Ankara Havası
Ankara susuz, Gökçek suçsuz
Ağustos ayına “Ankara’nın susuzluğu” ve “Melih Gökçek’in suçsuzluğu” damgasını vurdu desek yeridir. Kimilerince 22 Temmuz seçimlerinde %46,7 oy alan AK Parti’nin zaferi Başbakan Erdoğan’a; seçimlerin hemen ardından Ankara’nın kısa süreliğine de olsa susuz kalmasının bedeli AK Partili Belediye Başkanı Gökçek’e yazıldı.
Gökçek’in 2007 başından itibaren yüksek sesle tekrarlayarak bir “Kurtuluş Savaşı” formatına dönüştürdüğü susuzluk sorunu, seçimden sonra yapılan kesintilerle somutlaştı.
Peki, Gökçek bir Kurtuluş Savaşı önderi olabildi mi?
İşin aslı, Ankara dışından algılanan susuzluk “medyatik gerçeklik” kavramına; Ankaralıların yaşadığı susuzluk ise “hakiki gerçeklik”e güzel birer örnekti.
Ekranlardan izlenen Ankara’da patlayan su borularının sele dönüştüğü sokaklar, elinde bidonla tanker kovalayan kadın ve çocuklar, salgın hastalıklarla boğuşan ama su yokluğu nedeniyle ameliyat bile yapamayan hastaneler, “Gökçek’i protesto eden Ankaralılar” filan vardı.
Kısacası, Belediye Başkanı bile gözden ırak bir yere kaçmıştı; başarısızlığı belediye bürokratları üstleniyordu.
Memleketin diğer illerini Ankara’dan kaçabilenler doldurmuştu.
Baykal bile, bırakın Rodos’a yüzecek su bulmayı, partide duş alıyordu.
Yaşanmazdı bu şehirde.
“Hakiki gerçeklik” yukarıdaki tabloyla taban tabana zıt değildi; fakat bunlardan ibaret de değildi.
Bir kere “Gökçek istifa”cılar gerçekten de kadroluydu ve birkaç yüz kişiden ibaretti.
Vatandaşın büyük çoğunluğu, çoktan hazırlığını yapmış; depoları, bidonları, kovaları doldurmuştu.
Hastane, devlet dairesi, yurt gibi toplu yerleşim yerlerine ve yüksek mahallelerin çoğuna belediye tankerlerle su dağıtıyordu.
Şüyuu vukuundan beter susuzluk hadisesi, memleket ziyaretine ya da tatile gitmek isteyen pek çok çalışan için geçerli bir mazeret halini almıştı.
Ve tam sabırların tükenmek üzere olduğu bir sırada ekranlara çıkan medyatik başkan, hakiki gerçekliğin tatlı sürprizini yaparak, su tasarrufu sınavını başarıyla geçen Ankaralılara yıldızlı aferin eşliğinde müjdeyi verdi: “Bundan sonra su kesintisi olmayacak.”
Su olsa da olmasa da, kesinti olmayacak!
Ne yani; siz saygıdeğer hemşehrilerimizi su yok diye susuz mu bırakacağız?
Bu hep birlikte canla başla yapacağımız bir Kurtuluş Savaşı’dır; düşmanı denize dökünceye kadar kovalayacağız.
Denize dökünce de zaten su bulmuş oluruz; zafer de bizim olur!
Tavsiye Et
“Bekir Coşkun’un Cumhurbaşkanı” ile geçinmek
Başbakan Erdoğan kabine listesini Uzatmalı Cumhurbaşkanı Sezer’e sununca ummadığı bir karşılık aldı.
Bekir Coşkun’un cumhurbaşkanı halkın başbakanına, “rest mi jest mi” olduğu tartışılan bir ret cevabı verdi: “Koy o listeyi cebine.”
Her şeyi bir tarafa bırakalım şimdi ve aynı ortamı, aynı davranışlarla Tayyip Erdoğan’sız hayal edelim.
Hayal bu ya; müteveffa Ecevit, listeyi cebine koyup köşkteki görüşme salonundan titrek titrek çıkıyor:
“Bu bir krizdir sayın vatandaşlarım. Sayın cumhurbaşkanı listeyi bana fırlattı, Hüsamettin de ona geri fırlattı; ama yetmez. Ben kriz diyorsam, bu bir krizdir!”
Velhasıl, Bekir Coşkun’un cumhurbaşkanı, geçinmesi zor bir adamdı.
Tavsiye Et
Aslında başlıkta adı geçen Simyacı mütercimini Ahmet Kekeç ağabeye havale etmek daha uygun düşerdi. Fakat bir süreden beri “İkinci Cumhuriyetçilerin korkulu rüyası” Ö. İnce, öylesine inciler döktürüyor ki, Türk halkının 2’de 1’inin onunla uğraşma, ona cevap verme hakkı doğuyor. Örneğin AKP’nin %46,7 oy alması konusunda yanıldığını itiraf ederken -hakkı teslim etmek çok ağırına gidiyor olmalı ki- “Yanıldım, ama Türk halkının %46,7’sini seçmen sandığım için yanıldım. Bu %46,7 meğer seçmen değil müşteri imiş” herzesini yumurtlayıveriyor.
