BİZE kötü bir şaka gibi gelse de dünyanın gelişmiş ekonomilerinden yükselen feryat bu. Dünya ekonomisinin, önlenemeyen fiyat düşüşlerinin yol açtığı ekonomik durgunluk sarmalına girmesinden korkuluyor. Durgunluk denince herkesin aklına ilk gelen 1929’daki Büyük Buhran oluyor. Uluslararası siyaseti de derinden etkileyen Büyük Buhran’ı izleyen iki yılda dünya ekonomisi beşte bir gerilemiş krizin en derin noktasına geldiği 1933 yılında, kriz öncesine göre ekonomiler üretimlerinin üçte birini kaybetmişti.
Fiyatların hep yukarı doğru hareket etmesi sadece enflasyonu neredeyse bir hayat tarzı haline getirmiş biz Türkler için değil dünyanın diğer ülkeleri için de bir alışkanlık. Son 40 yılda, Türkiye’de 531.500 kat artan fiyatlarla karşılaştırıldığında çok önemli görünmese de ABD’de de fiyatlar 6 katına çıktı. Halbuki 80 yıl öncesinde fiyatların artması ile düşmesinin ihtimali aynıydı ve fiyat seviyesi genellikle aynı kalırdı. 1520-1640 arasında yüz yılı aşkın sürede mamul mal fiyatlarının sadece dört katına çıkması (ortalama yıllık %1,4’ün altında bir artış) bile tarihe fiyat devrimi olarak geçmeye yetti. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde İngiltere’de fiyatlar, 1666 yılında yaşanan Büyük Londra Yangını dönemindeki ile neredeyse aynı seviyedeydi.
Deflasyon nedir?
Son beş yılda dünya, ikinci kez “deflasyon” alarmıyla teyakkuzda. 1997’de Asya krizi, 1998’de Rusya-Brezilya krizleri gelişmişiyle, yükseleniyle bütün ekonomileri benzer bir tehlikenin eşiğine getirmişti. Peki nedir bu deflasyon? Deflasyon fiyatlar genel seviyesinde kayda değer gerilemeler olmasıdır. Tüketici fiyat endeksi veya milli gelir deflatörü gibi fiyat göstergelerinde yaşanan her gerileme teknik olarak deflasyon kabul edilse de sadece bir veya iki dönem etkili olan hafif fiyat düşüşleri çok büyük bir risk teşkil etmiyor. Ama bu durumun süreğen hal alması durumunda ekonomide belirsizlik artıyor, ‘nisbî fiyatlar’da, yani üretim faktörlerinin, malların ve hizmetlerin birbirine göre değerlerinde çarpıtma etkisi adı verilen sorun baş gösteriyor. Ekonomik birimler tüketim, tasarruf ve yatırım kararlarını sağlıklı veremez hale geliyor. Talep gerilediği ve üretim fazlası oluştuğu için fiyatlar üzerindeki aşağı yönlü baskı artıyor ve bu da deflasyonu, adeta bir geri besleme mekanizmasıyla daha da derinleştiriyor.
Deflasyon her zaman yıkıcı olmayabilir. 1990’lı yıllarda ABD’de bilişim teknolojilerinin ekonomide kullanımının yaygınlaşmasıyla başlayan ve KOBİ’lerin şahlanmasıyla gelişen verimlilik artışı da bir üretim sıçramasına, dolayısıyla fiyatların gerilemesine yol açmıştı. Aynı dönemde kişi başına milli gelirin 23.000 dolar seviyesinden 36.000 dolar seviyesine yükseldiğini de not edelim. Bilişim sektöründe, gelişen teknolojiye paralel olarak fiyatlar sürekli geriliyor ve bunun ciddi bir zararı yok. Benzer şekilde 19’uncu yüzyılın son çeyreğinde ABD’de demiryollarının gelişimine ve üretim teknolojilerindeki ilerlemeye bağlı olarak tüketici fiyatları %50 oranında, İngiltere’de de %30 oranında gerilemiş, kimse bundan tedirgin olmamıştı. İşin sırrı ekonomik büyümedeydi. 1990’lı yıllarda %3’ün, 1870-1900 döneminde de %4’ün üzerinde ortalama yıllık reel büyüme yaşanan ABD’de fiyat düşüşleri sağlıklılık göstergesi oldu. Ekonomileri kısıtlayan kuralların deregülasyon ile gevşetilmesi, petrol fiyatlarının makul seviyelerde gerilemesi gibi faktörlerden kaynaklanan deflasyonda korkulacak bir şey yok. Ama talep yetersizliğine bağlı kapasite fazlasına, sıkı para politikasına veya emtea üreticisi ülkelerde satın alma gücünü ciddi biçimde gerileterek dünya ölçeğinde dış ticaret daralmasına yol açacak ölçüde hammadde fiyat düşüşlerine bağlı deflasyon 1929 kabusunun geri dönmesine yol açabilir.
