Amerikan Basını
Çeviri: Emin Ali Kunt
Anlayış’ın Notu
“Burada gördüğümüz şey, bir manada, (yükselen) yeni Orta Doğu’nun doğum sancılarıdır. Ne yaparsak yapalım, yeni Orta Doğu’nun oluşması yönünde çabaladığımızdan emin olalım; zira eskisine geri dönmemekte kararlıyız.” ve “Yeni bir Orta Doğu’nun zamanı geldi.” Eğer bu sözler Mısırlı bir diplomata, bir Fransız siyasetçiye ya da bir Türk gazeteciye ait olsaydı gülüp geçerdik. Ne var ki bu sözler, dünyada Orta Doğu’yu değiştirebilecek ekonomik ve askerî kapasiteye sahip tek ülke olan Amerika’nın ‘şahin’ Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a ait. Yukarıdaki ilk ifadeyi, İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarının başlamasının ardından 21 Temmuz’da Washington’da, ikincisini ise 26 Temmuz’da İsrail’de sarf etti Rice. Yeni bir Orta Doğu ile kastedilen nedir? Rice’a sorarsanız, daha özgür, daha demokratik, daha istikrarlı, daha kalkınmış bir Orta Doğu. Bu nasıl olacak? Baskıcı rejimler değişecek. Peki ya sınırlar?
İşte bütün mesele bu. Daha özgür ve demokratik bir Orta Doğu için acaba sınırların da değişmesi gerekiyor mu? İsrail’in ve petrol kaynaklarının güvenliğini garanti altına almak, bunun için de bölgede bağımsız bir gücün temayüz etmesini engellemek uğruna Amerika sınırları değiştirmeye teşebbüs edebilir mi? Peki bu sinsi proje bizim sınırlarımıza da uzanır mı?
Aşağıdaki makale Amerikan ordusundan emekli Yarbay Ralph Peters’e ait. Amerika’nın prestijli dergilerinden biri olan Armed Forces Journal’da Haziran ayında yayımlandı. Makaleyi ilk gördüğümüzde tebessümle okuduk. Ta ki Rice’ın yukarıdaki ifadelerini duyana kadar. Makale belki, Amerikan okurunun pek de yabancısı olmadığı bir beyin fırtınası örneği olabilir. Yani bir delinin hezeyanları, denip geçilebilir. Ancak dedelerimizden devraldığımız bu ülkeyi, bir metrekaresine bile halel getirmeden torunlarımıza bırakmak istiyorsak her türlü ihtimali dikkatle gözden geçirmeliyiz.
Anlayış olarak, sabır sınırlarımızı zorlayan bu makaleyi, meselenin ciddiyetini ve içinden geçmekte olduğumuz kaypak sürecin ehemmiyetini de göz önüne alarak ve affınıza sığınarak sizlerle paylaşmak istedik.
http://www.armedforcesjournal.com/2006/06/ 1833899
Uluslararası sınırlar hiçbir zaman tamamen adil değildir. Fakat sınırların bir arada olmaya ya da ayrılmaya zorladığı kişilere reva görülen adaletsizliğin derecesi büyük bir fark oluşturur: Sıklıkla hürriyet ve istibdat, hoşgörü ve zulüm, hukukun üstünlüğü ve terörizm, hatta barış ve savaş arasındaki farktır bu! Dünyadaki en rasgele ve çarpıtılmış sınırlar Afrika ve Orta Doğu’da yer alıyor. Kendi çıkarlarını düşünen Avrupalılar tarafından çizilmiş olan Afrika’daki sınırlar, milyonlarca yöre sakininin ölümüne sebep olmaya devam ediyor. Fakat Orta Doğu’daki adaletsiz sınırlar, Churchill’in dediği gibi, başımıza yerel olarak üstesinden gelinebileceklerden daha büyük belâlar açıyor. Orta Doğu’nun işlevsiz sınırlarının ötesinde –rezalet boyutlardaki adaletsizlikten kaynaklanan kültürel durgunluktan, etrafa ölüm kusan dinî aşırılığa varıncaya kadar- çok daha büyük sorunları varken, bölgedeki büyük başarısızlığı anlamaya çalışmanın önündeki en büyük engel İslâm değil ve fakat bizzat bizim diplomatlarımızın âdeta taptığı o berbat -ama- dokunulmaz olan uluslararası sınırlardır.