Daha yeniyetme bir delikanlı iken, moda kitaplardan nefret etmeme rağmen, Simyacı’ya birkaç saatimi ayırmış ve Mesnevi başta olmak üzere klasikleşmiş pek çok nasihatnamede benzeri bulunan bir öykünün boyanıp post-modern okura satıldığını görmüştüm.
Muhtemelen kendisini ters köşeye yatıran bir seçim yapan Türk halkını ‘müşteri’ diye niteleyerek kendince tahfif eden Ö. İ., Paulo Coelho’nun simyasının bir göz boyama bile değil de, ‘apartma’ olduğundan habersizdi.
Yine de bence bir klasik öykünün modern formatta yeniden müşterilere pazarlanması konusunda Simyacı başarılı bir eserdi. Ancak bu pazarlama çalışmasının Türkçe ayağını üstlenen İnce’nin çevirmen olarak başarılı olduğunu söylemek bir iyi niyet gösterisinden ibaret olur.
Zira İnce, esere düştüğü üç dini de ilgilendiren notlarda kaynak olarak Tevrat’ı gösterme ‘inceliğini’ göstermişti -birilerine-. Kaldı ki, kronolojik bakımdan dört kutsal kitabın en yenisi olan Kur’an-ı Kerim’in sahihlik derecesi diğer kutsal kitaplardan fazla olduğu gibi, Simyacı’daki olayların tamamına yakını Müslüman ülkelerde geçiyordu. Üstelik eserin Türkçe tercümesi İsrail’de değil, halkının çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’de yayımlanıyordu.
Buna “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” demeyeceğim; İnce, kişisel kökleri nedeniyle muhtemelen Tevrat’ı Kur’an-ı Kerim’den çok daha iyi biliyor olabilir.
İbrahim Tatlıses içtenliği derekesinde onun köklerine “saygı duyuyorum.”
Ama o dönemde bir yeniyetmeye özgü bilgi ve tecrübeyle bile, “günün belli vakitlerinde yüksek kulelere çıkıp bağırarak şarkı söyleyen adamlar” ifadesine kahkahalarla gülmem için sadece kısa bir şaşkınlık anını atlatmam yetmişti.
Evet, günde beş vakit minarelere çıkıp ezan okuyan müezzinleri kastediyordu İnce.
Kendi gerçeğiyle değil, ama içinde yaşadığını zannettiği toplumun gerçeğiyle ilgisi “yüksek kulelere çıkıp şarkı bağırmak” seviyesinde seyreden bir adamın, AKP’ye oy veren %50’ye yakın vatandaşı müşteri ilan etmesinde aslında pek de yadırganacak bir durum yok.
En incesinin düzeyi bu işte.
Oğuz Atay’ı rahmetle analım:
“Ekmek suyla undan ibarettir
Maruzatım bundan ibarettir.”
Tavsiye Et
Serbest piyasa ortamında dükkan açmak
Askerlerin ekonomi bilgisi hep merakımı celbetmiştir. Daha doğrusu, askerî darbelerden sonraki tecrübelere bakarak asker-ekonomi ilişkisine hep kuşkuyla yaklaşmışımdır. Gazeteciler de genelde ekonomi konusunda pek yetkin değildir; ama bir borsa uzmanı kadar fiyakalı cümleler kurmayı başarabilirler en azından. ‘Bilmeseler’ de konuşa‘bilirler’.
Askerler ise askerî okul müfredatlarından aldıkları Atatürk’ün kalkınma hamleleri, limanların ve demiryollarının devletleştirilmesi, İsmet Paşa’nın karma ekonomi modelinin memleketi nasıl ihya ettiği gibi geçen yüzyıl başına ait bilgilere daha sıcak bakarlar.
Onun ötesinde gazetecilerden farklı olarak sanki askerler ekonomiden biraz korkar.
Hele toplu ortamlarda serbest piyasa ekonomisinden; inip çıkan faiz, borsa, döviz, enflasyondan bahsedilince, çoğu askerin ya Oyakbank’ın bankacılık başarılarına değinip (Artık o da mümkün değil) konuyu değiştirmeye çalıştığı ya da usulca başka bir kulis öbeğine doğru dümen kırdığı az değildir.
Bu korkunun sözel dışavurumunu en açık şekliyle Genelkurmay Başkanı Büyükanıt Paşa’nın “Konuşuyorum, ‘Borsa düştü’ diyorlar; susuyorum, yine ‘borsa düştü’ diyorlar” açıklamasında gördüm ve Paşa’ya karşı ömrümde ilk defa acıma ile karışık sevecen hisler uyandı içimde.
Nitekim o da daha fazla dayanamadı ve ekonomi konusunda zora düşen her askerin yapacağını yaptı; “Dükkan kapalı çocuklar!” deyip aykırıladı gitti.
Serbest piyasa, generallere yaramıyor mu, ne?
Tavsiye Et