Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2004) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
Gürcistan’daki iç savaş neler getirecek? / Pavel Zolotarev, Nezavisimaya Gazeta, 13 Ağustos 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili’nin Abhazya ve Güney Osetya’daki sorunların halledilmesi için kesin bir tarihle sınırlı bir müddet belirlemesi, Gürcistan hükümetinin bölgedeki sorunları kaba kuvvetle çözmeye meyilli olduğunu göstermekte.
Çıkan anlaşmazlıkları kan dökmeden gidermenin ilk şartı, hükümetin, Gürcistan sınırları dahilinde kalmasını istediği bölgelere ekonomik ve sosyal yardım elini uzatmasıdır. Acaba Gürcistan hükümetinin kaçakçılığa karşı sürdürdüğü mücadele buna somut bir örnek olabilir mi? Güney Osetya’da kaçakçılığın yaygın olduğu bir gerçek; ancak Güney Osetya nüfusunun büyük bir kısmının yasadışı, fakat mevcut ekonomik şartların elverdiği tek gelir kaynağından mahrum bırakılması bölgede huzursuzlukların artmasına yol açar. Bu da hükümete, silahlı müdahale için bahane olur.
Mihail Saakaşvili, siyasetini uygularken, kendisinin devlet başkanlığına seçilmesine yardım eden Batı’nın ileride de onu destekleyeceğini düşünüyor. Fakat Avrupa ülkeleri gayet edilgen bir tavır takındığından, ABD’nin bu konudaki tutumu Gürcistan için hayati önem taşıyor.
ABD siyasetinde farklı güçler mevcut. Bir kısmı Rusya’nın çökmesini isterken, diğerleri Rusya ile diyalog ve işbirliği kurmak gerektiği görüşünde. Amerikan dış siyasetinin ana hatlarını oluşturan iki farklı yaklaşım arasında denge sağlandığında, ABD’nin bu konudaki pozisyonu belirlenmiş olur. Kafkasya’da istikrarın sağlanması hem ABD, hem de onun Batılı müttefiklerinin çıkarlarına uyar. Fakat şu an itibariyle ABD’de hegemonik eğilimler daha ağır basmakta.
Peki bu durumda Rusya ne yapmalı? Gürcistan hükümetinin Rusya’nın argümanlarına kulak tıkaması nelere yol açabilir? Gürcistan şu anki politikasından vazgeçmezse, Kafkasya’da birkaç yeni devletin oluşması muhtemeldir. NATO ve diğer Batılı güçler Gürcistan’a yerleşecek; fakat sorunları çözüp istikrarı sağlamakta başarısız olacaklar. Bu durumda Rusya’nın müdahale etmeden gelişmeleri seyretmesi doğru bir yaklaşım olur mu? Gürcistan’ın Güney Osetya ve Abhazya’ya savaş açması Rusya için ağır sonuçlar doğurur; bu savaşın yankılarının Avrupa’da ve hatta Amerika’da hissedilebileceğini söylemek mübalağa olmaz. Dünya küreselleşirken, kendi güvenliğini isteyen her ülke, başkalarının güvenliğini de düşünmek zorunda.
Bu durumda Gürcistan’ın izlediği siyasetin belki de en çok uluslararası teröristlerin işine yarayacağı söylenebilir. Bu yasadışı örgütlerin faaliyetleri yalnızca Rusya’yı etkilemekle kalmaz; Batı ülkeleri de bundan nasibini alır. Olayların bu şekilde gelişmesini önlemek için Rusya’nın tarafsız bir izleyici konumundan çıkıp etkin bir role soyunması gerekiyor. Kafkasya’daki durum, Rusya-NATO arasında görüşülmeli. Rusya ve NATO, ittifak halinde hareket ettikleri zaman Gürcistan hükümetinin başlatmak üzere olduğu bir iç savaşı ve bölgedeki birçok olumsuz gelişmeyi önleyebilir.

