Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2010) > Kitap
Kitap
Etnometodoloji
Alain Coulon
Türkçesi: Ümit Tatlıcan
İstanbul: Küre Yayınları, 2009
Sosyal bilimlerin son elli yıllık gelişim seyrine baktığımızda, büyük anlatıların önemlerinin giderek azaldığı ve mikro hikâyelere doğru bir yönelimin ortaya çıktığı dikkatlerden kaçmaz. Bu yönelim, bir taraftan toplumsal olanın soyut ve kendinden menkul tanımına şüphe ile yaklaşılmasını ve toplumsal olanın aynı zamanda inşa edilen bir şey olduğuna dikkat çekilmesini içerir. Diğer yandan da büyük anlatıların en fazla başvurduğu soyut toplumsal gerçeklik karşısına, bireysel gerçekliği çıkarır. Bu durumun dolaysız sonucu, gerek tarihin gerekse sosyolojinin uzun yıllar gözden kaçırdığı gündelik yaşantının ilgi çekmeye başlaması ve bireyin önemli bir araştırma konusu haline gelmesi olmuştur.
Gündelik yaşantıyı ve bireysel olanı araştırma nesnesi haline getiren akım, tarih alanında Annales Okulu ile ete kemiğe bürünürken, sosyoloji alanında da sokaktaki insanın gündelik yaşantısına dikkat çeken değişik yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Etnometodoloji adı altında 1960’lardan sonra genel bir çerçeveye kavuşan bu yaklaşım, Durkheimcı sosyoloji tanımına karşı çıkmış ve insanlar olarak toplumsal var oluşumuzu organize etmek için ne yaptığımızın doğru bir açıklamasını sunma imkanına sahip olduğumuzu iddia etmiştir.
Büyük oranda Amerikalı sosyolog Talcott Parsons ve Alfrede Shütz’ün çalışmalarından ve sembolik etkileşimcilik kuramından beslenen etnometodolojik yaklaşım, sosyolog Garfinkel’ın çalışmaları ile başlamıştır. Etnometodoloji, insanların, karşılaşmalarından önce zaten başkaları tarafından tanımlanmış durumlarda nasıl davranacaklarını açıklamaya çalışan sosyolojik analizin aksine, insanların durumu nasıl gördüklerini, betimlediklerini ve bir durum tanımını müştereken nasıl geliştirdiklerini anlamaya çalışır. Bu da sosyolojinin açıklama eksenli değil, anlama eksenli hale gelmesi demektir.
Ülkemizde henüz yeni tanınmaya başlayan ve bugüne dek ciddi bir tartışmaya konu olmayan etnometodoloji üzerine yazılmış en önemli çalışmalardan biri olan Etnometodoloji isimli çalışma, Saint-Dennis Paris Üniversitesi’nde görev yapmakta olan Alain Coulon tarafından kaleme alındı. Geçtiğimiz günlerde Küre Yayınları tarafından yayınlanan kitap, bu alanı tanımak isteyenlerin muhakkak başvurması gereken bir çalışma.

Tavsiye Et
Batı’nın Kaynakları
Mark A. Kishlansky
Türkçesi: M. Kürşat Atalar
İstanbul: Açılım Yayınları, 2009
İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması vesilesiyle, Batılılaşma tecrübemizin yeniden sıcak tartışmalara konu olduğu günleri yaşıyoruz. Özellikle ışıltılı açılış kutlamalarından sonra pek çok kalem erbabı, Batılılaşmayı algılayış biçimimizi bu kutlamalar üzerinden değerlendiren önemli eleştiriler kaleme aldılar. Batılılaşma algımızın sathiliği ve şekilciliğinden İstanbul’un bu çerçeve içine yerleştirilmesinin anlamsızlığına uzanan bir dizi açıklama, bu eleştirel perspektif içerisinde kendisine yer buldu. Önümüzdeki günlerde hararetini arttırarak devam etmesi muhtemel bu tartışmanın belki de en önemli katkısı, Batılılaşma maceramızı ve Türk modernleşmesini bir kez daha mercek altına alması oldu.
