Güney Afrika Basını
Çeviri: Burcu Anatay
“Bir kısım medya, askerî müdahalenin meşrulaştırılmasını sağlayacak zeminin yaratılmasında generallerle işbirliği yapmıştır.” Jacob Zuma (Güney Afrika Devlet Başkanı)
Geçtiğimiz günlerde heyecan verici bir ülke olan Türkiye’de bir hafta geçirdim. Hayatınızda kaç kere dünya üzerinde iki kıtayı, Avrupa ve Asya’yı, birbirine bağlayan yegane şehirde, Boğaziçi’nin cezbedici manzarasını izlerken elma çayınızı yudumlayabilirsiniz? İçinde yaklaşık 16 milyonluk bir insan denizinin koşuştuğu dünyanın en kalabalık beşinci şehri olan İstanbul’un büyüsü de işte bu.
Güney Afrika Ulusal Yazarlar Forumu tarafından düzenlenen Türkiye seyahati, Güney Afrikalı gazeteciler ile Türk meslektaşları arasındaki ilişkileri ve düşünce alışverişini geliştirmeyi amaçlıyordu. Seyahat neticesinde Güney Afrikalı gazeteciler olarak Türk medya mensuplarını, hem medya sektörünün hem de ülkelerinin geleceği hakkında oldukça iyimser bulduk.
Modern Türkiye 86 yaşında olmasına rağmen ülkede oldukça tuhaf bir demokrasi vardı. Başarılı sivil hükümetler, ordunun gölgesinde idareyi sürdürüyordu. Ülke 1960, 1971 ve 1980’de askerî darbeye uğradı. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabul edilmek için mücadele etmesinin nedenlerinden biri de askerî darbelerdi. Fakat Türkiye, Avrupa Birliği’ne üyelik için gerekli olan ve hayata geçirilme süreci halen devam eden reformların semeresini artık alıyor. Diğer yandan Türkiye laik bir devlet. Öyle ki ülke nüfusunun %90’ından fazlası Müslüman olmasına rağmen, İslami bir kural olan kadınların başını örtmesi, üniversitelerde yasaklanmış durumda.
Türkiye’de 1989 yılına kadar özel televizyon kanalı yoktu. Güney Afrika’da ise ancak 1976 yılında, Apartheid (ırkçı) rejimini uygulayan yöneticilerimizin, siyah erkeklerin beyaz kadınlara gözlerini ayırmadan bakmaları noktasında televizyonun bir problem teşkil etmeyeceğine hükmetmelerinden sonra sihirli kutuya izin verilmişti.
Her şeye rağmen bugün Türk medyası özgürlüklerinin tüm avantajlarından faydalanıyor ve geleceğe umutla bakıyor. 73 milyonluk nüfusun 24 ulusal kanalı ve çok sayıda radyo istasyonu bulunuyor. Ülkede yayımlanan günlük gazetelerin toplam satış rakamı 2,5 milyon. İnternet kullanıcılarının oranı ise %25 ile %30 arasında değişiyor.
Ziyaret ettiğimiz medya patronları bize Türkiye’nin zamana ayak uydurduğunu ve ardı ardına yapılan askerî darbelerin artık geçmişte kaldığını söylediler. Türkiye’deki bir kısım medya, iktidara el koyulması süreçlerinde utanç verici bir rol oynamıştı. Söz konusu medya yöneticileri, askerî darbelerin meşrulaştırılmasını sağlayacak zeminin yaratılmasında generallerle açıkça işbirliği yaptılar. Sivil hükümetin ülkeyi yönetemediği, dolayısıyla da bir rejim değişikliğinin zorunlu olduğu izleniminin oluşturulmasında askeriyeye yardım ettiler.
En çok suistimal edilen korkulardan birisi de, Türkiye’nin derinliklerine nüfuz etmiş laik karakterini kaybetmenin eşiğinde olduğu ve sonunda şeriat ile yönetilmeye başlayan İran’ın yolunda gittiği korkusuydu. Gariptir, Türkiye’deki iliştirilmiş medya, kendiliğinden darbe çağrısında bulunmuş ve askeriyeyi bir an önce “ülkeyi kurtarmak” ile yükümlü kılmıştı. Bugün ise Türkiye’de bağımsız medyanın çok süratli bir şekilde gelişmesi memnuniyet verici.
