Kitap
Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi
Editörler: Ali Köse, Talip Küçükcan
İstanbul: İSAM Yayınları, 2008
Türkiye’de din-devlet ilişkisi denildiğinde, bir ilişkiye mi yoksa bir gerilim alanına mı atıf yapıldığı belirsizdir. Zira ülkemizde, din ile devletin birbirleri karşısındaki pozisyonları, Cumhuriyet’in kurulduğu günden bu yana, son derece hassas dengeler içerisinde gerçekleşmiş, ilişkinin mahiyeti gerilim ve çatışma unsurları tarafından belirlenmiştir.
Meselenin bu denli çetrefil ve gerilimli bir hal almasının nedenlerinin başında, bu alana ilişkin tartışmaların genellikle eksik ve yanlış bilgilerle yürütülüyor olması geliyor. Bir diğer zorluk ise, Türkiye’de ne zaman din-devlet ilişkisi konuşulsa, söylevlerin özellikle de Batı’ya yapılan atıflarla desteklenmesi şeklinde ortaya çıkıyor. Bu durum gerek dinin alanının genişlemesini savunanlar, gerekse de buna karşı çıkanlar için geçerliliğini koruyor. Diğer yandan bahsi geçen atıfların gerçeği ne denli yansıttığı ise, ciddi bir soru olmayı sürdürüyor. Hal böyle olunca da, bu konuda yapılması gereken derinlikli ve akademik kalitesi yüksek çalışmalara ihtiyaç, daha da belirgin hale geliyor. Geçtiğimiz günlerde İSAM Yayınları tarafından yayımlanan Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi başlıklı eser, yukarıda sözü geçen konuya önemli bir açılım kazandıracak mahiyette.
Editörlüğünü Ali Köse ve Talip Küçükcan’ın üstlendiği kitap, alanlarında uzman bilim adamlarının, bir yıla yakın çalışmalarının ürünü olarak ortaya çıkmış, son derece çarpıcı verilerle yüklü bir çalışma. Örneğin; İngiltere’de Lordlar Kamarası’nda Piskoposlara 26 sandalye ayrıldığı, İsveç Kralı’nın Luteryen olmasının yasal bir zorunluluk olduğu, İtalyan laikliğine “vaftizli laiklik” denildiği, Fransa’da özel okulların %90’ının Katolik Kilisesi’ne ait olduğu, Avusturya’da devlet okullarında öğretmenlik yapan bayan öğretmenlerin okulda başörtüsü takabildikleri gibi ilgi çekici tespitler ve kapsamlı değerlendirmeler, çalışmanın öne çıkan özelliklerinden yalnızca birkaçı. Sürekli atıflar yaptığımız Avrupa’da, din-devlet ilişkisinin hangi düzeyde yaşandığının ve nasıl bir mahiyet arz ettiğinin bilinmesi ise, Türkiye’de din-devlet ilişkisi eksenindeki tartışmaları da etkileyecek gibi görünüyor. /Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Türk Düşüncesinin Sosyolojisi
Recep Şentürk
İstanbul: Etkileşim Yayınları, 2008
Düşünceleri, düşünce tarihi yahut bilgi sosyolojisi içerisinde ele alıyoruz. Düşünceleri ya müstakil birer varlık gibi bağımsız olarak yahut sosyal ve tarihî şartlara indirgeyerek değerlendiren bu yaklaşımlar ciddi bir sınırlılığı da beraberinde getiriyor. Örneğin; fikir akımlarını, düşünce tarihinin sunduğu imkanlar içerisinde öğrenme gayretinde olan bir okuyucu, bir tür ansiklopedik sınıflama ile karşı karşıya kalıyor ve düşünceler ve onların sahipleri ile kurduğu ilişkinin boyutu, büyük oranda okuyucuya bağlı oluyor. Diğer taraftan bilgi sosyolojisi içerisinden meseleye bakmak, belki “Zeitgeist” adı verilen dönemin entelektüel havasına ilişkin önemli bilgilerle okuyucuyu karşı karşıya getirse de, fikirlerin kurucu unsuru olan insan unsuru belli oranda geri plana itilmiş oluyor. Büyük resmi görmeyi oldukça zorlaştıran bu yaklaşımlar, tadil edilmeyi ve geliştirilmeyi bekliyor.
