Kitap
Ümit Meriç
İstanbul: Timaş Yayınları, 2006
Dua ânı, kul ile yaratıcı arasındaki en özel anlardan biridir. Biçim zorunluluğu taşımayan, her durumda ve şartta, gizli ya da açık olarak icra edilebilen dua, kulun yaratıcısına halini arz ettiği ruhsal bir sağalma hali ve bir ibadettir. Önemi, Kur’an-ı Kerim’de “... Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?” (Furkan Suresi, 77) ayetiyle haber verilen duaların en güzel şekilleri ilahi mesajla insanlara öğretilmiştir. Ancak diğer ibadet şekillerinden farklı olarak, yalnızca yaratıcının öğrettiği ve örneklendirdiği formda kalmak zorunda olmayan dua, bireyin ihtiyaçları ve zihinsel durumuyla yeniden şekillendirebilmektedir. Kişi ister Kur’an’da yer alan duaları, isterse peygamberlerin ettiği duaları tekrarlayarak, arzu ederse de kendi cümlelerini kullanarak dua edebilir; dualarını başka insanlarla paylaşarak aminlerine onları da ortak edebilir.
Bu paylaşıma güzel bir örnek, geçtiğimiz günlerde Timaş Yayınları’nın “İnanç ve İbadet Günlüğü” serisinden çıkan Dualar ve Aminler başlıklı kitap oldu. Dualar ve Aminler, Türk düşüncesinin önemli aktörlerinden biri olan Cemil Meriç’in kızı olan ve İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde uzun yıllar öğretim üyeliği yapan Prof. Dr. Ümit Meriç’in altıncı kitabı. Meriç, 1999 yılının Ekim ayından itibaren kitap çalışmalarına ağırlık vermek amacıyla üniversitedeki görevini noktalamıştı. Halihazırda “Secdeden Önce, Secdeden Sonra”, “Afrasya Mektupları”, “Seyahatnamelerde ve Sefaretnamelerde İstanbul” ve “Sosyolojik Düşünce Atlası” isimli dört çalışmayı daha yayına hazırlayan yazar, belki de dualar kadar onlara amin diyenlerin de önemli olduğunu düşündüğünden, aminleri çoğaltmak için güzel bir yol seçmiş ve dualarını kitaplaştırarak okuyucuların dikkatine sunmuş.
İçerisinde iman ve ibadetle ilgili olanlardan gündelik hayatın değişik alanlarına kadar geniş bir yelpazede, birbirinden güzel duanın yer aldığı eser, dualara amin diyecek dudakları ve gönülleri bekliyor./ Fatmanur Altun
Tavsiye Et
İspanya Müslümanları: Hıristiyanlaştırılmaları ve Sürülmeleri
Henry Charles Lea
Türkçesi: Abdullah Davudoğlu
İstanbul: İnkılâb Yayınları, 2006
İlk defa 710 yılında Tarif b. Malik komutasındaki küçük bir birliğin İspanya’nın güney kıyılarına keşif harekâtıyla başlayan ve 711 yılında Tarık b. Ziyad komutasındaki İslam ordusunun İspanya’nın yarısını alarak İberya yarımadasını yeni fetihlere açan bu askerî hareket, insanlık tarihinin belki de en ileri uygarlıklarından birinin oluşumuna zemin hazırladı. Sekizinci asırdan sonra parlamaya başlayan İslam Medeniyeti, İspanya’nın fethiyle yeni bir cazibe merkezine kavuşmuş oldu. Burada Antik Yunan ve Roma medeniyetleriyle de etkileşim içerisine giren İslam Medeniyeti tıp, eczacılık, astronomi, fizik ve matematikte önemli başarılara imza atarak Endülüs’e özgü yeni bir sentez yarattı.
