TARİKAT skandallarıyla çalkalanan Ramazanlar, “Horozdan kurban olur mu?” “Kurban kesmek hayvan haklarına aykırı değil mi?” şeklindeki tartışmalarla manevi muhtevasından tamamen uzağa düşen bayramlar, bize son birkaç yılın armağanı. “Acil servisleri dolduran kurbanzedeler, otoyollara kaçan yaralı kurbanlıklar arasında maneviyatı hissetmek ne mümkün?” diyeceklerin yanında, “Bir hayvan boğazlamanın maneviyatından bahsedecek denli ilkel olunabilir mi?” diyenler de olacaktır. Bir de buna en üst perdeden eklenen “AB’ye karşı işte böyle rezil oluyoruz” ifadesi var ki, Batılılaşma serüvenimiz boyunca hissedilen aşağılık kompleksinin şahikası. Bu tartışmalar arasında ne ibadetin huşuu kalıyor, ne de bayram neşvesi.
Kurban deyince çoğumuzun aklına artık kınalanan koçlar gelmiyor. Kılı kırk yararak en güzeli, en sağlıklısı seçilen, birkaç gün öncesinden ihtimam gösterilmeye başlanan, gelinler gibi süslenen, canını vermeden önce bizden bir can olacak denli ünsiyet kurduğumuz, oyalı bir mendille kapatılıncaya kadar ölümün mahzunluğunu bir ayna gibi yansıtan gözlerine bakarak tefekküre daldığımız varlıklar değil artık, kurbanlıklar. Hunharca bir katliamın, cahilce bir uygulamanın ‘kurban’ları daha ziyade. İbadet böyle bir şey olmamalı hissi, şöyle bir uğrayıp geçiyor maneviyatı sarsılan gönlümüze. Şiddet, ilkellik, kan dökücülük gibi bir Müslümana yakışmayacak sıfatlarla birlikte anıla anıla ya bunları kabul eden ya da savunmaya geçen bir dilin içine savruluyoruz. Kimileri ilkel dinlerin özelliği olan kurbanın İslam’da zaten olmadığını, kimileri de ilk dönemlerde varsa bile artık bu modern çağda sadakaya dönüştürülmesi gerektiğini söylüyor. Bu kakafoni içinde kan dökme ile ibadet arasında bir bağlantı kurmamız güçleşiyor.
Yıllar önce İngilizce dersimize gelen bir İrlandalı hoca serbest diyalog konusu olarak ‘kurban’ı seçmişti. Sınıfta iki dindar arkadaştık. İkimizin de sosyal dayanışma vurgusu yaptığımızı hatırlıyorum. Hz. İbrahim’in bir oğul kurban edişini hatırlatansa hoca olmuştu. İnsan sürekli bir sorgulamaya tabi tutulur, bir de sosyal bilimlerin “ilkel, atalara kurban, totem” çağrışımlı üst dilinin baskısı altında hissederse kendisini, böyle bir savunma mekanizması geliştiriyor demek ki. Ve kadim bir ibadetin, ‘ilkel’ bir gelenek olarak görülmekten kurtarılıp toplumsal işleve sahip bir kültürel şenlik olarak görülmesini sağlamayı vazife ediniyor kendisine.
Bugün de kurbanı, insanlık tarihinin başlangıcından bugüne hemen bütün toplumlarda şu ya da bu şekilde varolmuş bir gelenek olarak düşünmek aklımıza gelmiyor. İbrahimî dinlerde kurban, hayatın ve ölümün Yaratan’ın kudret elinde olduğunu izhar vesilesi ve Yaratıcı’ya yaklaşmak için en sevdiğinden, yani candan da aziz canandan vazgeçmenin bir nişanesi olarak tekrarlanagelen kadim bir gelenek. Ama bizim kurban geleneğini böyle algılamamızı güçleştiren bir takım toplumsal ve siyasal süreçler var. Bunlar genelde dinin, özelde İslam’ın modern-sekülarist toplumda yaşanışını sorunsallaştıran süreçler. Ki bunlar, Türkiye’deki laiklik tartışmalarının ve kurban derisi paylaşım kavgasının sebep olduğu çatışma ortamından daha önemli sonuçlara yol açmakta ve sadece bizim toplumumuzla sınırlı olmayıp küresel bir nitelik arz etmektedir.