Öte yandan, bugünlerde Türk entelektüel yaşantısına giren bir çalışma, yukarıda bahsi geçen olumsuzlukları gidermeye ve düşünce dünyamızda yeni bir pencere açmaya aday. Türk düşüncesinin son dönemde yetiştirdiği çalışkan ve geniş ufuklu entelektüellerinden biri olan Prof. Dr. Recep Şentürk’ün imzasını taşıyan Türk Düşüncesinin Sosyolojisi isimli çalışma, Türk düşüncesine ve genel anlamda düşünceye dair yeni ve denenmemiş bir bakış açısı öneriyor. Şentürk’ün “düşünce sosyolojisi” olarak isimlendirdiği yaklaşım, düşüncelerin ve bilimlerin doğuşu veya ölümünün, onları taşıyanların ve temsil edenlerin ilişkilerinden bağımsız olarak ele alınmaması gerektiği tezi etrafında şekilleniyor. Bu çerçevede Osmanlı örneğini ele alan ve onun temsil ettiği bilgi türü olarak fıkıh ile Batılı bilginin bir veçhesini temsil eden sosyal bilimleri karşılaştıran Şentürk, bu iki bilgi türü arasındaki adı konmamış gerilimi teşhis etmeye çalışıyor. Etkileşim Yayınları’ndan çıkan çalışma, çarpıcı tezleriyle dikkat çeken ufuk açıcı bir eser. /Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Çanakkale Savaşı’nda Kürt Civanlar
Emine Uçak Erdoğan
İstanbul: Yarımada Yayınları, 2008
İçinde yaşadığımız ulus temelli dünya sistemi, ne kadar çabalarsak çabalayalım, zihinlerimizi tutsak alan bir prangayı andırıyor. Bugünün dünyasından ve değerlerinden tarihe her bakışımızda yaşadığımızı anlayamama hali, özellikle de Osmanlı millet sistemi türünden meseleleri anlamamızı iyiden iyiye zorlaştırıyor. O nedenle, örneğin “Türk, Kürt kardeştir; Çanakkale’de de beraber savaşıp, beraber öldüler” türünden savunmalara ve bunu ispatlamak üzere ciddi emek isteyen dökümlere ihtiyaç duyuyoruz. Oysa Kürt yahut bir başka etnik kökenden gelen insanların, Çanakkale’de yahut bir başka Osmanlı cephesinde savaştıkları, bu vatan için kanlarını döktükleri, ispatı gerektirmeyen bir gerçek…
Gelin görün ki, bu puslu havada malumu ilam ve ispat, abesle iştigal olmaktan çıkıyor ve değerli bir çaba olarak temayüz ediyor. Bu çerçevede, Emine Uçak Erdoğan’ın, Çanakkale Savaşı’nda Kürt Civanlar isimli çalışması, önemli bir boşluğu doldurmaya aday. /Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Antony Flew Türkçesi: Hakan Gündoğdu
Ankara: Liberte Yayınları, 2008
Düşünmenin insanı insan yapan özelliklerin başında geldiği ve bizi diğer canlılardan ayıran en önemli melekemizin düşünebilmemiz olduğu yargısı, sıkça duyduğumuz beylik kalıplardan biridir. Oysa düşünmenin esasen ne olduğunu ortaya koyduğumuzda, gerçekte çok azımızın düşünmeye cesaret ettiği ortaya çıkar. Çünkü düşünmek, A.E. Housman’ın ifade ettiği gibi “acılı bir süreçtir” ve insanların çoğu bu acıya direnirler.
Türkiye’de pek tanınmayan, buna karşılık dünyaca ünlü bir felsefe profesörü olan Antony Flew, Dosdoğru Düşünmenin Yolu’nda, bu aldanmanın gönüllü bir aldanma olduğunu söylüyor. Doğru düşünmenin ve eleştirel akıl yürütmenin bizi bu aldanmalardan koruyup hakikate yaklaştıracağına inanan Flew’in, tüm dünyada büyük ilgi uyandıran eseri, Liberte Yayınları tarafından ve Hakan Gündoğdu’nun çevirisi ile Türk okuyucusuna sunuldu. /Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Edebiyatın İç Yapısı Tanpınar’dan Günümüze Öykü, Deneme ve Şiirin Penceresinden
Âlim Kahraman İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2008
Edebî eserlerin yaratım süreci büyük bir muhayyilenin terkibini içkindir: Yazarın muhayyilesinin. Bu muhayyilenin tezahürü ise çoğunlukla istiare ve mecazların kullanımıyla sağlanır. Bu sanatların kullanımındaki ustalık ya da acemilik metnin niteliğini tayin eden önemli göstergelerdir.
