Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2010) > Topluyorum > Türkiye’nin demokratikleşme sancıları
Topluyorum
Türkiye’nin demokratikleşme sancıları

 

Merhaba arkadaşlar. Yılın en kısa ayının sonunda yeniden bir aradayız. Bu ayın diğerlerine göre birkaç gün kısa olmasının etkisiyle olsa gerek, zihnimde geçtiğimiz aylarda olduğu kadar çok konu başlığı uçuşmuyor tartışmak için. Bu ay iç politikada hararetli günler yaşasak da, dış gündem daha sakin gözüküyor. Her zaman olduğu gibi sizi tartışmaya ısındırmak için bazı başlıkları hatırlatmak istiyorum. Geçtiğimiz ay ülke gündemini en fazla meşgul eden konular olarak Balyoz Planı ile ilgili tutuklamalar, Erzincan Başsavcısı’nın Ergenekon Davası kapsamında tutuklanmasının ardından soruşturmayı yürüten özel yetkili Erzurum savcılarının HSYK tarafından görevden alınması, Meclis’te yaşanan tartışma ve kavga, Tekel işçilerinin eylemleri, aşırı yağışlar nedeniyle özellikle Trakya bölgesinde yaşanan seller ön plana çıktı. Dış gündemde ise Ermenistan ile imzalanan protokollerin geleceği, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye raporu ve yansımaları, Kıbrıs’ta devam eden müzakereler ve BM Genel Sekreteri’nin Ada’ya yaptığı ziyaret, Türkiye’nin Balkanlardaki sorunların çözümünde oynadığı pozitif rol hatırımda kalan bazı başlıklardı.
Ben Meclis’te yaşanan kavga ile başlayalım diyorum. Aslında konu başörtüsü veya Tayyip Erdoğan’ın liderlik özellikleri değildi. Hatırlarsanız görüşmeler Çalışma Bakanı Ömer Dinçer hakkında verilen bir gensoruyla ilgiliydi. Ama her zaman olduğu gibi gündem dışına çıkıldı ve başka konular konuşulmaya başlandı. Tam da o görüşmelerden kısa bir süre önce, Emine Erdoğan’ın GATA’da yatmakta olan Nejat Uygur’a geçmiş olsun ziyareti yapmak istediğinde içeri alınmadığı ortaya çıkmıştı. Kamuoyunda bu konu ile ilgili tartışmalar sürüp giderken MHP’li Osman Durmuş’un sözleri üzerine Meclis karıştı ve milletvekilleri birbirine girdi.
Ben bir an Tayvan Parlamentosu yayınını seyrediyorum sandım!
O kadar da değil ama yine de hoş olmayan görüntülerdi. Bana göre olayların bu noktaya kadar büyümesinde oturumu yöneten CHP’li Meclis Başkanvekili Güldal Mumcu’nun da önemli bir etkisi oldu. Gayet taraflı bir tutum sergiledi. Milletvekillerinin gerginleşmesinde bu taraflı tutumun da etkisi olduğunu düşünüyorum. Olayları sakinleştirmek bir yana, bir anlamda kendisine verilmiş olan yetkiyi kötüye kullanarak durumun kontrolden çıkmasına katkıda bulundu. Bu tutumu Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın da tepkisine neden oldu.
Gerçi tepkisini Güldal Mumcu’nun odasına giderek gösteren Arınç daha sonra özür dileyen bir açıklama yaptı. Ama ben de Meclis’teki bu tartışmayı o dönemde gündemde olan sivil darbe, tek parti idaresi gibi iddialarla yakından ilişkili olarak görüyorum. Hatta Güldal Mumcu da, Arınç’ın odasına gelmesini bu çerçevede değerlendirmiş, Meclis idaresini denetim altına alma çabasının bir örneği olarak sunmuştu.