Özellikle 19. yüzyıldan başlayarak yaşadığımız yenilgi haline bir cevap olarak başvurulan Batılılaşmanın ülkemizde aldığı biçim, genel itibariyle Batı’nın şekle ait bir takım değerlerini iktibas etmek olarak ortaya çıktı. Özellikle gündelik yaşama ilişkin tecrübe, Batılılar gibi giyinmek, yemek, içmek ve sosyal ilişkilerde buna uygun bir yol izlemek şeklinde kendisini ortaya koydu. Batı’nın heybesinde biriktirdiği felsefi birikim ise, Batılılaşma maceramıza ana çizgilerini kazandıran aktörlerin birçoğu tarafından ya ıskalandı yahut bilinçli olarak görmezden gelindi. Bu durum, tartışmalı Batılılaşma tercihini, bir de usul yönünden zayıflatmış ve eleştirilerin odağına yerleştirmiş oldu.
Bugün gelinen noktada söz konusu durumun fazla değişmediği görülüyor. Batı hâlâ ulaşılmak istenen hedef olarak önümüzde duruyor. Ne var ki bu önerinin sahiplerinin dahi Batı’yı tam olarak anlayıp, felsefi birikimini tanıdıklarını söylemek çok zor. Bu eksiklik Batı karşısında belli cevaplar üretmeye çalışan kesimler tarafından da büyük oranda paylaşılıyor.
Geçtiğimiz günlerde Açılım Kitap tarafından yayınlanan bir çalışma, bu çerçevede önemli bir boşluğu doldurmaya aday. Harvard Üniversitesi tarih bölümü profesörlerinden Mark A. Kishlansky tarafından hazırlanan Batı’nın Kaynakları, Batı’yı Batı yapan önemli metinleri bir araya getiren iki ciltlik bir çalışma. Batı’yı bir cevap olarak görenlerin de, Batı karşısında cevap üretme arayışında olanların da kütüphanesinde bulunması gereken bir eser.

Tavsiye Et
Ninelerimizin Komşuları
Zekeriya Başkal, Niyazi Özdemir, Mehmet Mercan, Mehmet Beşirli, Hanifi Vural, Süleyman Değirmenci, Turan Karadaş, Sedat Laçiner
Ankara: Liberte Yayınları, 2009
Daha çok Kürtlere yönelik bir takım düzenlemeler şeklinde anlaşılan Demokratik Açılım süreci Ermeniler, Aleviler ve Romanlar gibi toplum kesimlerinin de demokratik hak ve taleplerini gündeme getirdi. Bu çerçevede Ermenilerle ilgili olarak yürütülen çalışmalar hem iç politik hamlelerle hem de dış politikadaki farklı yönelimlerle yeni bir zemin kazanmış oldu. Bir yandan arka arkaya yapılan çalıştaylar diğer taraftan da Ermenistan ile varılan mutabakat, Türk-Ermeni ilişkilerinde yeni bir dönemin sinyallerini veriyor.
Bin yıldır aynı topraklarda yaşayan Türkler ile Ermenileri karşı karşıya getiren sorunların çözümünün karşılıklı anlayış ve müzakereden geçtiğinin anlaşılması, bu yeni döneme rengini vermesi ümit edilen belki de en önemli ayrıntı. Sorunların kapının arkasına süpürülerek çözülemeyeceğini anlayan siyasi irade kadar toplumun ve kanaat önderlerinin de sürece sahip çıkması ve katkı vermesi büyük önem taşıyor.
Türk-Ermeni ilişkilerinin bugüne dek öne çıkarılan savaşçı yönlerindense daha çok barışçı yönlere vurgu yapan Ninelerimizin Komşuları adlı çalışma bu bağlamda önem kazanıyor. Zekeriya Başkal, Niyazi Özdemir, Mehmet Mercan, Mehmet Beşirli, Hanifi Vural, Süleyman Demirci, Turan Karataş ve Sedat Laçiner’in katkı yaptığı çalışma, “Ermenilerle Türklerin ortak tarihinin sadece kötü sayfalardan ibaret olmadığını, acısıyla tatlısıyla bin sayfalık bir romanın, felaketin damgasını taşıyan son yüz sayfasına indirgenemeyeceği” ana fikrinden hareketle hazırlanmış. Türk-Ermeni İlişkilerinin Barışçı Yönleri alt başlığını taşıyan ve Liberte Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturulan çalışma, çözüm zeminine yapılmış değerli bir katkı olarak fikir hayatımızda yerini alıyor.

Tavsiye Et
Hz. İnsan / Ölümün Dört Rengi
Dücane Cündioğlu
İstanbul: Kapı Yayınları, 2009
“Gam ve kasavetten kim hoşlanır?”