Tavsiye Et
Sadr, Irak’ın yeni lideri olabilir mi? / Maksim Yusin, İzvestiya, 17 Ağustos 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Son günlerde dünya medyasının dikkati, Irak’ın Necef kentindeki Şii direnişin lideri olan Mukteda es-Sadr’ın üzerinde toplandı: Sadr, Şii mücahitleri işgalcilere karşı mücadeleye davet eden bir konuşma yapıyor, yaralanıyor, ABD yanlısı resmî Irak hükümeti ile ateşkes görüşmelerinde bulunuyor. Sadr’ın başlattığı cihad hareketine katılmak için binlerce Iraklı ve hatta İranlı yollara düşüyor.
Bütün bu haberlerin arasında Sadr’ın Basra’da kaçırılan bir İngiliz gazetecinin serbest bırakılmasındaki rolü de yer alıyor. James Brendon’ı kaldığı otel odasından kaçıran siyah maskeli kişiler, ABD askerlerinin Necef’ten çekilmesi şartı ile gazeteciyi serbest bırakacaklarını açıkladılar. Bu duruma müdahale eden Şii lider, gazeteciyi kaçıranlara hitap ederek onları rehineyi serbest bırakmaya çağırdı. Aynı gün serbest bırakılan gazeteci, birçok televizyon kanalında yayınlanan röportajlarında kurtarıcısına teşekkür ediyordu.
Bu davranışı ile Sadr, dünyanın ve özellikle Batı kamuoyunun karşısına teröristleri kınayan ve onlara sözünü geçirebilen cesur ve başarılı bir lider olarak çıktı. Kısa bir süre için dahi olsa, siyah sakallı Şii imam, fanatik bir kalabalığın önderi imajından sıyrılıp olumlu bir kahraman havasına büründü. Peki bunu yaparken Sadr neleri hedefliyordu? Iraklılar tarafından fazla fark edilmeyen, fakat Batı kamuoyunun büyük beğeni ile karşıladığı bu jest ne içindi? Bunun mantıklı cevabı şu: Şii direnişinin lideri, siyaset alanında atacağı adımlar için zemin hazırlıyor. Demek ki Sadr, bir direniş hareketine öncülük etmekle yetinmeyip ülke çapında bir siyasetçi olmayı da hedefliyor.
Irak’taki direnişin diğer isimlerinden biri Ebu-Musab ez-Zerkavi, Sadr’ınkinden çok farklı bir imaja sahip. Zerkavi’nin siyaset alanında hiçbir şansı yok ve bunun nedeni mücadelesini sürdürürken başvurduğu yöntemler. Hiçbir terör saldırısına imza atmayan Sadr ise, yalnızca bir bağımsızlık mücadelesinin lideri olarak tanınır. Yani savaştığı güçler için Sadr bir terörist, bir katil değil; yalnızca karşı cephenin lideridir. Aynı zamanda Irak’ta çoğunluğu oluşturan Şii mezhebinin imamı olan Sadr’ın Irak halkı arasında ABD yanlısı Başbakan İyad Allavi’den daha fazla sempati topladığı şüphesiz. Bu yüzden Irak’ın sembolik hükümetinin yaptığı gibi, ülkenin asıl sahipleri konumunda olan Amerikalılar da yakında Sadr ile görüşme masasına oturabilir ve bu görüşmeler Necef’teki ateşkesle sınırlı kalmayıp, Irak’ın geleceğini de belirleyebilir.

Tavsiye Et
Irak’ı terk etme zamanı / Edward Luttwak, The New York Times, 18 Ağustos 2004
Amerikan Basını
Çeviri: Ebru Afat
Şu sıralar birçok Amerikalı, ABD’nin Irak’ta askerî gücünü, diplomatik manevra kabiliyetini ve hazinesini, gerçekçi olmayan hedefler uğruna harcadığını düşünüyor. Haklılar… Yeniden yapılandırma sürecinin, petrol ithalatı gelirlerinin artmasıyla birlikte hızla ilerleyeceği düşünülmüştü. Fakat sabotaj ve hırsızlıkların yol açtığı zararların devam etmesi, bu işi de oldukça zorlaştırıyor. Ve her halükârda Irak’ın yeni geçici hükümetinin, otoritesini benimseyenden çok reddedenin olduğu bir ülkede anlamlı seçimler yürütebileceği de şüphelidir.
