TÜRKİYE AB ile üyelik müzakerelerine başlarken, sürecin ne kadar devam edeceği ve nasıl neticeleneceği henüz belli değil. Bununla birlikte toplumsal düzeyde milliyetçi hissiyatla beslenmiş bir karşı muhalefet dalgasının da giderek büyüdüğünü görebiliyoruz. Yükselen hararetin oluşturacağı toplumsal kamplaşma ve çatışma zemini her türlü provokasyona ve manipülasyona açık olacağı için siyaset yapıcıların ve karar vericilerin son derece dikkatli ve planlı davranması gerekiyor.
Milliyetçi tepkinin yükselişi iç ve dış kaynaklı pek çok gelişmenin eşzamanlı varlığına bağlanabilir. Irak’ta gün geçtikçe içinden çıkılmaz bir hâl alan kaotik durum, Kuzey Irak’ta, tüm bölge ülkelerinin ve halklarının menfaatleri hilafına dış destekli bir suni yapının adım adım hayata geçirilmesini mümkün kılmakta. 15 Ekim’de referanduma sunulması için Şii ve Kürt üyelerin desteğiyle kabul edilen anayasa taslağında Irak için öngörülen siyasî sistemin federal cumhuriyet olması, ülkenin parçalanmasından kaygı duyan çevreleri haklı olarak endişeye sevk ediyor. Türkiye içerisinde ise, 1998’de terör eylemlerine son veren PKK bir süre önce yeniden harekete geçti. Türkiye’nin AB ile müzakerelere başlamak üzere olduğu bir dönemde, PKK’nın bu süreci zora sokacak tarzda bir hareketlilik içine girmesini anlamak zor. Zira Türkiye’nin muhtemel AB üyeliği ve hatta buna yönelik müzakere süreci, hak ve özgürlük alanlarının genişlemesi açısından belki de en fazla, Kürtlerin de içinde bulunduğu, kendilerini sistemden dışlanmış hisseden kesimlere yarayacak. Öyle ya da böyle PKK yeniden can almaya başladı ve dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Tüm uyarılara rağmen, Kuzey Irak’ta bulunan PKK varlığına karşı ABD’nin hiçbir somut adım atmaması, toplum nezdinde, dış politikada Türkiye’nin yalnız olduğu hissini pekiştiriyor. Dahası, Başbakan’ın son ‘Diyarbakır çıkarması’ ile yeniden alevlenen ‘Kürt kimliği’ ve ‘Kürt muhalefeti’ tartışmaları gerginliğin dozunu yükseltiyor.
Bir de Avrupa cephesi var milliyetçi tepkiyi besleyen. Türkiye’nin neredeyse yarım asırlık AB serüveni zaten bir yılan hikâyesine dönmüş durumda. Ama son günlerde ilişkilerin merkezine oturan Kıbrıs meselesi Türk tarafı için epeyce sinir bozucu bir hâl aldı. Tekrar hatırlamak gerekirse, 24 Nisan’da yapılan referandumda Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin hazırlanan Annan Planı’nı reddeden taraf Rum kesimi olmuştu. Türkiye’nin yayınladığı Kıbrıs deklarasyonuna karşı hazırlanan AB deklarasyonunda, referandumdaki tavrından dolayı Avrupa tarafından da kınanmış olan Rum kesiminin, adeta ödüllendirilircesine, isteklerine yer verilmesi AB’nin ciddiyetini ve Türkiye’ye karşı samimiyetini tartışmaya açtı. Avrupalı ülkelerin Türkiye’nin güneydoğu vilayetlerine ve Kürt halkına olan asimetrik ilgisi, 19. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupalı başkentlerin gündeminde önemli yer tutan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını/parçalanmasını ifade eden Şark Sorunu’nun Avrupalıların hafızasında hâlâ canlılığını koruduğu hissini uyandırır oldu. Fransa’nın son zamanlarda takındığı tavır ve Almanya seçimlerinde, az bir farkla da olsa, en yüksek oyu alan Hıristiyan Demokratların Türkiye’ye karşı ötekileştirici söylemleri, Türklüğe dayalı kimlik bilincinin öne çıkmasına katkıda bulunan etkenlerden.