Gam çekmeye razı olmak değil, bilakis bu gamı çekmeyi amaçlamak… Pervanenin ateşe uçması gibi… Hani yanmayı göze almaz pervane; bile isteye yanmak içindir uçuşu…
Dücane Cündioğlu’nun Kapı Yayınları’ndan çıkan kitabı Hz. İnsan, bu soru bağlamında taliplerini “insan”ın her daim kaçındığı fiile, kendisiyle yüzleşmeye davet ediyor. Etrafındakileri incelemek yerine eline ayna alıp tüm rahatsızlığına ve verdiği ıstıraba rağmen kendi gözünün içine bakmaya, bakabilmeye; taşra ile değil, kendi derunumuz ile meşgul olmaya; özümüzü gürleştirmeye çağırıyor. Bu soruya cevap aramak kastı ile değil, sırf aramak için. Aramakla bulunmasa da yine de bulanların hep arayanlar olduğunu hatırlatmak için. Bu konunun çevresinde dolaşan farklı yazılardan oluşan Hz. İnsan, hacminin küçüklüğünün aksine engin bir derinliğe sahip.
Aynı yayınevinden çıkan bir başka Cündioğlu kitabı da Ölümün Dört Rengi. “Ölmeden önce ölünüz” düsturundan yola çıkarak ölümün dört rengini yine taliplerine anlatıyor yazar: Kırmızı ölüm, şehvetin ölümü; beyaz ölüm, iştahın ölümü; yeşil ölüm, her türlü dış etkenden, kıyafetlerden, şöhretten sıyrılmak ve isimsiz olmak; siyah ölüm, tüm bu dünyevi ihtiyaçlardan sıyrıldıktan sonra tekrar insanların arasına karışmak… Aziz Mahmut Hüdayi misali, kadılıktan sonra halkın arasında ciğer satmaya inen/yükselen benlikten geçme yolunda gafletten kurtulup hakikatin sırrına erebilmek için ben’i terk etmek; “İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanacaklar” sözüne mazhar olmanın gayretini taşımak… Yahya Kemal’in de dediği gibi: “Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi / Müşkil budur ki, ölmeden evvel ölür kişi.” / Huriye Apaydın

Tavsiye Et
Lavinia
Ursula K. Le Guin
Türkçesi: Gürol Koca
İstanbul: Metis Yayınları, 2009
Latin şair Vergilius’un milattan önce 29-19 yılları arasında kaleme aldığı Aeneid, Homeros’unİlyada’sının bittiği yerden başlar ve Truva hezimetinden sağ kurtulmayı başarabilmiş az sayıdaki Truvalı’nın, artık tek isteği küçük bir krallığın başına geçip oğluna bir taht bırakmak olan kudretli savaşçı Prens Aeneas’ın önderliğinde başlarına gelen olayları anlatır. Afrodit’in oğlu Aeneas yarı-tanrıdır ve halkıyla beraber İtalya kıyılarındaki mütevazi pagan krallık Latium’a gelmeden önce Tanrıça Juno’dan Kartacalıların kraliçesi Dido’ya varıncaya dek farklı kişilerle çeşitli maceralar yaşar. Roma’nın yedi tepenin yakınlarındaki çamurlu bir köy olduğu bu devirde, Aeneas sonunda Latium’un kralı Latinus’un kızı Lavinia ile evlenerek bir imparatorluğun temellerini atar. Vergilius, milattan önce 13. yüzyılda Bronz çağının yarı-vahşi İtalya’sında geçen bu destanı anlatırken Roma’nın kurucu kraliçesi Lavinia’dan sadece birkaç kelimeyle bahseder.
Meşhur bilim-kurgu ve fantezi yazarı Ursula K. Le Guin ise son romanı Lavinia’da, Vergilius’un 12.000 mısralık şiirinde kendisine ait bir mısralık bile sesi olmayan Lavinia’nın hikâyesini anlatır. Bu eser için yetmiş yaşından sonra Aeneid’i ilk defa başından sonuna ve Latincesinden okuduğunu ifade eden Le Guin’in romanı, kadın perspektifinden yeniden bir mit yazımı hikâyesi olmaktan ziyade, tarihe bir dipnot düşme, tarihin bir bölümünün üzerini parlatma gibi görülebilir.