Amerika’nın Irak’tan çekilmesinin muhtemel sonuçları, Amerikalıların çoğuna düşünmek dahi istemeyecekleri kadar kasvetli görünüyor. Oysa durum öyle değil: Şurası kesindir ki beklenmedik kargaşa son derece ihtimal dahilinde olduğu için, ABD Irak’tan çok az bedel ödeyerek, hatta belki de avantaj elde ederek çekilebilir.
Sebebi de şu: Amerika Irak’ta birçok farklı düşmanın yanı sıra esasında hiçbir yardımı dokunmayan resmî müttefiklerle de karşı karşıyadır. İşler böyle gittiği sürece, onların birbirlerine duyduğu şiddetli düşmanlık ABD’ye hiçbir avantaj sağlamıyor. Ancak iyi tasarlanmış bir çekilme siyasetiyle bunların hepsinin dengesi bozulabilir ve Amerikan çıkarlarını zedelemeye son vermeye ve belki de bir dereceye kadar ABD’ye hizmet etmeye zorlanabilirler.
Şimdilerde ABD kendini Irak’a tamamen hasrettiği için, Mukteda es-Sadr’ın Şii yandaşları, atadan kalma egemenliklerini yeniden tesis etmeye yönelen Sünnilerle savaşan Amerikan güçlerine rahatça saldırıyor. Birçok Şii din adamı ve Şii nüfusun çoğunluğu, Sadr’a ya alkış tutuyor ya da onu durdurmak için hiçbir şey yapmıyor. Ancak eğer Şiiler Amerika’nın onları Saddam Hüseyin’in yandaşları karşısında gerçekten de yalnız bırakabileceğine ikna edilirse, işgalin hemen sonrasında gösterdikleri gibi işgal güçleriyle işbirliği tavrına dönecekleri neredeyse kesindir.
Benzer şekilde, bazıları bölgenin iki büyük gücü İran ve Türkiye’nin anarşik bir Irak’ı nüfuzlarını genişletmek için bir fırsat olarak göreceklerini söylese de, bu mümkün görünmüyor. Aksine bölünmüş bir Irak, bu ülkelerin düşmanlarının -özellikle de Kürt asilerin- hiçbir cezaya uğramadan hareket edebilecekleri bir üsse dönüşecektir.
Şu an için ABD aynı şekilde devam etmeye kararlı göründükçe, İran’daki sertlik yanlıları, Şii muhalefeti teşvik etmek, Sadr’ın milislerine mühimmat sağlamak ve Suriye’yi dinci teröristlerin Irak’a sızmasına yardım etmeye cesaretlendirmek suretiyle Amerikan karşıtı kan davalarını sürdürebilirler. Ancak Amerika’nın çekilmesi, İran’ın uzun dönemli hedefi olan Şiilerin liderliğinde birleşik bir Irak’ın kurulması ümitlerinin sona ermesi ve İran’ın en büyük korkusu olan Sünni egemenliğinin yeniden tesisi anlamına gelebilecektir.
Türkiye’ye gelince, bu resmî müttefikimiz bugün, bir yandan Kürtleri bölerken diğer yandan Irak’taki Türkmen azınlığı kendi liderliği altında birleştirmeye odaklanmış görünüyor. Zorluk yaşayan ABD’ye yardım etmek için hiçbir şey yapmadı; oysa Türkiye daha fazlasını yapabilirdi, mesela Irak’ta operasyon düzenleyen istihbarat birimlerinin topladığı bilgileri açıkça paylaşabilirdi.
Bu diplomatik bir salon oyunu değildir. Amerika’nın Irak’tan çekilme tehdidi, Soğuk Savaş boyunca caydırıcılık için gerçek nükleer silahlara ihtiyaç duyulması gibi, askerî tahliyeye dönük fizikî hazırlıklarla inandırıcı hale getirilmelidir. Daha da ötesinde bu, samimi olmak anlamına gelecektir: ABD’nin önemli kazançlar elde etmesi ancak çekilmeyi gerçekten istemesiyle mümkündür.