Ne var ki etkisi günümüzde de hissedilen bu kültürel birikimin ve medeniyetin yaratıcısı olan Müslümanlar, 1492’de son Gırnata Emirliği’nin yıkılışıyla gerçekleşen Reconquista harekatı sonrasında İspanya’dan ya sürüldüler yahut zorla Hıristiyanlaştırılmak da dâhil olmak üzere çeşitli sıkıntılara, baskılara ve işkencelere maruz kaldılar. Yaklaşık beş asır önce yaşanan ve acı hatırası Müslümanların toplumsal hafızasına kazınmış olan bu dönemle ilgili önemli bir eser geçtiğimiz günlerde İnkılâb Yayınları tarafından Türk okuyucusunun dikkatine sunuldu. Amerikan tarihçiliğinin en önemli isimlerinden biri olan ve özellikle de Ortaçağ kilise tarihi ve engizisyon konularında otorite olarak kabul edilen Henry Charles Lea (1825-1909)’nın birincil kaynaklarla hazırlanan ve ilk defa 1901’de yayınlanan İspanya Müslümanları, önemli verileri ve değerlendirmeleri bünyesinde barındıran kayda değer bir eser. / Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Din Felsefesine Giriş
Michael Peterson, William Hasker, Bruce Reichenbach, David Basinger
Türkçesi: Rahim Acar
İstanbul: Küre Yayınları, 2006
Michael Peterson, William Hasker, Bruce Reichenbach ve David Basinger’ın din felsefesi üzerine yıllarca sürdürdükleri ortak bir tefekkürün ürünü olan ve din felsefesiyle ilgilenenlere bu alana ilişkin temel bilgileri vermeyi hedefleyen Akıl ve İnanç-Din Felsefesine Giriş, Küre Yayınları’nın din felsefesi serisinin ilk kitabı olarak yayımlandı. “Nispeten daha zor birincil literatürün meşgul olduğu entelektüel diyaloğu ortaya çıkararak, sahadaki ana konuları damıtma ve tartışma” amacını taşıyan eser, dinin felsefi olarak incelenmesinin ne olduğu, dinî tecrübe, dinî bağlılıkların aklî değerlendirmeye tâbi olup olmadıkları, Tanrı tasavvuru, Tanrı’nın varlığıyla ilgili delil getirme meselesi ve kötülük problemi gibi din felsefesi açısından son derece önemli pek çok tartışma ile konuya ilgi duyanları baş başa bırakıyor. / Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Cihan Aktaş
İstanbul: Kapı Yayınları, 2006
Türkiye’de dindar insanların inançlarının gereğini yerine getirme arzularının bir yansıması olan başörtüsü konusu medyanın hatırı sayılır çabaları sonucunda “türban sorunu”ya da “başörtüsü meselesi”olarak adlandırılarak kısır bir tartışma zeminine hapsedildi. Ciddi bir kamplaşmanın sembol unsuru olarak iş görmeye başlaması nedeniyle iyi niyetli ve çözüm odaklı tartışmalara kapısı kapanan bu konunun anlaşılır hale gelmesini hedefleyen entelektüel çabalar da sınırlı.
Cihan Aktaş’ın ilk defa Kılık Kıyafet ve İktidar: 12 Mart’tan 12 Eylül’e adıyla 1990 yılında yayınlanan ve güncelliğinden pek bir şey kaybetmeyen kitabının devamı niteliğindeki Türban’ın Yeniden İcadı konunun esas mahiyetini ortaya koymaya dönük çabalardan biri olarak ilgi çekiyor. Başörtüsü yasaklarının bugün olduğu gibi otuz sene önce de “otuz yıl önce türban yoktu, o zaman Müslüman değil miydik?” şeklindeki soruyla savunulduğunu hatırlatan yazar, gazete ve dergilerden derlediği buna benzer pek çok ilgi çekici malzemeyi kitabında bir araya getiriyor./ Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Mustafa Kutlu
Ankara: Dergâh Yayınları, 2006
Kimi hikâyeler vardır; okurken yanı başınızda beliriverir. Kelimeler ipek gibi gözünüzden kayıp gönlünüze düşerken bir kez daha sadeliğin hikmete ne kadar yakıştığını görürsünüz. Kimi hikâyeler vardır; okurken, hem patlamış mısır kokulu çocukluğunuzda elinde çorap şişiyle soba başında oturan anneannenizden defalarca dinlemişsiniz gibi hissedersiniz, hem de kitabın kapağını kaldırdığınızda kâğıdın buram buram tazecik kokusu burnunuzu yakar. Kimi hikâyeler vardır; hayatın içinden değillerdir, hayat onların içinden akar. Kendilerine değen hayatı değiştiriverir, dönüştürüverirler. İncecik dirsekleriyle sizi dürtükler, hatırlatıverirler unutayazdıklarınızı. Belanın içindeki elayı gösterirler size; müridin içindeki susamışlığı, körün gözündeki bilgeliği… Kimi hikâyeler vardır; kimi postacıyla gelir, kimisi tır şoförüyle, kimisi de erlerle… Kimi hikâyeler gümüş kokusunu andırır, çınar rengini, iğne oya dantel gölgesini. Kimi hikâyeler vardır, onlara en çok sonbahar yakışır.