Fiyat endeksleri, ‘habis (kötü huylu) deflasyon’u selim (iyi huylu) olanından ayırabilmek için yeterli değil. Zira her ikisinde de fiyatlar gerilemekte. Bu bakımdan milli gelir açığı/fazlası veya varlık fiyatları gibi başka kriterler kullanılıyor. Milli gelirin uzun dönem ortalamalarına göre hesaplanan normal trendi ile gerçekleşen değer arasındaki fark eksi olursa ekonominin tam kapasite ile işleyemediği anlamı çıkıyor. Aradaki farkın milli gelire oranına kapasite fazlası veya ‘milli gelir açığı’ adı veriliyor. Bu değer artı olduğunda ise elimizde ‘milli gelir fazlası’ oluyor. Yüksek enflasyonla birlikte olmadığı müddetçe milli gelir fazlası ülkenin refahının arttığının göstergesi kabul ediliyor. Gayrimenkul gibi sabit varlıkların veya hisse senedi ve tahvil gibi finansal varlıkların fiyatlarından da deflasyonun iyisini kötüsünden ayırmak için yararlanmak mümkün. Zira, arzın kısa vadede değişmesinin mümkün olmadığı gayrimenkullerin fiyat hareketleri ve derinliğin fazla olduğu organize piyasalarda işlem gören finansal varlıkların getirileri ile beklenen enflasyon arasında büyük ölçüde bağımlılık vardır.
Geçmişte Deflasyonlar
19’uncu yüzyıldaki deflasyonların tümü iyi huylu değildi. Paraların altın standardına bağlı olduğu dönemlerde tedavüldeki para miktarının üretim kadar hızlı artmamasından kaynaklanan fiyat düşüşlerinin toplumsal ve siyasal rahatsızlıklara yol açtığı biliniyor. Çiftçiler başta olmak üzere üreticilerin, malların ucuzlaması sebebiyle borçlarını ödemede sıkıntıya düşmeleri, üretimde büyük dalgalanmaların yaşanması ve finansal krizlerin olumsuz etkilerinin bir sorumlusu da deflasyondu.