Tavsiye Et
Yüksek bahislerin uzlaşmazlığı/ The Guardian, 23 Ağustos 2004
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
Irak hükümeti, sözcüsü tarafından bu hafta yapılan açıklamaya göre, Necef’te varılacak barışçı bir çözümde büyük menfaat sahibidir. Sözcü, benzer bir menfaatin Irak halkı, ABD hükümeti, İngiltere de dahil olmak üzere ABD’nin müttefikleri ve hatta uluslararası düzenin kendisi için dahi geçerli olabileceğini rahatlıkla sözlerine ekleyebilirdi.
Necef, geçen ay boyunca savaş sonrası Irak’ın kilit karşılaşma alanı haline geldi. Irak gibi büyük ve istikrarsız bir yerdeki karmaşık askerî ve siyasî durumun bütün modern tarihinin, tek bir şehirdeki göreceli olarak küçük bir uzlaşmazlığın çözümünde yattığını ileri sürmek çılgınca gözükebilir. Ancak Necef’i bu şekilde görmek zarureti gittikçe artmaktadır. Zira Necef’in diğer her şeyi etkileme potansiyeli günden güne büyümektedir; bunun sebebi de özellikle hem Iraklı, hem de Iraklı olmayan çok sayıda gözün üzerine çevrilmiş olmasıdır. Necef, artık sadece ABD birlikleri ile Mukteda es-Sadr’ın Mehdi ordusu arasındaki bir karşılaşma alanı değildir.
Göreceli olarak uzun bir istikrar döneminden sonra, Sadr’ın destekçileri son günlerde Basra’da ve Şii Irak’ın herhangi bir yerindeki İngiliz askerlerine daha sık saldırı düzenlemeye başladılar. Necef etkisi zaten orada mevcuttur. Ancak ABD ya da onun vekillerinin İmam Ali türbesine yönelik geri dönülemez bir karar vermeleri halinde, askerlerimiz daha da büyük bir tehlike altına girecektir.
Necef’te ihtiyaç duyulan şey, hâlâ Mehdi ordusunu da Amerikalıları da desteklemeyen çoğunluktaki Şii kamuoyunun çıkarları için hakimiyeti sağlamaktır. Eğer bu ABD ve Allavi hükümeti için işlerin ters gitmesi demekse, pekala öyle olsun.
Necef’teki sonuç, Irak toplumu ve devleti ne olursa olsun, mevcut güvensizlik ortamında hayat bulan şartlar buradaki güç dengesini biçimlendirecektir. Ancak bu, mevcut sınırlarının bütünü içinde hayatta kalmaya elverişli bir Irak devletinin mümkün olup olmadığı sorusuna bile cevap oluşturabilir. Necef’in çözülmesini istiyoruz, ama bunun için bedel ödenmesini istemiyoruz.

Tavsiye Et
ABD’lilerin korkusu hastalıklı bir ruh halinin işareti / Müyesser eş-Şemrî, El-Hayat, 17 Ağustos 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
ABD’nin Irak’ı işgalinin üzerinden 16 ay geçmesine ve Irak topraklarında halen 140 bin civarında yabancı asker bulunmasına rağmen, ABD askerleri hastalığa dönüşen bir korku hali yaşamaktadır. Musul gibi çok sakin bir şehirde bile ABD’li askerlerin kendi devriyeleriyle beraber normal bir şekilde şehir içinde dolaşmaları mümkün olamamaktadır. Onlar yalnızca çok dikkatli bir şekilde hareket etmiyor, aynı zamanda büyük bir korku hali yaşıyorlar. Her yanı silahlarla donatılmış ABD’li askerin yüzünü, görebildiğiniz kadarıyla korku ifadesi kaplamakta.