Bunlardan en önemlisi, sekülerliğin baskın bir hayat tarzı olarak dinin yaşanmasına izin vermeyecek bir boyuta ulaşmasıdır. Tüketim kültürü ve seküler örgütlenmenin hâkim olduğu gündelik hayat, dinî pratikleri adeta ‘yersizleştirmek’tedir. Bu durum Pierre Bourdieu’nun dediği gibi ‘habitus’ düzeyinde bir aşındırmadır. Yani insanlar, rasyonel eleştiri sonucu Tanrı’ya ya da dine inanmaktan vazgeçmezler. Ancak gündelik yaşamda yaşanan dönüşümler sebebiyle inanç, artık imkansız bir hale gelir. Mesela bir Müslüman’ın gününü beşe bölmesini güçleştiren bir iş örgütlenmesi ve gününü seher vakti ile başlatmasını imkansızlaştıran bir TV-eğlence kültürü mevcuttur. Böyle olunca din, modern insanı çevreleyen atmosfer olmaktan çıkmaktadır.
Bu “artık sekülerlik gelmiştir, dine yer kalmamıştır; zaten sekülerlik de kutsalı tamamen dışlayan ve insanlığın dinden sonra geleceği bir aşamadır; bu da kaçınılmazdır” demek anlamına gelmez tabii ki. Zira Avrupa tarihindeki gelişmelerin ortaya çıkardığı beklentilerin aksine, yaygın eğitim ve kentleşme, İslam dünyasında dinî uygulamalarda bir azalmaya neden olmamıştır. Ama kozmolojiden bilimsel anlayışa, gündelik hayatın örgütlenmesinden tüketim kültürüne, dine alan bırakmayan bir seküler kültürün hâkimiyetinin hissedilmediğini de söyleyemeyiz.
Bu baskının bu kadar yoğun hissedilmesinin asıl nedeni, sekülerliğin kendisini, sekülerizm şeklinde, bir yeniçağ dini ya da bir ideoloji olarak ortaya koymasıdır. Bu manada sekülerizm, bir dinden arındırma politikasından ziyade dinî öznellikleri yeniden şekillendiren, ona belli bir form veren bir politika olarak kendisini gösterir. Bu şekil vermede temel iddialardan biri, çağdaş Müslüman toplumların geriliği, gelenekselliği ve fundamentalistliğine neden olan düşünce ve pratiklerin ortadan kaldırılması gerektiğidir. Klasik oryantalizmde ‘medenileştirme’ olarak kendisini gösteren bu yaklaşım, bugün ‘şiddet’le özdeşleştirilen dinî pratiklerin yeniden yorumlanması şeklinde bir içeriden değiştirme siyasetine dönüşmüştür. Mesela başörtüsü cinsiyet ayrımcılığına neden olduğu, kurban da şiddeti çağrıştırdığı ve hayvan haklarıyla çeliştiği iddiasıyla yeniden yorumlanması gereken dinî uygulamalar arasında addedilmektedir.
Seküler kültürün üstünlüğünü ve otoriterliğini ilan etme anlamındaki sekülerizm, sadece siyasi alanda değil, dini konu alan ‘bilimsel’ yaklaşımlarda da gösteriyor kendini. Mesela antropolojik yaklaşım dini, hem dünyevi alana hapseden hem de zamanda geriye iten bir işlev olarak görmektedir. Zaten antropoloji, nesnesini zamanda geriye iter (J. Fabian, Zaman ve Öteki). Araştırma konusu din olduğunda arka planda hep bir arkaiklik ve aşılması gereken bir dönem algısı mevcuttur.
Evrimci bir yaklaşımla, ilkel totem dinlerinden tek tanrılı dinlere, oradan da Tanrı’nın ve dinin olmadığı modern topluma doğru ilerlemeci bir tarih anlayışından yola çıkıldığında, kurbanla ilgili o bilindik çözümlemeler sökün eder. Kan, şiddet, vahşet gibi ilkel toplumlarla özdeşleştirilen pek çok unsur ve imge ‘kurban’a eşlik etmeye başlar. Diğer taraftan psikanalitik yaklaşım, her ibadette bilinçaltı bir dürtü arar. Salt dinî bir amaç söz konusu olamaz, arka planında bir dürtü vardır, o halde sekülerdir, sonucuna varılır. Freud ve takipçilerinin, kurbanla ödip kompleksi arasında kurdukları bağlantıyla söylemeye çalıştığı da bu değil mi?
Bizi çevreleyen atmosfer bu. Bunu bilelim, çünkü yolun zorluklarını bilmek yolcuyu tahkim eder. Bir yüzyıl bekledikten sonra bir oğula kavuşan, insanlığın ikinci atası olmakla müjdelendikten sonra o oğulu kurban etmesi istenerek sınanan bir babanın, hiç tereddüt etmeyen teslimiyetiyle Halilullah oluş serüvenini yad edebilmek ve bu kadim serüvene dahil olabilmek, ancak bu yapay atmosferin dışına çıkmakla mümkün.
Paylaş
Tavsiye Et