Son yıllarda hızla artan misyonerlik faaliyetlerini, Papa’nın muhtemel ziyareti ile yeniden gündeme gelen Fener Rum Patrikhanesi’nin ekümeniklik arayışını ve ‘Ermeni meselesi’ni de zikretmek gerek milliyetçi söylemin yükselişinin sebeplerini sayarken. Dinî bir görüntü arz eden bu tür gelişmelerin önemini yadsımak büyük hata olur. Zira İslam, her ne kadar ‘kamusal’ hayatta belirleyici değilse de, bir iç muharrik güç (inner go) olarak Türk kimliğinin en önemli bileşeni olmayı sürdürüyor. Türkiye’de nüfusun önemli bir kesiminin gündelik hayatında İslamî emir ve yasakları tatbik etmiyor olması bizi aldatmamalı. Nitekim, çeşitli vesilelerle tekrar tekrar ispatlandığı üzere, Türkiye’de namaz kılmayan, oruç tutmayan, hatta içki içip kumar oynayan insanlar, mesele kimlik ve aidiyet olduğu zaman İslam’dan taviz vermemekteler. İşte bu nedenle misyonerlik faaliyetlerinin ve buna koşut gelişmelerin (Mesela Papa’nın Ayasofya’da iki saniye diz çökmek istemesinin) milliyetçi bilincin tepkisel yükselişindeki rolü zannedildiğinden daha fazladır.
İşin bir de ekonomik yönü var. Son birkaç yıldır yürürlükte olan İMF kaynaklı ve AB destekli ekonomi politikaları Türkiye’deki gelir dağılımını geleneksel yörüngesinden uzaklaştırıyor. Tarım ürünlerinin fiyatlarının düşük olmasına mukabil, gün geçtikçe artan girdi maliyetleri nedeniyle çiftçi ve dolayısıyla da küçük esnaf kan ağlıyor. Uygulanan politikalar uzun vadede üreticileri daha etkin, büyük ölçekli ve rekabetçi yöntemler bulmaya itecektir belki. Zaten amaçlanan da bu olsa gerek. Ancak kısa vadede eğitim, tecrübe ve sermaye birikimi açısından son derece zayıf olan çiftçi ve küçük esnafın, uygulanan bu politikalara arzulanan tepkileri vermesi imkânsız görünüyor. Ekonomik bir darboğaz içine sürüklenen bu kesimlerin memnuniyetsizliklerini büyük ölçüde yükselen milliyetçi dalgaya kapılarak ifade edeceklerini tahmin etmek zor değil. Özellikle yabancı sermayenin belirleyici olduğu özelleştirmeleri de bu süreci pekiştirici bir unsur olarak görmek gerek.
Sözün özü, iç ve dış bazı gelişmelerin çakışması neticesinde Türkiye’de milliyetçi hissiyatın yükselişine şahit oluyoruz. Önümüzdeki dönemde bu hissiyatın daha da pekişeceğini tahmin edebiliriz. Hatta bir dahaki parlamento seçimlerinin bu minvalde geçeceğini dahi öngörebiliriz. Peki bu ne anlama geliyor? Böyle bir hissiyatın varlığı özü itibari ile sorun değil elbette. Ancak bu hissiyatın oluşturduğu toplumsal zemin, suni kamplaşma ve çatışmalar vasıtasıyla amaçlarına ulaşmak isteyen menfaat gruplarının manipülasyonlarını ve provokasyonlarını mümkün kılacaktır. Başka bir deyişle, Türkiye’nin geleceğine ilişkin tartışmaların ve sorunların çözümü sokağa havale edilebilir. Zira ekonomik ve sosyal memnuniyetsizlikle beslenmiş milliyetçi duyguların rasyonaliteden bağımsız güdülerin belirleyici olduğu kolektif eylemlere dönüşmesi an meselesi. Bu boş bir endişe olarak görülmemeli. Çünkü sorunları aklıselim ile ciddi akademik çalışmalar üzerinden tartışmak yerine, sokağa taşımak ve sokak üzerinden çözüme gitmek Türkiye’de hiç de az rastlanan bir durum değil. İşte 31 Mart Vakası, 6-7 Eylül olayları, 1951’de Ticanîlerin eylemleri, 12 Eylül 1980 öncesi sağ-sol çatışmaları, 28 Şubat 1997 öncesi Aczmendîlerin ve benzerî marjinal grupların eylemleri… Bu olaylara iştirak edenlerden hiç kimse neye ve kimin çıkarına hizmet ettiğinin farkında değildi herhalde. Belki de hepsi samimi duygularla hareket ediyorlardı. Ama, tekrar edelim, sadece duygularla hareket ediyorlardı. Samimi duygularla hareket eden ‘masum’ halk sokaklarda bağırıp çağırırken, birbirlerini boğazlarken, hiçbir duygu kırıntısına sahip olmayan birileri de masa başında tamamen rasyonel hesapların peşindeydi.