Fakat Türk medyası hâlâ otosansür ve kendi kendini denetleme gibi meselelerle mücadele ediyor. Ziyaretimiz esnasında bazı editörleri, o günlerde Kürt gençlerin gerçekleştirdikleri şiddet içeren protesto gösterilerine yer verip vermeyecekleri, yer vereceklerse nasıl yansıtacakları gibi temel sorunlarla uğraşırken bulmuştuk. Bahsi geçen olayı haber yaparlarsa veya haber yaptıklarında fazla yer verirlerse protestocuları cesaretlendirmiş olurlar mıydı?
Güney Afrika’daki İnsan Hakları Komisyonu’nun Türkiye’deki muadili sayılabilecek bir kurumun başkanlığını da yapan bir milletvekili bize, Türkiye’de medyanın “özgür olduğunu ancak tarafsız olmadığını” dile getirdi. Aynı milletvekili, ürkmüş bir halde “halkı medyadan korumak” gerektiğinden de söz etti. Bu sözler size de tanıdık geliyor mu?
Güney Afrika, kendi kendini denetlemek gibi medyanın bağımsızlığı ve özgürlüğü için hayati önem taşıyan bir hususta Türkiye’nin epey ilerisinde yer alıyor. Bu konuda Türkler bizden çok şey öğrenebilir.
Tavsiye Et
İran Basını
Çeviri: Hakkı Uygur
Dr. Ali Laricani, İslam Konferansı Teşkilatı’na üye ülkelerin Parlamentolar Birliği Toplantısı için bulunduğu Mısır’da, Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, Dışişleri Bakanı Ahmed Ebu’l-Geyt ve Genel İstihbarat Servisi Başkanı Ömer Süleyman gibi bazı yetkililerle temaslarda bulundu. Mübarek ile 2,5 saat süren görüşmesinin ardından düzenlediği basın toplantısında Laricani şöyle dedi: “Taraflar ikili ilişkilerin kurulmasına ve işbirliğine oldukça sıcak bakıyor ve ben bu konuda iyimserim. Siyonist rejimin iki ülkenin birbirine yaklaşmasından hoşlanmayacağı aşikâr; oysa akıl iki ülkenin yakınlaşması gerektiğini gösteriyor.”
Buraya kadar olan bölümü diplomatik ifadeler çerçevesinde değerlendirmek ve anlamak mümkünse de Ömer Süleyman’ın, İran Meclisi Başkanı Laricani ile gerçekleştirdiği görüşmeden sonra yaptığı açıklama durumu tamamen değiştiriyor. Zira Süleyman açıklamasında İran ve Mısır’ın Filistin konusunda ortak bakış açısına sahip olduğunu iddia ederek taraflar arasında yalnızca bazı küçük meselelerde görüş ayrılığı bulunduğunu öne sürdü. Laricani’nin görüşmelerde, Mısır yönetiminin Filistin ve diğer bölgesel meselelerdeki yanlış tutumlarını ne kadar eleştirdiği ve bu hususta ne ölçüde başarı kazandığı bir yana, ciddi olarak sorulması gereken bir soru var: Söz konusu 2,5 saatlik görüşmede hangi konular görüşüldü ki Hüsnü Mübarek varılan sonuçları ve kazanımları, bazı Körfez ülkesi liderlerine ileteceğini açıkladı? Ne yazık ki bu denli önemli bir konuda bilgilendirme süreci genellikle gecikme, tereddüt, sessizlik ve yalanlamalarla iç içe geçti. Bu büyük eksikliğin ne zaman giderileceği de belli değil. Biz iki taraf arasındaki görüş ayrılıklarının gerçekten küçük olup olmadığına, Kahire rejiminin son yıllardaki davranışları, Mısır ile İran arasındaki diplomatik ilişkilerin kesilme nedeni ve Mısır’ın tavırlarını değiştirmeye hazır olup olmadığı yönündeki üç eksen üzerinden kısaca bakalım.