Gayet tabi ki sınırlarda yapılacak hiçbir düzenlemenin Orta Doğu’daki her azınlığı memnun edeceği düşünülemez. Bazı örneklerde, etnik ve dinî gruplar birbirine karışmış ve birbiriyle bütünleşmiş olarak yaşıyor. Başka yerde gerçekleşecek kan bağına yahut inanca dayalı bir yeniden-birleşme, şu anki savunucularının umduğu kadar sevindirici olmayabilir. Bu makaleye eşlik eden haritada yansıtılan sınırlar Kürtler, Beluciler ve Şii Araplar gibi ‘aldatılmış’ en önemli grupları mağdur eden hatayı düzeltiyor; fakat Orta Doğu’daki Hıristiyanları, Bahaileri, İsmailileri, Nakşibendileri ve sayıca daha az olan diğer azınlıkları yeterince hesaba katmadığı için yine de bir ölçüde başarısız sayılır. Akıllardan silinmeyen bir hata ise, asla bir toprak bağışı ile düzeltilemez: Çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermenilere karşı işlediği soykırım. Burada yeniden tahayyül edilen sınırlarla giderilemeyen bütün adaletsizliklere rağmen, sınırlarda böyle büyük bir yenileme yapılmadığı müddetçe asla daha barış dolu bir Orta Doğu göremeyeceğiz.
Sınırları değiştirme konusundan tiksinenler dahi, Boğaziçi ile İndus arasındaki ulusal sınırların mükemmel olmasa da daha dürüst bir şekilde düzenlenmesini tasavvur etmeye teşebbüs eden bir zihinsel egzersize katılmaya sıcak bakacaktır. Uluslararası devlet idaresinin, hatalı sınırları yeniden tashih etmek için –savaş olmadığı hâllerde– hiçbir zaman etkili araçlar geliştiremediğini kabul ederek Orta Doğu’nun ‘organik’ sınırlarını kavramak için gösterilecek zihinsel bir çaba, yine de karşı karşıya bulunduğumuz ve ileride karşılaşacağımız zorlukların boyutunu anlamamıza bir nebze yardımcı olur. Bizler şu anda insan elinden çıkma devasa biçim bozukluklarıyla uğraşıyoruz ki bu bozukluklar, düzeltilinceye kadar düşmanlık ve şiddet doğurmayı sürdürecek. Sınırların değişmemesi gerektiğini ve her ne ise o olduğunu söyleyerek “düşünülemez olanı düşünmeyi” reddedenlere gelince, onlara şunu hatırlatmakta yarar vardır: Asırlar boyunca sınırlar hiç durmaksızın değişmiştir! Sınırlar hiçbir zaman durağan olmamıştır ve Kongo’dan başlayıp Kosova’dan geçerek Kafkaslara uzanan pek çok sınır şu anda bile (büyükelçiler ve özel temsilciler gözlerini bir başka tarafa çevirip kunduralarını parlatmaya çalışırken) değişmektedir. Son olarak, beş bin yıllık tarihin karanlık mahzeninden kirli küçük bir sır daha: Etnik temizlik işe yarar!
Sınır meselesiyle işe başlamak, en çok Amerikalı okurlar için hassas bir mevzudur: İsrail’in komşularıyla makul seviyede bir barış içerisinde yaşamak için beslediği ümitlerin suya düşmemesi, ancak meşru güvenlik kaygılarını giderecek esaslı yerel düzenlemelerle 1967 öncesi sınırlara dönmesiyle mümkündür. Fakat binlerce yıldır kanla boyanmış bir şehir olan Kudüs’ü çevreleyen araziler meselesini çözmeye ömrümüz yetmeyebilir. O hâlde araştırmacılar tarafından didik didik incelenmiş olan bu konuyu bir tarafa bırakalım ve görmezden gelinerek hiç çalışılmamış olan mevzuları ele alalım.