AB’ye Üyelikte Üç Tarz-ı Siyaset
Türkiye’nin AB üyeliği konusunda kim ne düşünüyor? Bilmiyoruz. Çünkü hiçbir kesim ne düşündüğünü, niçin öyle düşündüğünü açıkça deklare etmiyor, edemiyor. Bir nevi takiyye yapıyor. Eğer AB üyeliği Türkiye için önemli ise bunu oturup tartışmak, artısını eksisini masaya yatırmak gerek. Konuyu sokaklara havale etmek, emin olun ki, çözümü sadece içinden çıkılmaz bir hale dönüştürecektir.
Kabaca tasnif etmek gerekirse, Türkiye’de AB’ye üyelik konusunda üç farklı bakış açısı mevcut. Bunlardan ilki için AB üyeliği bir medeniyet projesidir. Başka bir ifadeyle, AB’ye üye olmak suretiyle Avrupa medeniyetinin bir parçası haline gelmek, neredeyse bir buçuk asırlık ‘modernleşme’ sürecinin son aşamasını oluşturur. “Newtoncu mekanistik kozmoloji, rasyonel ahlak, insan-merkezli bilgi ve doğrusal ilerlemeci tarih algılaması” üzerine inşa edilmiş bir kurguya dayanan bu bakış açısı, aslında modern Türkiye’nin kuruluş ideolojisi ile aynı felsefî zemini paylaşır. Dolayısıyla, mantık gereği Türkiye’deki merkezî seçkinlerin bu bakış açısına sahip olmaları gerektiği düşünülebilir. Ancak hakikat bunun tam tersi. Cumhuriyet’in kuruluş ideolojisini benimseyen, bundan taviz vermeyen merkezî seçkinler, Türkiye’nin AB üyeliğine karşılar. İçine düştükleri tutarsızlığın farkında olacaklar ki, bunu açıkça zikretmiyorlar. Hatta söylem düzeyinde bu süreci desteklediklerini ifade etmekten geri durmuyorlar. Bununla birlikte ima yoluyla ya da eylemleriyle Türkiye’nin AB’ye üye olmasını istemediklerini açıkça hissettirmekteler.
Türkiye’nin AB üyeliğine dair diğer iki bakış açısını, iç içe geçtikleri için, birlikte değerlendirmek gerekir. Her şeyden önce, bu yaklaşımları benimseyenler için Avrupa Birliği özel bir dünya görüşüne dayanmıyor. Bu anlamıyla daha pragmatist ve konjonktürel düşünüyorlar. Zira onlar için Avrupa Birliği sadece ekmek kapısı ve insan hak ve özgürlüklerinin garantisi. Ve bunlar da Türkiye’nin AB’ye girişini savunmak için yeterli. AB ekmek kapısı olarak görülüyor; çünkü üye olduğu takdirde Türkiye’de, siyasî istikrarın getireceği belli bir ekonomik büyümenin, sermaye birikiminin, üretim düzeyinin ve istihdam artışının yakalanacağına inanılıyor. AB insan hak ve özgürlüklerin garantisi olarak telakki ediliyor; çünkü üye olduğu takdirde Türkiye’de bir daha askerî müdahalelerin olmayacağı, ideolojik gerekçelerle hukukun çiğnenmeyeceği ve devletin halkına yönelik çifte standardının ortadan kalkacağı umuluyor.
Prensipte ve pratikte, acaba bu beklentilerin AB dışında gerçekleşmesi mümkün değil mi? Ya da AB içerisinde bu hedeflere ulaşılacağının garantisi nedir? AB’nin geleceğini görebiliyor muyuz? Peki ya AB Türkiye’ye doğrudan ya da dolambaçlı yollardan ‘hayır’ derse ne olacak? Bu soruların cevaplarını aramaktansa, “Ermeni konferansı yapılsın mı, yapılmasın mı?” kısır çekişmesiyle vakit kaybediyoruz.
Paylaş
Tavsiye Et