Musul’dan Sincar’a doğru hareket ettiğimizde, ABD birliğinin konuşlandığı bir yoldan geçmeyi denedik. Ancak birliği korumakla görevli bir asker bizi engellemeye çalıştı. Biz de ciddi olduğumuzu göstermek için aracımızı ileriye doğru sürmeye devam edince, asker kendi ciddiyetini göstermek için aracımızın ön tekerleklerine ateş açtı. Musul’un güneybatısındaki Sincar’a ulaştığımızda, aynı birliğin şehrin kapısında beklediğini gördük. Birliğin binbaşı rütbeli komutanına bir şeyler söyleyecek oldum. Ancak komutan, elleri tetikte benden onunla uzak bir mesafeden konuşmamı istedi. Kendimi tanıttım. Askerler beni iyice aradıktan sonra yanlarına yaklaşmamı kabul etti. Az önce yaşadığımız olaydan söz ettiğimde de, şanslı olduğumuzu, dengesiz bir askerin eline düşmediğimizden dolayı memnuniyet duymamız gerektiğini, dur emrine uymadığımız için askerlerin bizi öldürebileceğini dahi söyledi.
Yaya birliklerde de durum pek farklı değil. Sokaklarda çok dikkatli bir biçimde yürüyor ve hareket ediyorlar. Elleri tetikte, önden giden iki kişi ile sırtlarını onlara dayamış yine elleri tetikte iki asker, peşlerinde herhangi biri olup olmadığını denetliyorlar. Su ya da meyve suyu alacaklarında da, genellikle satın alacakları dükkanı kuşatmayı tercih ediyorlar.
“ABD’li korku” yalnızca Irak’ı işgal eden askerlerle sınırlı kalmıyor, dünyanın her neresinde olursa olsun, tüm Amerikan vatandaşlarını etkisi altına alıyor. Bunun nedenini ise, ABD’nin özellikle Arapları ve Müslümanları ilgilendiren meselelerde güttüğü dış siyaset oluşturuyor.

Tavsiye Et
Başka diyarlarda başıboş dolaşan Araplar / Ali Muhammed Fahru, El-Quds el-Arabî, 19 Ağustos 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Arap bir gözlemci, Avrupa’nın büyük şehirlerinde dolaşırken dikkatini çeken iki önemli tabloyla yüz yüze gelir. Bu tablolar aynı zamanda Arap yönetimlerinin izlediği hastalıklı politik tutumların bir eseridir.
Bunlardan birincisi, zorlama yoluyla ya da kendi istekleriyle yurtlarından ayrılmak durumunda kalmış binlerce Arap göçmenin içler acısı halidir. Bu kesimler bulundukları şehrin varoş mahallelerinde tam bir yokluk hayatı sürmekteler. Keşke kendi ülkelerinde önemli mevkilerde bulunan yetkililerle görüşme imkanı olan Arap büyükelçileri bu zatlara, içinde oturdukları lüks makam arabalarıyla bu semtleri ziyaret etmelerini tavsiye etseler de, bu vesileyle devlet büyüklerimiz, izledikleri yanlış politikaların; iç savaş, gereksiz kavga, güvenlik güçlerinin baskıları ve ülke servetlerinin boşu boşuna ziyan edilmesi gibi nedenlerden kaynaklanan bu tablonun kurbanlarını ne duruma getirdiğini kendi gözleriyle görseler!
Diğer önemli tablo ise, aynı büyük şehirlerin en zengin ve en pahalı muhitlerinde toplanan ve günlerini zevk ve eğlenceyle geçiren, en pahalı yerlerden alışveriş yapan şanslı binlerce Arabın içinde bulunduğu haldir.
Tek bir dünyanın (Arap Dünyası) aynı anda bu denli tezat teşkil eden iki tabloyu doğurması nasıl mümkün olabiliyor? Ve nasıl oluyor da, bu durumun sorumluları hiç vicdan azabı duymuyor? Neredeyse tüm dünyada yalnızca Arap-İslam ülkelerinde görülen bu tezadı araştırdığımızda, nedenleri bulmakta çok da zorlanmıyoruz. Bunun nedeni açık bir şekilde, hemen tüm Arap ve İslam ülkelerinde despot azınlığın, boyun eğmiş çoğunluğa hükmetmesidir.