Balkan Dağları ile Himalayalar arasında adaletsizliğiyle nam salmış topraklarda en çok göze batan eşitsizlik, bağımsız bir Kürt devletinin olmayışıdır. Orta Doğu’da birbirine komşu bölgelerde yaşayan 27 ilâ 36 milyon Kürt vardır (bunlar yaklaşık rakamlardır, çünkü hiçbir devlet tam bir nüfus sayımına izin vermemektedir). Tahmin edilen nüfus rakamlarının en alt seviyesinde bile bugünkü Irak’ın nüfusundan daha fazla olan Kürtler, dünyanın kendine ait bir devleti olmayan en büyük etnik grubudur. ABD ve onun koalisyon ortakları, Bağdat’ın düşüşünden sonra bu adaletsizliği düzeltmeye başlamak için büyük bir şansı elinden kaçırmıştır. Tıpkı Frankenstein canavarı gibi uygunsuz parçaların birleştirilmesiyle ortaya çıkmış bir devlet olan Irak, derhâl üç küçük devlete bölünmelidir. Doğrusu bizler, Iraklı Kürtleri yeni Irak Hükümeti’ni desteklemeye zorlayarak korkaklık ettik (ki onlar bu desteği, iyi niyetimizin bedeli olarak büyük bir iştiyakla verdiler) ve bu korkaklık ve vizyon eksikliğinden ötürü de başarısız olduk. Halbuki serbest bir halk oylaması yapılması hâlinde hiçbir hata olmazdı: Iraklı Kürtlerin neredeyse yüzde 100’ü özgürlük lehinde oy kullanırdı.
Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, uzunca bir zamandır acılarla boğuşan Türkiyeli Kürtler de özgürlük lehinde olacaklardır ki, hepsi de onlarca yıldır şiddetli askerî baskılara göğüs gerdiler ve Türk devletinin onlarca yıldır Kürt kimliğini kazımak için gösterdiği yoğun çabayla ikinci sınıf vatandaş muamelesi görerek ‘dağ Türkleri’ diye anıldılar. Kürtlerin Ankara’nın elindeki vaziyeti geçtiğimiz on yıl içerisinde biraz daha rahatlamış görünürken, baskı son zamanlarda yeniden yoğunlaştı. Açıkçası, Türkiye’nin doğu beşlisi, “işgal altındaki bölge” olarak görülmelidir. Suriye ve İran Kürtlerine gelince, onlar da eğer becerebilirlerse Özgür Kürdistan’a katılmak için harekete geçerler. Dünyanın meşru demokrasilerinin Kürt bağımsızlığını savunmayı reddetmesi, medyamızı alışılmış şekilde heyecanlandıran küçük ve beceriksiz hatalardan çok daha berbat bir hatadır; insan hakları aleyhinde işlenmiş büyük bir yok sayma günahıdır. Ve bu arada: Diyarbakır’dan başlayıp Tebriz’i de içine alan geniş bir bölgeye yayılan özgür bir Kürdistan; Bulgaristan ve Japonya arasındaki en Batı taraftarı ülke olacaktır.
Bölgede yapılacak adaletli bir düzenleme, Irak’ın Sünni çoğunluğa sahip üç eyaletini tepesini yitirmiş bir devlet olarak bırakır ki, netice itibarıyla bu devlet de kıyı şeridini Akdeniz kökenli Büyük Lübnan’a kaptırmış bir Suriye ile birleşme yoluna gidebilir: İşte Fenike’nin yeniden doğuşu! Eski Irak’ın Şii güneyi ise, İran Körfezi’ni çevreleyen bir Arap Şii Devleti’nin temelini teşkil edecektir. Ürdün mevcut topraklarını koruyacak, biraz da güneye doğru Suudi bölgesinin bir bölümünü içine alacak şekilde genişleyecektir. Gayri-tabiî bir devlet olan Suudi Arabistan da Pakistan gibi parçalanacaktır.