Ben o dönemde partilerin ve milletvekillerinin bu denli gergin olmalarının Tekel eylemleri ile de bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Hükümet bu eylemci işçiler dolayısıyla biraz rahatsız durumdaydı. Muhalefet partileri de hükümeti sıkıştırmak için bir fırsat olarak gördükleri bu eylemi desteklemek adına çeşitli faaliyetlerde bulunuyorlardı. Meclis’teki gerginlik de zaten Çalışma Bakanı Dinçer hakkında verilen gensoru görüşmeleri sırasında yaşandı. Bazı yorumcular hükümetin bu Tekel eylemini iyi yönetemediğini, bu bakımdan puan kaybettiğini açıkladılar. Bu türden yorumlar yapıldıkça hükümet kanadı daha de gerginleşirken, muhalefet de bu konuyu mümkün olduğunca bir siyaset malzemesi haline getirerek istismar etmeye çalıştı.
Bu istismar konusu gündeme geldiğinde bazı ekonomi yorumcuları, şu anda hükümeti eleştiren partilerin koalisyon ortağı olduğu dönemde yapılan özelleştirme uygulamalarını hatırlattılar. Devlet elindeki büyük işletmelerin özelleştirilmesi bugün başlamış bir uygulama değil. Ayrıca bu işçilerin durumları bugün ortaya çıkmış da değil. Yaklaşık iki yıl önce Tekel’in sigara kısmının özelleştirilmesinin ardından bu kişilerin depolarda boş bir şekilde oturup maaş aldıkları söyleniyor. Kimsenin aldığı maaşta gözümüz yok ama üniversite mezunu birçok kişinin alamadığı maaşı alıyorlardı. Şimdiki durumda ise maaşları biraz düşecek ama yine bir işleri olacak.
Geçtiğimiz ayın ilginç gelişmelerinden birisi de Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un ses kaydının internete düşmesi idi. Brüksel’de kaydedildiği açıklanan konuşmada, önceki aylarda tartıştığımız kozmik oda ile ilgili değerlendirmeler yer alıyordu. Bana ilginç gelen şey, tam da Genelkurmay Başkanı’nın bir PR çalışması olarak değerlendirilebilecek bir yaklaşımla bazı gazetecileri karargâhta kabul edip, “Bizim de bildiğimiz şeyler ve sabrımızın sınırı var, üzerimize çok gelmesinler, bildiklerimizi açıklarız” demesinin arkasından böylesi bir ses kaydının ortaya çıkmasıydı. Bir anlamda başkaları da, “Bizim de bildiklerimiz var, biz de onları açıklarız” dediler ve karşılıklı bir restleşme oldu sanki. Bu konuda ne diyorsunuz?
Bu konuşmanın kaydedilmiş ve internete düşmüş olması elbette önemli; ama bana göre daha önemli olan nokta, aynı 27 Nisan e-muhtırasında dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın “Bildiriyi bizzat ben yazdım” demesine benzer şekilde, Başbuğ’un “Başbakan Yardımcısı Arınç’ın evini gözetleyen askerleri ben gönderdim” demesi idi.
Bazıları onların aşçı askerler olduğunu ve patates almaktan geldiklerini söylüyordu.
Valla pek patates işine benzemiyor bu. Genelkurmay Başkanı’nın bu açıklamasının hem alttan gelen baskıları dindirmenin hem de bu konunun siyasiler ve hukukçular tarafından üzerine gidilmesini engellemenin bir yolu olarak görüldüğünü düşünüyorum. Bu konuşma bağlamında Genelkurmay Başkanı kendi personelini yeterince profesyonel olmamakla suçluyor, verdiği görevin gereğince yerine getirilememesinden yakınıyordu. Diğer bir ilginç ifadesi ise ordu içerisinde çürük elmaların olması, bilgi sızmasının önüne geçilememesi noktasındaydı. Tam da Genelkurmay Başkanı’nın eleştirdiği nokta, onun ses kaydı yayınlanarak bir kez daha itiraf edilmiş oluyordu.
