçınmaktadırlar? Düşüncenin ilmî bir yöntem çerçevesinde yapılacak eleştirisi, her şeyden önce eleştirilecek düşünce manzumesi konusunda ma’lûmât ister; akabinde hesabı verilmiş nazarî bir bakış-açısı talep eder. Her şeyden önce de bu nazarî bakış açısının dayandığı bir gerçeklik (hakikat) ve doğruluk (sıdkiyet) tanımına; kısaca bir yönteme (usûl) gereksinim duyar. Görüldüğü üzere, eleştiri, ciddî ve yorucu, ilmî bir çabayı gerektirir. Bu koşulları gerçekleştirmeyen bir taraf alış övgüye, karşı çıkış ise sövgüye dönüşür. İster övgü ister sövgü olsun, her iki durum da eleştirilecek konu hakkındaki cehaletten kaynaklanır. Övgü ve sövgü, yazı-tura gibi, aynı cehaletin iki farklı görünüşüdür. Cehalet, sorunu çözmeye, aklı ikna etmeye değil, karıştırmaya, duyguları tatmin etmeye yarar. Duyguları tatmin olmuş vicdanı rahat insan ise, gece huzurlu uyur.
Benzer durum, tarihimize mal olmuş kişilikleri, ölüm ya da doğum yıl dönümlerinde anma amacıyla düzenlenen çeşitli uluslararası ya da ulusal sempozyum, panel ve toplantılarda sunulan bildirilerde ya da tarihî konularda kalem oynatan yazarların yazılarında da görülmektedir. Övgü ve sövgünün ayarının kaçırıldığı bu tür ortamlarda bilgi de insanların korku ve ümitlerine göre düzenlenmekte; hakikat gözden kaçırılmaktadır. Halbuki, tarih, günlük korkularımızın ya da ümitlerimizin giderileceği bir kaynak değildir. Elbette tarihî hâdiseler ibret ve kuvvet almak için, o tarihe mensup bireyler tarafından kullanılabilirler; ancak bilgi konusu kılındıktan sonra… Tersi durumda yanlış bilgi, yan-lı bir duruş doğuracağından yan-lı-ş sonuçlara neden olabilir. Çünkü bilgi de yan-tutmak, doğru yoldan ayrılıp yan-yola girmek demek olur ki, bu da bizi kaçınılmaz olarak yan-lı-şa götürür. Kadim felsefî kültürümüzde hatt-i müstakîm, din dilinde ise sırat-i müstakîm diye adlandırılan durum, bilgideki yön-deme karşılık gelir ki, yönü olan bilgi doğru (müstakîm), olmayan bilgi ise yan-lı-ş-tır; yan-yollara sapmaktır.
Taş yerinde ağırdır; kişi, olgu ve olay da öyle. Bir tarihî kişiliği ya da konuyu yerinde ele almak, o kişiyi ve konuyu doğru yere oturtmak demektir. Günlük siyasî projelerde meşruiyet aracı olarak kullanılan tarihî kişi ve olaylar çarpıtılırlar; bu süreç bir süre sonra tahrif edilmiş bir tarih resminin ortaya çıkmasına neden olur. Bozuk bir mikroskop ya da teleskopla inşa edilen doğal gerçeklik ne kadar doğaya uygunsa bozuk bir kavramsal çerçeveyle incelenen tarihî bir gerçeklik de o kadar tarihe uygun olacaktır. Bir milletin tarihine ilişkin resmi, tasavvuru bilgiye değil de yalnızca övgü ya da sövgü içerikli duyguya dayanırsa, o millet tarihteki yönünü bulamaz. Bu nedenle, sık sık tekrar ettiğimiz üzere, tarih ancak ve ancak geleceğe ilişkin projesi olan milletler için anlamlıdır; sadece övenler için tatmin edici bir nostalji, sadece sövenler için ise kurtulunması gereken bir yük…
Unutulmamalıdır ki, hakikate ilişkin bilgi, kurtuluş sunmaz; belki de aklî bir saadet sağlar; kurtuluş ise siyasetin amacıdır. Hiçbir felsefî manzume, savaş kazanmak; hiçbir siyaset de hakikat üretmek zorunda değildir. Ama yine unutulmamalıdır ki, siyaset, bir hakikatin siyaseti ise medeniyet yaratır; siyasî amacı hakikat haline getirirse, Moğollar ya da ABD’liler gibi büyük bir yıkımdan başka bir şey değildir. Yakın tarihimizi de aynı çerçeve içerisinde değerlendirebiliriz: Hangi dünya görüşüne mensup olunursa olunsun, hakikati olmayan bir kurtuluş siyaseti arayışı…
Paylaş
Tavsiye Et