Menekşeli Mektup, Mustafa Kutlu’nun bu sonbahar dalımıza iliştirdiği hikâye kitabı. Uzun zamandan beri “uzun bir hikâye”den meydana gelmiş eserler yazan üstat, bu sefer üç ayrı hikâyeden tertip etmiş kitabını. İlk hikâye, kitaba da adını veren Menekşeli Mektup; isminden de anlaşılacağı üzere sevdaya batmış gönüllere dair bir hikâye. Başkahraman postacı ve ondan da başkahraman anlatıcının yalın anlatımları sebebiyle kendinizi bu acıklı hikâyeye tebessüm ederken bulabilirsiniz. Hafazanallah başka bir yazarın elinde en sulu sepken hislerimizi sonuna kadar tahrik edecek bu hikâyeyi Mustafa Kutlu öyle naif, öyle abartısız, öyle özenli bir sadelikle ve dingin içtenlikle anlatıyor ki kendinizi postacının, Cevher ve İncilâ hanımların kırk senelik tanışlarıymış gibi hissediyorsunuz. Hikâyenin ayrı keyif veren bir yönü de anlatıcısının hikâyenin bir kahramanı haline gelmiş olması. Kimi yazarlar vardır; kahramanlarına hiç müdahaleleri yokmuş gibi gözükse de eserlerindeki katı ve mütehakkim varlıkları okurun tepesinde bile hissedilir. Oysa Kutlu, anlatıcıyı da hikâye ile alenen hemhâl ederek sadece yazarların eserleri üzerindeki tahakküm tutkularına sevimli bir şekilde takılmakla kalmıyor, bu tavrıyla yazarı yarı Tanrı mesabesine koyan anlayışı yıkarak okuyucusuna gerçek mülk sahibini de hatırlatıyor. / Betül Özel Çiçek
Tavsiye Et
Ömer Lütfi Mete
İstanbul: Timaş Yayınları, 2006
Roman yazmaya 1978’de kara mizah türündeki Balonya Tüneli ile başlayan Ömer Lütfi Mete, ilk kez 1993’te yayımlanan Asker ile Cemre isimli romanıyla yeniden karşımızda. Timaş Yayınları’nın yeniden bastığı kitabın arka kapak yazısına göre Lütfi Mete bu romanıyla edebiyatımızda ilk defa dindar insanların ruh dünyalarında bir yolculuğa çıkıyor. Romanın ilk basım tarihinde doğru sayılması ihtimal dahilinde olan bu iddia şimdilerde biraz garip kaçsa da roman, din içerikli romanlardaki kimi temel kavramları yorumlamadaki farklılığı ve tasavvuf kurumlarına yaptığı değişik vurgu ile öne çıkıyor.
Roman, yardım toplayan bir vakfın sessiz elemanlarından, nüfustaki ismi Asker olmakla beraber kendine Ali Osman diyen güzel sesli, sanat musikisi eğitimi alan bir hafızın etrafında dönüyor. Anadolu genci Hafız, kurban derisi almak için yollandığı şatafatlı köşkün hanımını Kur’an okuyarak etkileyip biraz hevesli, biraz isteksiz köşk hayatına dâhil oluyor ve evin kızına karşı -şeyhinden başka türlüsüne destur çıkıncaya kadar- tamamen platonik bir muhabbet besliyor. Lütfi Mete’nin daha sonraları Bizim Ev’de Doktor Kemal, Deli Yürek’te Yusuf Miroğlu ile idealize edeceği karakterlerin bir nevi prototipi sayılabilecek Hafız, zamandaşı birçok roman kahramanının aksine güzel hasletleri yanında eksiklikleri, kompleksleri, kusurları hatta nefsine yenildiği anları dahi okuyucunun gözleri önüne seriliyor. Yazar bunu sadece Hafız için değil, romanın diğer öne çıkan karakterleri Ömer ve Eşref için de yapıyor.
Fikirler okuyucuya doğrudan söylenmekten ziyade eserin içinde yoğrulsa, dilin kullanımı ile yapıya biraz daha itina edilmiş olsa çok daha iyi bir roman halini alacak Asker ile Cemre, umut ediyoruz ki Ömer Lütfi Mete’nin senaryoculuğuna yakışan güzellikte romanlarının müjdecisi olsun./ Betül Özel Çiçek
Tavsiye Et