Bu azınlık, adaletsizce ve insan haklarına saygı duymaksızın yönettiği ülkelerde iç kavgaların, dış savaşların patlak vermesine sebep oldu. Halkını işkencelerden geçirdi. Milli servetleri kendi çıkarları için harcadı. Böylece halkının bir kısmı baskılardan kurtulmak için ülkesini terk etti. İşsiz olan diğer bir kesim ise, iş bulmak umuduyla başka ülkelere göçtü. Aydınları da, düşündüklerini özgürce ifade edebilmek için çareyi dış ülkelere kaçmakta buldu.

Tavsiye Et
‘Evet ama... Türkiye...’ / Yves Cornu, Le Point, 12 Ağustos 2004
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Eski AB İşleri Bakanı ve halen AP Sosyalist Parti Milletvekili Pierre Moscovici ile söyleşi.
Siz Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğini savunuyorsunuz ve bunu bir kuşağın başlı başına meselesi olarak görüyorsunuz. Niçin?
Türkiye’nin üyeliği konusunda soru, belki de biraz korkutmak için aptalca soruluyor. Sanki Türkiye hemen yarın üye oluyormuş gibi! Oysa ki süreç 1980’lerin sonunda başladı ve üyelik müzakereleri ancak Aralık’ta başlayacak. Gayet uzun bir süreçteyiz ve ülkenin özel durumundan dolayı nihai karar ancak on veya on beş yıl sonra alınabilir.
Türkiye’nin özel durumundan neyi kastediyorsunuz?
1993’te Kopenhag’da belirlenen kriterlerin kimisi hâlâ yerine getirilmedi: Özellikle hukuk devleti konusunda çok fazla ilerleme sağlandığı halde eksiklikler var. Her şeyden önce rejimin üzerinde askerlerin gölgesi hâkim. AB’de ordunun siyasete karışması hiçbir şekilde tasavvur edilemez. Demokrasiyi güçlendirmek adına yapılmış olsa bile bu, kabul edilemez. Diğer kara deliklere gelince: Çok iyi düşünülmesi gereken azınlıklar meselesi var. Özellikle Kürt azınlıklar ve Ermeni soykırımının tanınması. Bu bence karar açısından zorunludur. Türkiye Cumhuriyeti 1915 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nca işlenen suçlardan onur duymaktan artık vazgeçmelidir.
Fakat Türkiye’de askerler, üyelik için olmazsa olmaz şartlardan biri olan laikliğin kısmen garantörü değil midir?
Açıkçası bugün Türkiye’nin bir kısım Müslümanın idaresinde olması beni şok etmiyor. Bence kabul edilemez tek şey vardır; o da dinin kamusal alanı istila etmesi. Şu halde önemli olan, Anayasa’nın ve Türk siyasal pratiğinin laiklik ilkesini her geçen gün daha da güçlendirmesidir. Fakat burada ordunun garantörlüğü kabul edilemez. Bu durumda Türkiye Avrupa’ya üyelikten vazgeçsin.
Fakat aşırı zorlayıcı şartlar ileri sürerek ve çok uzun vadeler belirleyerek İslamcıların ekmeğine yağ sürmüyor muyuz?
Bazıları diyorlar ki, Türkiye’yi üyeliğe almak İslamcılığı Avrupa’ya taşımak demektir. Fakat ben tam tersini düşünüyorum; yani tam tersine üyeliğini reddetmek İran rejiminin sınırlarımıza dayanması riskini almak demek olacakken, kabul etmek ılımlı bir İslam’ı içeri almamıza yarayacaktır.

Tavsiye Et
Amerikan gücünün sonunun başlangıcı mı? / Alain Frachon, Le Monde, 22 Ağustos 2004
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Alexandre Adler Amerikan gücünün sonunun başlangıcını, Amerika’nın küresel yayılmasının nihayetini ve ABD’nin gezegenimizin kuşatılamaz çekim merkezi olduğu bir dünyanın bittiğini ilan ediyor. Fakat büyüklük aşkına kendini kaptıran yeni kıta bu bitişi kutlamakla meşgul. Amerika bir imparatorluk olarak doğmadı. Kuşkusuz gücünü çıkarı için kullandı ve hâlâ kullanıyor. Ancak Amerika’nın Soğuk Savaş dönemindeki zaferi yeni doğmakta olan hiçbir gücün dolduramayacağı bir boşluk yaratmıştı. Ama artık durum böyle değil.