İslâm dünyasındaki geniş durgunluğun kökenindeki sebep, Suudi kraliyet ailesinin Mekke ve Medine’ye âdeta kendi tımarlarıymış gibi muamele etmeleridir. İslâm’ın en mukaddes emanetlerinin, geniş çaplı ve kazanılmamış bir petrol zenginliğini idare eden, dünyanın en baskıcı ve bağnaz rejimlerinden birine sahip bir polis devletinin kontrolü altında olması sayesinde Suudiler disiplinli, hoşgörüsüz bir inanca dayalı olan kendi Vahhabi vizyonlarını sınırlarının çok ötesine kadar yansıtabildiler. Suudilerin zenginleşmesi ve bunun neticesinde etki alanlarını genişletmeleri İslâm Peygamberi’nin zamanından bu yana İslâm dünyasının ve (Moğol değilse bile) Osmanlı fetihlerinden bu yana da Arap dünyasının başına gelen en kötü şeydi.
Gayri-Müslimler İslâm’ın mukaddes beldelerinin yönetimindeki değişime etki edemezler, ama Mekke ve Medine’nin bir Mukaddes İslâm Devleti (bir nevi Müslüman üst-Vatikan’ı) çatısı altında dünyadaki büyük Müslüman ekollerini ve hareketlerini temsil eden dönüşümlü bir divan (idarî heyet) tarafından yönetildiğini bir düşünün! Büyük bir inanç sisteminin geleceği hakkında sadece hüküm verilmeyip aynı zamanda tartışıldığı böylesi bir yerde, İslâm dünyası çok daha sağlıklı bir duruma gelir. Hakiki adalet, belki hoşumuza gitmeyebilir ama, Suudi Arabistan’ın kıyı petrol bölgelerini, alt bölgedeki nüfusu oluşturan Şii Araplara verirken; ülkenin güneydoğusundaki çeyrek dairelik alan ise Yemen’e gidecektir. Geride kalan Bağımsız Suudi Toprakları, Riyad çevresiyle sınırlandırıldığında, Suudi Sarayı, İslâm’ı ve dünyayı yanlış yönlendirmeye güç yetiremez hâle gelecektir.
Delişmen sınırlara sahip bir devlet olan İran, topraklarının büyük kısmını kaybedecek ve Birleşik Azerbaycan’a, Özgür Kürdistan’a, Arap Şii Devleti’ne ve Özgür Belucistan’a verecektir; fakat buna karşılık bugünkü Afganistan toprakları içerisinde kalan Herat civarının yetkisini elde edecektir ki, söz konusu bölgenin Farisilerle (Perslerle) hem tarih hem de dil akrabalığı vardır. İran yeniden etnik bir Pers devleti olacaktır; bu noktada beliren en zor soru ise, İran’ın Bender Abbas Limanı’nı elde mi tutacağı yoksa Arap Şii Devleti’ne mi teslim edeceği sorusudur.
Afganistan batıda İran’a vererek kaybettiği toprakları doğuda kazanacak ve Pakistan’ın kuzeybatı sınırındaki kabileler Afgan kardeşleriyle yeniden birleşeceklerdir (buradaki önemli nokta, söz konusu sınırların bizim keyfimize göre değil, yerel halkların tercihi doğrultusunda çizileceğidir). Bir diğer suni devlet olan Pakistan da Beluci topraklarını Özgür Belucistan’a vererek kaybedecektir. Geriye kalan ‘tabiî’ Pakistan ise, Karaçi civarında batı yönüne uzanan küçük bir iz dışında tamamen İndus’un doğusunda uzanacaktır.