Edebiyatın İç Yapısı, adından da anlaşılacağı gibi, son dönem Türk Edebiyatı’ndan seçilmiş örnekler üzerinden metin tahlillerine yer veren bir inceleme. Yüz altmış sayfalık bu kitapta Ahmet Hamdi Tanpınar başta olmak üzere Sait Faik, Haldun Taner, Cahit Zarifoğlu, Nursel Duruel, Necip Fazıl, İlhan Berk, Erdem Beyazıt, Şeref Birsel gibi yazın adamlarımızın değişik türlerden metinleri masaya yatırılarak bu metinlerin yapı ve anlam çözümlemeleri yapılıyor. Bu incelemelerde, istiarelerin kullanımının münakaşa edilebilirliği tartışmasından, Haldun Taner öykücülüğünün gelişim evrelerine kadar çeşitli konularda pek çok anekdot bulmak mümkün. Bunun yanında bu yazarların sıklıkla metafor olarak kullandıkları, nesne ve duyguların arkeolojisi yapılarak okuyucu bu metinleri yeniden okumaya davet ediliyor.
Kaknüs Yayınları’ndan çıkan bu inceleme, bir lise öğrencisinin müfredat dışına çıkma pahasına, öğretmeniyle gerçekleştirdiği edebiyat sohbetlerini anımsatıyor. Eser, edebî türlere ilgi duyan ve havadis okurluğundan bir adım sonrasına geçmek isteyenler için bir başlangıç kitabı niteliği taşıyor. /Ayşenur Gönen
Tavsiye Et
Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa
İnci Enginün, Zeynep Kerman Ankara: Dergâh Yayınları, 2008
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kardeşi tarafından Mehmet Kaplan’a teslim edilen altı defterden müteşekkil hatıratı, İnci Enginün ve Zeynep Kerman’ın derlemesiyle Dergâh Yayınları tarafından basıldı. Daha ziyade Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Huzur, Beş Şehir gibi eserleriyle tanıdığımız Tanpınar’ın günlükleri yaklaşık yirmi yıllık ısrarlı ve titiz bir çalışmanın semeresi. Bu altı defter, Tanpınar’ın 1953’te Avrupa’ya ilk gidişinden ölümüne kadarki dönemde yazdığı günlükleri ve seyahat notlarını içeriyor.
Günlüklerin satır aralarındaki kimi cümleler, yazarın hayattayken hatıratını yayımlamayı düşündüğüne fakat diğer birçoğu gibi bu projesini gerçekleştirmeye de ömrünün vefa etmediğine işaret ediyor. Zira bu günlüklerin sonuncusu ölümünden on üç gün öncesine ait. Mehmet Kaplan’a, kendisine emanet edilen bu defterleri tüm mahremiyetine rağmen yayımlama kararını verdiren de defterlerden birisindeki “Bu yazdıklarımın benden sonra okunacağını düşünmek…” ifadesi olmuş. Derleyenlerin ifadesiyle bu günlükler “Tanpınar’ın sanat anlayışını çözmede, kaynaklarını tanımada, çalışma tarzını öğrenmede önemli birer belge.” Fakat bunun yanında şair, muharrir, öğretmen ve entelektüel kimlikleriyle tanıdığımız Tanpınar’ın bir insan olarak zaaflarını; hastalık, parasızlık, yalnızlık, ilgisizlik ve idealleri arasında sıkışıp kalmış bir yazarın dramatik yaşamını yakın plandan izleme imkanı sunuyor. Orijinalinde Fransızca kelimeler kullanıldığından ve günlüklerin diline mümkün olduğunca müdahale edilmediğinden kitabın sonuna bir Fransızca kelimeler listesi de eklenmiş.
Huzur’da her ne kadar “Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir” demişse de, günlüklerinde adı geçen tasarı halindeki eserlerinden, hayata geçirilememiş projelerinden, yarım kalmış makale, çeviri ve romanlarından da anladığımız odur ki, Tanpınar, Cumhuriyet tarihimizde hem edebiyat ve sanat hem de düşünce ve kültür tarihi sahasında ürün vermiş yazarlarımızın ömrü ereğine yetmemişlerinden. /Ayşenur Gönen
Tavsiye Et