Diğer ilginç olan nokta ise bu ses kaydının tam da MGK öncesinde ortaya çıkmasıydı. Hani Başbakan “TSK ile çok uyumlu çalışıyoruz” diyordu ya, masanın iki tarafında oturan insanlar birbirlerinin yüzüne baktıklarında ses kaydındaki bazı küfürlü ifadeler hatırlarına gelmiştir herhalde. Yine ilginç olan noktalardan biri de Genelkurmay’ın çok fazla zaman geçmeden bu ses kaydının doğruluğunu kabul etmesiydi. Daha önce de hatırlarsanız bir dergi Başbakan’ın konuşmalarının kaydını yayınlamıştı. Artık tam bir paranoya ile yaşayacağız herhalde. Kim kimi dinliyor belli değil ya da herkes herkesi dinliyor.
Bence geçtiğimiz ay yaşanan en önemli gelişme yargı alanındaki tartışmalar idi. Bunları da ele almamız lazım. Erzincan ve Erzurum’daki savcıların birbirleri ile ilgili suçlamaları en son Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’in tutuklanması ile alevlendi. Başsavcı’nın tutuklanmasını talep eden Erzurum Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Osman Şanal’ın yetkileri elinden alındı. Dosyanın niteliği ise oldukça karmaşık. Aslında geçtiğimiz aylarda da Erzincan ve Erzurum’da yürütülen soruşturma ile ilgili haberler medyaya yansıyordu; ama bu ay bir anlamda dananın kuyruğu koptu. HSYK’nın Erzurum savcılarının yetkilerini alelacele kaldırması hükümet tarafından bir yargı darbesi olarak nitelendirilirken, HSYK’yı haklı bulanlar da savcının diğer bir savcıyı tutuklatmasının hukuka aykırı olduğunu iddia ediyorlardı. Yine karşılıklı suçlamalar ve açıklamalar birbirini takip etti. Bu sorunun aşılabilmesi için tek çözüm yolunun kapsamlı bir anayasa değişikliği veya yargı reformu olduğu yönünde açıklamalar gündeme oturdu.
Âdet olduğu üzere Sabih Kanadoğlu da bu konu ile ilgili bir açıklama yaptı ve Anayasa Mahkemesi’nin bu türden bir düzenleme yapılması durumunda bunu iptal etmesi gerektiğini açıkladı.
Kanadoğlu’nu geçtiğimiz günlerde bir TV programında seyrettim, karşısında da Osman Can vardı. Ortaya çıktı ki her konuda birilerine akıl veren kişi, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılması davasının gerekçeli kararını tam okumamış. Programın başında gözlüklerinin üzerinden müstehzi bakışları bir müddet sonra ortadan kayboldu. Herhalde kendi taraftarlarının katıldığı toplantılarda sıradan konuşmalar yapmaya alışmış ve aşırı kendine güven dolayısıyla pek hazırlık yapmamış.
Bu Erzincan ve Erzurum savcıları ile ilgili tartışmanın safahatını bazı gazeteler yayınladı. En az birkaç yıl öncesine kadar giden bir süreç söz konusu. Belki hatırlarsınız geçtiğimiz aylarda bazı jandarma görevlileri ve MİT mensupları yine bu soruşturma çerçevesinde sorgulandı ve gözaltına alındı. Erzurum Savcısı’nın iddiasına göre bazı sivil ve üniformalı devlet görevlileri, o bölgedeki bazı dinî gruplara yönelik bir komplo planı içerisindeler ve deliller icat etmek yoluyla bir kaos ortamı üretmeye çalışıyorlar. Böylece o bölgede bir dinî kalkışma havası yaratılarak, silahlı eylem hazırlığı iddiasıyla bazı gruplara suçüstü yapılması planlanmış. 28 Şubat sürecinde medyaya yansıyan gündeme oldukça benzer bir akış hesaplanmış. Ama o dönemde Fadime Şahin ve Ali Kalkancı gibi örneklerin ve onlarla ilgili haberlerin gerçek yüzleri ortaya çıktıktan sonra bu planların ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum. Eğer bu türden şeyler gerçekleştirilebilseydi, ülkede dikkatleri başka bir noktaya yöneltme ve yeniden bir kaos ortamı üretme çabaları başarılı olabilirdi.