20’nci yüzyılın başındaki deflasyon, hem nitel hem nicel olarak farklıydı. 1929 Ağustosu ile 1933 Martı arasındaki 43 aylık dönemde ABD’de milli gelirde üçte birlik gerileme kaydedilirken fiyatlar %24 oranında geriledi. Benzer deflasyonist gelişmeler Fransa’da %28, Almanya’da %32, Japonya’da %25, İngiltere ve İtalya’da ise %15 seviyesinde ekonomik daralma ile birlikte yaşandı. Krizin derinleşmesinin ve uzayıp gitmesinin en önemli nedeni, politika yapıcıların yanlış karar vermeleriydi. Buhran ABD’de doğdu ve oradan bütün dünyaya yayıldı. Altın standardı ve buna bağlı sıkı para politikası ile korumacı dış ticaret rejimleri krizin bulaşmasında etkili oldu. Kriz için tetikleyici işlevi gören gelişmenin ne olduğu konusunda fikir birliği sağlanmamış olmakla birlikte deflasyonist eğilimin büyük etkisi olduğu genel kabul gören bir yaklaşım. 1925-28 arası dönem bütün dünyada tarım hasılatının çok iyi olduğu yıllardı. Hele 1928, buğday rekoltesi bakımından bir rekor teşkil ediyordu. Para arzı üretim kadar artmayınca fiyatlar hızla düşmeye, çiftçiler bankalara borçlarını ödeyememeye başladı. Oluşan panik havası, bir yandan finansal sektörde büyük sarsıntıya, öte yandan tüketim talebinin bıçakla kesilmiş gibi durmasına yol açtı. Büyük Buhran yıllarında deflasyonun yol açtığı en acı manzara; bir tarafta işsizlik sebebiyle geçinme zorluğuna düşen, hatta açlık çeken insanların sefalet tablosu sergilenirken, diğer tarafta inanılmaz biçimde düşen fiyatlar dolayısıyla toprak sahiplerinin hasat etmeye değer bulmayarak tarlalarda çürümeye terk ettikleri mahsulün yarattığı çelişkiydi. Deflasyon, Amerikan halkına Kral Midas efsanesini, çağdaş bir trajedi olarak yaşattı.
Günümüzde Durum Ne?
Japonya 1990’ların ilk yarısından beri deflasyonla boğuşuyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalizmin kalelerini fetheden Japon mucizesi, düşen fiyatların girdabında boğulmamak için çırpınıyor. 1993-2002 arası sekiz yıllık dönemde büyüme hızı ortalaması 0, fiyatlar ise her yıl ortalama %1 gerilemiş. ABD’de de durum farklı değil. Haziran ayı itibarıyla son bir yıllık tüketici fiyat artışı, mevsimsellikten etkilenen tarım ve enerji sektörünü dışarıda bırakıp çekirdek enflasyona bakıldığında sadece %1,5. Aynı değer geçen yıl %2,3 idi. Bu arada ABD’de bu yılın ilk çeyreği itibarıyla büyüme hızı sadece %1,4. Haziran ayı verilerine göre işsizlik ise %6,4. AB için de alarm zilleri çalınsa yeridir. Euroya geçişle birlikte yürürlüğe giren Kalkınma ve İstikrar Paktı kuralları ve Maastricht kriterlerine uygun biçimde düşen enflasyon, 1999 ve 2000 yıllarında %1,1 ve 2,1’lik değerlerinin ardından %2 olarak gerçekleşti. Çekirdek enflasyona ilişkin yıl sonu tahminleri ise %0,2. Ayrıca euro bölgesinin dışında kalan İngiltere’de son beş yıldır enflasyon hep %1,5’in altında seyrediyor. Geçen yıl %1 olan AB-15 ülkeleri büyüme hızının bu yıl en iyi şartlarla bu değerin ancak %0,1 üzerine çıkacağı tahmin ediliyor. AB’nin itici gücü olan ülkelere bakıldığında 2000 yılından beri, Fransa ve İtalya %2’lik büyümeyi yakalayamamış durumdayken, Almanya yıllık %1’in altında büyüme hızı ile durgunluğu daha derin yaşıyor.
Durumun vahametini artıran bir diğer nokta, özellikle ABD ve Japonya’da özel sektörün büyük bir borç yükü altında olması. Deflasyonla birlikte fiyat gerilemesinden etkilenen sadece üretim faktörleri, mallar ve hizmetler değil. Enflasyon, sabit faizli araçların getirisini aşındırdığı için ödenecek reel faiz yükünü de hafifletmiş oluyor. Deflasyonda ise durum tam tersine. Daha iyi anlayabilmek için Türkiye’de enflasyon düştüğü oranda reel faizlerin nasıl yükseldiğini hatırlayabiliriz. Bir başka deyişle ABD, AB ve Japonya’da işletmeler de finansal sistemden borçlanmış hane halkları da giderek ağırlaşan bir reel faiz yükünün altındalar. Üstelik faktör fiyatlarındaki düşüş hanehalklarının, mal ve hizmet fiyatlarındaki düşüş de firmaların gelirlerini eritiyor.