Mevcut gündem hayatî bir eğilimi gizliyor: Amerika çok sayıda geleneksel hakimiyet bölgesinden çekilmekte ve buna paralel olarak onun gücü de gerilemekte. Dünyadaki askerî üslerinin birçoğunun dağılması ABD’yi yeniden 1940’lı yıllardaki nüfuz alanına itmekte. Şayet ABD 1949 yılında dünya GSH’sinin %56’sını temsil ediyor idiyse, bugün bu %36’lara gerilemiş durumdadır. Ve bu rakam on beş yıl sonra %20’yi geçemeyecek.
11 Eylül sonrası basın ve diplomasinin çabalarıyla ve Irak’taki Amerikalıların kötü tutumları yüzünden gündem saptırıldı. Ancak bütün bunlar, doğmakta olan beş farklı yeni güç merkezini gizleyemedi: Latin Amerika, (Brezilya-Arjantin merkezli), Çin, Avrupa, İran-Türkiye çifti ve yine orada Sünni Müslüman merkezi (Pakistan, Mısır, S. Arabistan) ve ABD ile birlikte (Kanada, Meksika ve İsrail’de buna dahildir) gelecekte altı güçten bahsetmek mümkündür.
“Dalgalanma Bölgeleri”
Güç merkezlerinin arasında dalgalanma bölgeleri olarak adlandırabileceğimiz çatışma noktaları yer almaktadır (Mağrib, Filistin, Orta Asya). Fakat yeni ortaya çıkan güç merkezleri bu ara alanları uydulaştıracaklardır. Endişelenmeye hiç gerek yok. Biz ne daimi bir barış içerisindeyiz, ne de kargaşa ve kaos; ama yarının politikalarını en iyi şekilde yönetmeyi gerektiren karışık bir başlangıçtayız. ABD’nin Irak’a müdahalesine gelince, Bush-Cheney ikilisinin politikasında tarihe karşı bir boşuna uğraştan başka bir şey göremiyorum. Ayrıca bu güç tekelini korumak ne ABD’nin yararınadır, ne de onun elindedir.

Tavsiye Et
Üzücü bir mahkeme / Jochen Bittner, Die Zeit, 19 Ağustos 2004
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Asla hukuka hizmet etmeyecek bir mahkeme kararı var elimizde. Böyle giderse tarihçiler bir gün şöyle yazacaklar: “İşkence tekrar Avrupa’ya döndüğünde tarih 2004 yazını gösteriyordu.” İngiliz temyiz mahkemesinden iki yüksek yargıç, eğer işkence başkaları tarafından yapıldıysa durumun çok da kötü olmadığına hükmettiler.
Peki bu sonuca nasıl gelindi? 10 tane yabancı uyruklu, Londra temyiz mahkemesine Belmarsh Hapishanesi’ndeki tutukluluk hallerine itiraz etmek amacıyla başvuruda bulundu. Orada 12 dinci terör zanlısı kendileri aleyhine resmî bir suçlama yapılmaksızın tutuklu bulunuyorlar. 11 Eylül saldırılarından sonra hükümetin çıkardığı anti-terör yasası, şüpheli yabancıları belirsiz bir süre için gözaltında tutma hakkı tanıyor. Bu 10 yabancı tutuklu ise gözaltında bulundurulmalarına karşı çıkıyorlar; çünkü bu gözaltına sebep olarak gösterilen ifadeler, Guantanamo Körfezi’ndeki ve Amerika’nın Afganistan’daki hava üssü olan Baghram’daki tutukluların ifadelerine dayandırılıyor. Oysa oralardaki gayri insanî muamele ve işkencelerin istisna olmaktan çıkıp kural haline geldiği apaçık ortada iken, bu kamplardaki tutsakların ifadelerinin bir mahkeme sürecinde dikkate alınmaması gerekir.