Tüm bu hesaplar çerçevesinde Erzincan Başsavcısı da, hukuki delil üreterek o bölgedeki bazı cemaatlere karşı komplo kurulması, bu şekilde ülkede kaos ortamı oluşturulmaya çalışılması iddiasıyla mahkemeye sevk edildi. Mahkeme de Savcı’nın sunduğu delillerin ciddiliğine inanmış olacak ki, Erzincan Başsavcısı’nı tutukladı. Bundan sonra gelen HSYK kararına rağmen tutuklamaya yapılan itiraza bakan mahkeme, tutukluluk kararının devamına hükmetti.
Erzincan Başsavcısı’nın suçsuz olduğunu, Erzurum Savcısı’nın yetkisini aştığını söyleyen kişiler ise Erzurum’daki savcının bazı soruşturmalar ile oradaki çeşitli cemaatlere önceden takip edildiklerini hissettirecek ve daha dikkatli davranmalarına neden olacak uygulamalar yaptığı ve böylece o gruplara destek olduğunu iddia ediyorlar.
Bütün bu hengamenin içinde unutulmaması gereken bir nokta da, Erzurum Savcısı’nın bu süreçte 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk’i iki kez ifade vermeye davet etmiş ve şimdi tartıştığımız şeylerin bunun ertesinde gerçekleşmiş olması. Başsavcı Cihaner ile beraber delil icat ederek bu sürecin içinde olmak iddiasıyla karşı karşıya olan Saldıray Berk, davet edilmesine rağmen ifade vermeye gitmedi. Bu bağlamda diğer bir dikkat çekici gelişme de Erzurum Savcısı’nın yetkilerinin alındığı tebliğ edilmeden önce dosyayı İstanbul’daki Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılara göndermesi oldu. Bu konu önümüzdeki aylarda da tartışılmaya devam edecek gibi gözüküyor bana.
Siyasetin bu ağır gündeminin yanında sıradan vatandaşın hayatını yakından ilgilendiren gelişme ise ülkenin farklı yerlerinde görülen seller oldu. Bu kış benim dikkatimi en çok Antalya ve Edirne bölgesindeki seller çekti. Son birkaç yıldır hep bu illerimizdeki yoğun yağışlar sonrasında sel haberleri ile karşılaşıyoruz. Edirne’de Bulgaristan’dan gelen nehirlerin taşması nedeniyle seller artık neredeyse her yıl olağan hale geldi. Ama bu yıl suyun yüksekliği biraz daha fazla gibiydi.
Bence bu yağışlar ve sellerin gösterdiği tek bir şey var, o da altyapı eksikliği. Belediyeler kaynaklarını verimli kullanmıyorlar, ülkemizde zaten planlamalar yapılırken uzun vadeli gelişmeler pek hesaba katılmıyor. Ayrıca Antalya örneğinde altyapı eksikliğinin yanında bir de hızlı kentleşme ve nüfus artışının etkili olduğunu düşünüyorum. Tabii tüm bunların yanında küresel ısınmanın etkisini de ihmal etmemek gerek. Hatırlarsanız bu sonbaharda İstanbul’da da çok büyük bir sel felaketi yaşanmış ve onlarca vatandaşımız hayatını kaybetmişti.
Dış politikadaki gelişmelere de az da olsa değinelim istiyorum arkadaşlar. Ermenistan ile imzalanan protokoller ile başlayalım. Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin protokollerden çıkardığı yorum Türkiye’yi rahatsız etti. Buna göre 1915 olayları tartışılmayacak ve sınır ile ilgili garantiler de pek işlevsel olmayacaktı. Türkiye bu konudaki rahatsızlığını hem Ermeni tarafına hem de protokoller imzalanırken orada bulunan ülke temsilcilerine iletti; ama bence yeterince destek bulamadı. Protokollerin özüne sadık kalınacağına dair bir açıklama istiyor. Bunların yanında ABD’de Temsilciler Meclisi’nde yeni bir soykırım tasarısı da gündeme geldi. Gerçi henüz bu tasarı komisyonlarda bekliyor; ama 24 Nisan yaklaştıkça yavaş yavaş ısıtılacaktır.
Her sene olduğu gibi bu sene de ABD Başkanı’nın açıklamasına kilitleneceğiz yani.