Romanın başında Lavinia, yaratıcısıyla karşılaşır ve kendisinin bir kurgu karakteri olduğunu anlar. Bu durum onu çok da rahatsız etmez. Mamafih yaratıcısı Lavinia’dan ayrılırken bir başka şaire öte dünyada mihmandarlık yaptığına dair anılarından bahseder. Böylece Le Guin, sadece iktidarın kullanımı, kadın-erkek arasındaki farklar, savaşın anlamı, zulüm ve şiddet gibi meseleleri ele almakla kalmaz, hikâye yazma fikrinin giriftlikleri üzerinde de durur. Lavinia bir kadını olduğu kadar kurgunun, hayal gücünün yazmaya ve yazma sürecine etkisini de irdeleyen bir roman. / Betül Özel Çiçek

Tavsiye Et
Hece / Bir Entelektüel Tedirgin: Cemil Meriç
Aylık Edebiyat Dergisi
Yıl: 14, Sayı 157, Ocak 2010, Özel Sayı 19
 “Yalnız hilal”, “düşüncenin gökkuşağı”,“ezeli bir mağdur”, “tek başına bir okul”, “münzevi bir fikir işçisi”, “kalem şövalyesi”, “bu ülkenin Promete’si”…
Hakkındaki onca yazı-çizi, yorum, eser ve belgesel arasında zaman zaman polis operasyonu isimlerine taş çıkartacak buluştaki nitelendirmelerle etrafı fazlaca menevişlendirilen isimlerden biri de Cemil Meriç. Türk düşünce tarihinin ileri gelen diğer aydınları gibi Meriç adını da sarıp sarmalayan bu hare, bu değirmenin tuzu-biberi, dekoratifi. Bunca aura içinde, onun entelektüel, münekkid tarafını “eşeleyen”, “deşen” ve bundan en yüksek verimi devşir(t)en yazıları ayıklamak ise hiç şüphesiz erbabının işi/uğraşı, ekmeği/aşı.
Meriç’in kültür ve medeniyet, muhafazakârlık, tarih tasavvuru, Türk modernleşmesi, sağ-sol ve yerlilik vb. meselelerindeki hali-tavrı daha pek çok çalışmayı ve doğru-yanlış, düzeyli-düzeysiz pek çok tartışmayı ateşler zenginlikte. Tüm bu hengame içinde onu “postmodernizmin ilk yerli ve öncü temsilcisi”, “sonunda titreyip yuvaya dönen eski bir Batıcı, eski bir Marksist” bulanlar, “Eski ile Yeni, Sağ ile Sol arasında köprü olmaya çalışan, bu uğurda yüreği kanayan” bir aydın olarak görenler, “bir ideolog olamayacak kadar bireysel, bir teorisyen olamayacak kadar coşkulu” varsayanlar var. Kimi düşünüre göre, son yıllarında İslam’a olan bağlılığı Müslüman kültür ve geleneğine olan bir bağlılığıydı; bununla beraber Batı’yla kavgasında sığındığı bir bağdı. Kimine göre de, onda Batı-Doğu kutupları arasında temassızlık vardı. Tüm bu tartışmalar arasında, belki herkesin hemfikir olduğu nokta, Meriç’in dil işçiliği ve bu işçiliğin en seçkin örneklerini gösterdiği Batı edebiyatından yaptığı çeviriler.
Hece’nin 19. özel sayısı da “Bir Entelektüel Tedirgin: Cemil Meriç” başlığıyla yayımlandı. Cemil Meriç, Türk düşüncesinde nereye tekabül ediyor; siyasi yelpazede nerede duruyor? Dergideki birçok metin bu sorudan yola çıkıyor ve Meriç’in “araf”talığında düğümleniyor. (Bu kulvarda gündeme gelen hemen her düşünürün az çok “araf”ta durduğuna bakılırsa, “bunda da vardır bir hikmet” demek düşüyor okura.)
Elbette, 480 sayfalık bir emeği görmezden gelme kolaycılığına kaçmamakla birlikte, dost acı söyler kabilinden birkaç noktaya değinelim:
Keşke, Meriç’in yayınlanmış ve yayınlanmamış makaleleri de Bibliyografya’da yer alsaydı.
Keşke, bazı metinlerin şaşalı, “şairane” başlığına harcanan mesai içeriğine de yansısaydı.
Keşke, bu özel sayı Hece’nin diğer özel sayılarıyla aynı kıratta tutulsaydı. / Nermin Tenekeci

Tavsiye Et