Aslında bir devletin kendi suçundan menfaat elde edemeyeceği prensibi, en temel hukuk devleti kaidelerindendir. Yasak ağacın meyveleri de hâkim ve yetkililer için yasaktır. Evet ama, kendi devleti değil de bir yabancı devlet işkence uyguluyorsa ne olacak, diye soruyor İngiliz lordlar? Bu durumda da meyveler dokunulmaz mıdır? İngiliz mahkemenin 3 hâkiminden ikisi ‘hayır’ cevabını veriyor bu soruya. Mahkeme 271 paragrafta, yabancı işkencecilerle kendi işkencecileri arasında hukuk devletinde hiç de değeri olmayan absürd bir ayrım yapmaya çalışıyor.
Bu maceracı kılı kırk yaran hukukî mütalaalar yerine, hâkimler keşke insan anlayışından yola çıksalardı. Çünkü prensip çok açık ve kolay: İşkence yasaktır. Çünkü o işkence yapanın lehine fonksiyon icra etmektedir. Çünkü işkence yapanın olduğu yerde artık suçsuz kimse yoktur. Çünkü işkence yapanın mahkemeye ihtiyacı yoktur. Ve çünkü işkenceye dayanan ifadeleri esas alan mahkemeler, kendi varlıklarına ihanet etmektedirler. Çünkü işkenceye nerede olursa olsun tolerans gösteren hâkimler, yalan söylenmesine izin vermeye hazır olduğunu ifade etmekten başka bir şey söylememektedirler. “Hadi canım sen de!” diyor Londralı lordlar, biz hâlâ kendi kendimize hüküm verebiliriz, deliller ne kadar güvenilir olursa olsun.

Tavsiye Et
Türkiye macerası / Jacques Schuster, Die Welt, 20 Ağustos 2004
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Hükümete bakılırsa, Türkiye’nin AB’ye girişine ilişkin hiçbir tereddüt yok. Başbakan Schröder, Brüksel’in ilerleme raporunu dahi beklemiyor. Başbakan, kendine güvenen bir tarzda şöyle söylüyor: “Ankara’nın AB’ye giden yolu, artık geri dönüşü olmayan bir yoldur.” Dışişleri Bakanı Fischer de bu iyi düşünülmemiş kararlılığı destekledi. Stratejik sebepler dolayısıyla o da Türkiye’yi Avrupa evine dahil etmek istiyor. Bu adımın sonuçlarına ilişkin tartışmayı, her iki politikacı da engellemeye çalışıyor. Bu konuya şüphe ile yaklaşanları ta en başından beri yabancı ve İslam düşmanlığı yapmakla suçluyorlar. Türkiye’nin AB’ye girişi ile ilgili argümanları, o zamandan beri duymak neredeyse mümkün değil. Ama bunları duymak her şeyden daha önemli. Uzmanlar, olası bir üyelik ile AB’nin ne kadar bir yük altına gireceğini hesapladılar. Ankara ile üyelik müzakereleri başlayacak olursa, AB yıllık olarak Türkiye’ye 17 milyar euro ödemek durumunda olacak. Almanya da bu konuda en büyük yükü çekecek. Hükümet bu düşünceye soğuk yaklaşıyor. Joshka Ficher, bunu dar görüşlülük olarak niteleyip kendi stratejik düşüncesinin arkasına itiyor. Kim bilir belki de haklıdır. Belki de Avrupa, girdiğinde en büyük üyesi olacak ülkeyi almakla yükümlüdür. Bu şartlar altında Suriye, Irak ve İran ile sınırlara sahip olmak da kaçınılmaz oluyor. Ama belki de değil. Konu hakkında müzakere edilmesi gerekiyor. Ancak hükümetin AB Anayasası hakkındaki tavrından da bildiğimiz gibi, bu müzakereler de olmayacak. AB, sonu çok da acıklı olabilecek bir macerada sendeleyebilir.

Tavsiye Et