Biraz öyle gözüküyor. Barack Obama bireysel olarak buna inandığını seçim kampanyası sırasında söylemişti. Ama Başkan olduktan sonra geçen sene yaptığı açıklamada “büyük felaket” ifadesini kullanmıştı. Türkiye ile yakın ilişkiler, Irak ve Afganistan’daki işbirliği dolayısıyla büyük ihtimalle yine “soykırım” demeyecek; ama gerginlik sürecek 24 Nisan’a kadar. Ayrıca bu sene Yahudi lobisinin de Türkiye’ye pek yardımcı olmayacağı herkesin malumu. Türkiye, Ermenistan ile protokolleri imzalarken, Ermenistan-Azerbaycan arasındaki görüşme sürecinden umutluydu. Bu noktada sağlanabilecek bazı ilerlemelerin, inisiyatifini destekleyeceğini düşünüyordu. Ama o noktada yeterince ilerleme olmadı. Azerbaycan’ın tepkisi nedeniyle Başbakan Erdoğan’ın yaptığı açıklama ile de Türkiye kendini bir anlamda bağladı. Bu nedenle adım atmak biraz zor olacak gibi gözüküyor.
Azerbaycan’la ilişkilerimiz bu protokoller nedeniyle epey gerildi. Bu gerilimin yansımalarını enerji konularında da görmeye başladık. Azerbaycan’dan aldığımız doğalgazın fiyatı ile ilgili uzun süredir devam eden pazarlıklar pek olumlu sonuçlanmadı. Hatta Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev, “Bu şartlarda devam edemeyiz, Türkiye ciddi şekilde fiyat artırmak zorunda” şeklinde açıklamalar yaptı. Yine Aliyev, Nabucco projesi ile ilgili olarak da henüz bir netliğin olmadığını, bu projenin gerçekleşmeyebileceğini dile getirdi. Sizin anlayacağınız Azerbaycan doğalgaz kartını çekmiş durumda.
Geçtiğimiz ay Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye raporu yayınlandı. Bu raporda benim dikkatimi çeken şey, Türkiye’nin Kıbrıs’ta devam eden müzakerelere destek olmak için bir an önce Ada’dan asker çekmesini ve Maraş bölgesini Rumlara bırakmasını tavsiye eden ifadeler oldu. Bu raporun herhangi bir bağlayıcılığı yok ve Avrupa Parlamentosu içerisindeki Rum ve Yunan vekillerin talepleri sonrasında bu ifadelerin rapora girdiği de aşikâr. Ama yine de raporun, bilhassa geçtiğimiz ay BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun’un destek ifadesi olarak Ada’ya gelmesinin ümitleri artırsa da görüşmelere bir hizmet etmediği açık.
Ben zaten bu görüşmelerden çok umutlu değilim. Son dönemde başlayan görüşmeler büyük ölçüde Türkiye ve KKTC tarafının inisiyatif alması ile başladı ve yürüdü. Ama Rum tarafı bu konuda oldukça gönülsüz. Bu görüntü, Ada’daki iki taraf arasında siyasi olarak birbirine en yakın hükümetlerin olduğu bir dönemde dahi böyle. BM Genel Sekreteri’nin ziyareti sırasında bağlayıcı bir açıklama da gelmedi. Ayrıca güney kesiminde, yürütülen görüşmelerden rahatsız olan koalisyonun küçük ortağı hükümetten çekildi. Yine Kıbrıs Rum Yönetimi Meclisi, garantörlük ve garanti haklarının kabul edilmeyeceğini oybirliği ile kabul etti. Bu gelişmeler aslında taraflar arasında bazı konularda uzlaşma olsa da, esasa yönelik konularda pek bir ilerleme sağlanamadığının göstergesi. Türkiye ve KKTC tarafı süreci canlı tutmaya çalışıyor; ama karşı tarafın kaba tabirle tuzu kuru, görüşmeye ve anlaşmaya pek niyeti yok.