Birleşik Arap Emirlikleri’nin şehir devletlerinin ise, gerçek gelecekte de muhtemelen olacağı gibi karışık bir kaderi olacaktır. Bu devletlerden bazıları, İran Körfezi’nin büyük bölümünü saran Arap Şii Devleti’ne (kuvvetle muhtemeldir ki, Farisi İran’a bir müttefik olmaktan ziyade bir denge unsuru olarak evirilen bir devlet) katılacaktır. Bütün püriten kültürler ikiyüzlü olduğu için, Dubai’nin de, zorunluluk icabı, sefahat düşkünü zenginler için oyun alanı olma statüsünü sürdürmesine izin verilecektir. Kuveyt ise, tıpkı Amman gibi, hâlihazırdaki sınırları içerisinde kalmayı sürdürecektir.
Her hâlükârda bu sınırları hipotetik olarak yeniden çizme işi etnik akrabalığı ve dinî cemaatçiliği yansıtmaktadır ki, bazı durumlarda her ikisi birden geçerlidir. Gayet tabi ki, eğer elimizde bir sihirli değneğimiz olsaydı ve sınırları tartışarak düzeltebilme şansımız olsaydı, kesinlikle öyle yapmayı tercih ederdik. Yine de bugünkü sınırları resmeden haritanın aksine yeniden düzenlenmiş harita üzerinde çalışmak 20. yüzyılda Fransızlar ve İngilizlerin, 19. yüzyılda uğradığı aşağılanma ve yenilgiden çıkmaya uğraşan bir bölgede çizdiği sınırlardaki büyük hataları görmemizi sağlar. Sınırları, insanların iradesini yansıtacak şekilde çizmek şu an için imkânsız olabilir. Fakat zamanla ve kan dökmenin kaçınılmaz bir neticesi olarak yeni ve tabiî sınırlar ortaya çıkacaktır. Babil bir kere değil, birçok defalar düşmüştür!
Bu meyanda, askerî üniformalı erkeklerimiz ve kadınlarımız terörizme karşı güvenliği sağlamak, demokrasi arayışı ve kaderine kendiyle savaşmak yazılmış bir bölgedeki petrol stoklarına erişmek için savaşmayı sürdüreceklerdir. Ankara ve Karaçi arasındaki mevcut bölünmüş halklar ve zorlanmış birlikler, bölgenin kendi kendine yüklediği keder ve felâketlerle birlikte alındığında, herkesin kolaylıkla görebileceği gibi dinî aşırılığı, suçlama kültürünü ve örgütlerin terörist devşirmelerini besleyecek zemini teşkil etmektedir. İnsanlar kendi sınırlarına acıklı gözlerle baktıkları yerde düşman aramaya pek heveslidirler.
Dünyanın teröristlerle dolup taşmasından enerji kaynaklarındaki kıtlığa kadar, Orta Doğu’daki mevcut bozulmalar bizlere gelişen değil, hepten kötüye giden bir durum vaat etmektedir. Ulusçuluğun sadece kötü taraflarının tutulduğu ve dinin en alt mertebedeki taraflarının ümitsiz bir imana hâkim olmakla bir tehdit hâlini aldığı bir yerde, ABD ve onun müttefikleri, hepsinin de üstünde askerî kuvvetlerimiz sonu gelmeyen krizlerin içinde debelenebilirler. Irak, vaktinden evvel terk edip gitmediğimiz sürece, ümit verici bir karşı örnek oluştururken, bu geniş bölgenin geri kalanı neredeyse her tarafta gittikçe kötüleşen sorunları önümüze koymaktadır. Eğer Büyük Orta Doğu’nun sınırları, tabiî kan ve inanç bağlarını yansıtacak şekilde yeniden düzenlenemezse, o takdirde biz onu bir inanç bahsi olarak ele alabiliriz ki, o zaman bölgede dökülen kanın bir kısmı bizim kanımız olmaya devam eder.
Kim kazanır, kim kaybeder
Kazananlar: Afganistan, Arap Şii Devleti, Ermenistan, Azerbaycan, Özgür Belucistan, Özgür Kürdistan, İran, Mukaddes İslâm Devleti, Ürdün, Lübnan, Yemen.
Kaybedenler: Afganistan, İran, Irak, İsrail, Kuveyt, Pakistan, Katar, Suudi Arabistan, Suriye, Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri, Batı Şeria.
Tavsiye Et