Kahire rejimi, 1978’de imzaladığı Camp David Anlaşmaları’yla İsrail ile Arap dünyası arasında irtibat köprüsü haline geldi. Oysa bundan önce Arapların gururu olan Mısır, Siyonizm karşıtı mücadelenin ön cephesindeydi ve Arap dünyasının işgalciler karşısındaki gurur ve izzetinin temsilcisiydi. Kahire yıllar boyunca İsrail ve bazı Arap saraylarıyla işbirliği içinde Filistinlileri tavize zorladı. Bu doğrultuda Arapların silahlarından arınmalarına, Filistinlilerin aşağılanmasına ve İsrail’in Araplar karşısında üstün konuma ulaşmasına neden olan 1991 ve 1993’te imzalanan Madrid ve Oslo anlaşmaları ile 2007’de düzenlenen Annapolis toplantısı, Kahire’nin çabalarının sonuçları olarak değerlendirilebilir. Ürdün’ün Siyonist rejim ile ayrı bir anlaşma yapmaya zorlanması da Arap saraylarının, İsrail’in, ABD’nin ve Mısır’ın ortak baskıları sonucu gerçekleşti.
Siyonistlerin Lübnan ve Gazze’ye yönelik gerçekleştirdikleri son iki saldırı, Mısır’ın bu konudaki rolünü bir kez daha gözler önüne serdi. Siyonistler her iki savaşta da onur kırıcı bir başarısızlığa uğrasalar da Kahire rejimi, Siyonistlerin inisiyatiflerini desteklemeyi sürdürdü. İsrail’in tek taraflı ateşkes ilan etmesinden birkaç saat sonra Şarm eş-Şeyh toplantısının düzenlenmesi, mazlum Gazze halkına yardım ulaştıran tünellerin ortaya çıkarılıp tahrip edilmesi ve bu şekilde Filistinlilerin gıda ve yakıt gibi en temel ihtiyaçlarına dahi ulaşmalarının engellenmesi Kahire rejiminin ihanetlerinden birkaçı. Mübarek yönetimi son günlerde ABD, Siyonist rejim ve mürteci Arapların yardımıyla Mısır’ın Gazze sınırına büyük bir çelik duvar örüyor ve bu şekilde Gazze’nin ebedi muhasarasına katkıda bulunuyor. Filistinli gruplar arasındaki birlik müzakerelerini baltalayarak İsrail’in isteklerini dayatması, hain el-Fetih kanadını ve Mahmud Abbas’ı desteklemesi Kahire’nin adımları arasında. Ayrıca Mısır’ın Hizbullah ve Hamas başta olmak üzere İslami direniş gruplarına karşı düşmanlığı da herkesin malumu.
İran ile Mısır arasındaki diplomatik ilişkilerin kesilmesine gelince, Cumhurbaşkanı Enver Sedat tarafından Camp David Anlaşmaları’nın imzalanmasının ardından İmam Humeyni, Kahire rejimi ile diplomatik ilişkilerin kesilmesini emretmişti. İsrail’den uzaklaştığı ölçüde Mısır’ın İran’a yakınlaşması doğal. Bu, İran’ın son yıllardaki mantıklı ve muhkem bir siyaseti. Fakat Kahire rejimi İsrail’in irtibat köprüsü olarak görev yapmayı ve Filistinliler ile İslam dünyasına karşı olan ihanetlerini sürdürdükçe İslami İran ile Mısır’ın Filistin konusunda benzer görüşlere sahip oldukları nasıl öne sürülebilir, anlamak mümkün değil. Mısır’ın İslam ve Arap dünyasının kucağına dönmesi kabul edilebilir; ancak bu yalnızca Mısır devletinin İsrail’in esaret zincirlerinden kurtulması durumunda gerçekleşebilir. Kahire, Filistinli gruplar ile Arap ve İslam ülkeleri arasında tefrika çıkarma çabalarından vazgeçmeli. Bugün Kahire, mürteci Arap yönetimleriyle birlikte hareket ederek, Filistinlileri toprak bütünlükleri, Kudüs’teki hâkimiyetleri ve 4,5 milyon mültecinin vatanlarına dönmesi gibi önemli haklarından vazgeçirmeye çalışıyor.
Mısır’ın değişip değişmediği hususuna gelince, Kahire yönetiminin Filistin karşıtı tutumundan vazgeçmediği, aksine bu hususta daha da şiddetlendiğine şüphe yok. Diğer taraftan İran İslam Cumhuriyeti’nin Siyonist rejim karşısındaki tutumunun değişmediği de aşikâr. Bu nedenle Mısırlı yöneticilerin yaptıkları açıklamalara İranlı yetkililerin cevap vermeleri ve konumlarını yeniden açıklamaları gerekir. Söylentileri engellemek için Kahire temaslarında ele alınan konular, her türlü belirsizlikten uzak biçimde bir an önce açıklığa kavuşturulmalı.
Tavsiye Et