Arkadaşlar, son olarak ayın sonunda siyasi gündemi oldukça meşgul eden Balyoz Planı ile ilgili gelişmeleri değerlendirerek bitirelim diyorum. 50’ye yakın muvazzaf ve emekli asker gözaltına alındı. Üst düzey rütbelilerin önemli bir kısmı serbest bırakıldı; ama gözaltının ilk günlerinde Genelkurmay karargâhında bütün orgenerallerin toplanması bazıları tarafından darbe hazırlığı olarak yorumlandı.
Balyoz Planı ile ilgili delillerin gerçekliği TÜBİTAK ve Adli Tıp tarafından da doğrulanınca yargı harekete geçti. Bazıları bunu bir komplo olarak değerlendirse ve belirli bir cemaatin orduyu yıpratma çabalarının bir parçası olarak yorumlasa da bu belgelerin, yaşananlardan rahatsızlık duyan bazı askerler tarafından kendilerine iletildiği Taraf gazetesi yetkililerince açıklandı. Bazı kişiler ne yaparlarsa yapsınlar hesap vermeyeceklerini düşünüyorlar herhalde. Ama ortaya dökülen belgelerden, yaşanan ifşaatlardan sonra ordunun itibarının daha fazla zedelenmemesi için bu sorunların temizlenmesi lazım. Ülkeyi savunmak yerine, vergileri ile maaşlarını veren halkın temsilcilerine karşı harekete geçmeyi planlayabiliyor bazı kişiler ve bu konu sorgulanınca da rahatsızlık duyuyorlar.
Daha önceki aylardaki bir tartışmamızda da gündeme gelmişti hatırlarsanız, “Can çıkmayınca huy çıkmaz” veya “old habits die hard” demiştik. Gölcük’teki parola-işaret skandalı ortaya çıkınca bunu hatırladım ister istemez. Bunca yaşanan şeyden sonra ve gerçeğin kötü huyunun er geç ortaya çıkacağı anlaşıldıktan sonra bile, hâlâ bazıları kendilerine hâkim olamıyor. O olayla ilgili olarak da bir astsubay tutuklandı.
Bu ay gerek HSYK’nın Erzurum kararı gerekse Balyoz Planı ile ilgili olarak yaşananlar gösterdi ki, Türkiye’de ciddi bir hukuk reformu gerekiyor. Zaten bu ay içerisinde basında ve kamuoyunda bu konu pek çok kişi tarafından dile getirildi. Cumhurbaşkanı da yargı mensupları ile yaptığı çeşitli görüşmelerde bu konuyu gündeme getirdi. Gerçi bunun gerçekleşmesi kısa zamanda pek mümkün görünmüyor. Siyaset ve yargı alanında gerginliğin yüksek olduğu bu dönemde muhalefet partileri erken seçim taleplerini gündeme getirdiler. İktidarın oy oranında düşme olduğunu düşündükleri için ülkede bir gerginlik ortamının hâkim olduğu iddiası ile seçim talebinde bulunuyorlar. Ama benim tahminim hükümet, açılım konusunda somut adımlar atıp sonuçlarını görmeye başlamadan ve ekonomik krizin etkileri ortadan kalkmadan seçime gitmek istemeyecektir. Ayrıca bu ay yaşadığımız gelişmeler göstermiştir ki Türkiye demokratikleştikçe ve sivilleştikçe, durumdan rahatsız olan bazı çevreler bir gerginlik oluşturmaya çalışıyorlar. Bunları değişimin sancıları olarak görmek gerekiyor. Türkiye’de ciddi bir ekonomik, siyasi ve toplumsal değişim yaşıyoruz son birkaç yıldır. Statükonun devamından menfaati olanların, rahatsız oldukları bu gelişmeleri engellemek için çaba harcamaları sonucunda bu ay yaşadığımız türden gerginlikler ortaya çıkabiliyor. Bunları da demokratikleşme sürecinin bir parçası olarak değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum.
Evet arkadaşlar, yılın en kısa ayının gündemi epey yoğundu. Her konuyu, yeterince ele alamadık; ama ne yapalım ki burası Türkiye ve gündem inanılmaz yoğun. İnşallah önümüzdeki ay iç siyasette bu kadar gergin gelişmeleri yorumlamak zorunda kalmayız.

Paylaş Tavsiye Et