Deflasyon beklentisi tahvil fiyatları üzerinde yukarı yönlü bir baskı oluşturarak faizlerin düşmesine yol açıyor. Söz gelişi 1990’ların ortasından beri deflasyonist bir ortamın yaşandığı Japonya’da, 30 yıl vadeli devlet tahvillerinin faizi sadece %1. ABD’nin durumu da farklı değil. 10 yıllık Amerikan Hazinesi tahvillerinin getirisi %3,6’yı bile bulmuyor. Bu durumda fonların, getirisi daha yüksek olan yatırım araçlarına yönelmesiyle risk primleri de düşüyor. Örneğin; kredi derecesi BBB ve daha üstü olan özel sektör tahvilleri ile Amerikan devlet tahvilleri arasındaki faiz farkı (veya teknik tabiriyle spread) geçtiğimiz yılın Ekim ayında 280 baz puan (%2,80) iken bu yılın Nisan verilerine göre 135 baz puana gerilemiş durumda. Gelişmekte olan ülke hazineleri tarafından ihraç edilen eurobondların risk primleri bile 500-750 baz puan değerlerine düştü. Yüksek risk taşıyan bu yatırım araçlarının faiz farkları 1.100 puan seviyesindeydi.
Daha önce de değinildiği üzere, tarihsel veriler milli gelir açığı (eksi fark) veya fazlası (artı fark) ile enflasyonun yönü arasında yakın bir ilişki var. Açık olması enflasyonun düşeceği anlamına geliyor. Gelişmekte olan ülkelerde 2000 sonrası dönem verileri milli gelir açığına işaret ediyor. Bir başka deyişle enflasyonun yönü aşağıya doğru.
Çözüm yok mu?
Merkez bankalarının 1980’li yıllardan beri temel politika gündemi enflasyonla mücadele oldu. Enflasyonun Kore Savaşı sonrası dönemin rekoru olan %13,5’e yükseldiği 1980’de ABD Merkez Bankası FED’in Başkanı Paul Volcker’ın öncülüğünde bütün gelişmiş ülkelerde “enflasyonla mücadele seferberliği” ilan edildi. İki yıl sonra bir Tennessee gazetesinin baş sayfasında, Volcker ve diğer altı guvernörün resmi “taammüden ve soğukkanlılıkla milyonlarca küçük ve orta boy işletmeyi katletmek suçundan: Aranıyor!” diye afişe edilse de 1983 yılında enflasyon %3,2’ye düşmüştü. 1973 Petrol krizi ve Bretton-Woods sisteminin çöküşünün ardından yaşanan sarsıntının yol açtığı yüksek enflasyon ortamının ardından, benzer başarı öyküleri birçok gelişmiş ülkede yaşandı. Merkez bankaları, para politikası araçlarıyla donanmış, bağımsızlık zırhına bürünmüş, enflasyon canavarının iflahını kesmişti. Faiz hedeflemesi, parasal büyüklük hedeflemesi ve sonunda enflasyon hedeflemesi politikaları merkez bankası guvernörlerini dünyanın pek çok ülkesinde kahraman yapmaya yetti.
Ama ya fiyatlar aşağı doğru gitmeye başlarsa? Merkez bankalarının ekonomik durgunluk sorunu karşısında başvurabilecekleri iki silah var: Faizleri düşürmek ve para arzını gevşetmek. Halbuki Japonya gibi kısa vadeli faizlerin pratikte 0 olduğu ortamlarda yapacak hiçbir şey kalmıyor. 25 Haziran’daki toplantısında ABD Merkez Bankası FED, 2001 yılı Ocak ayından beri 13’üncü kez faiz indirimine gitti. Gösterge niteliğindeki reeskont faizini enflasyonun fazla düşebileceği korkusunu neden göstererek -yatırımcıların çoğunun beklediği gibi yarım puan değil çeyrek puan azaltarak da olsa- %1’e indirdi. İngiltere Merkez Bankası, euro sisteminin dışında kalmanın avantajını kullanarak 10Temmuz’da kısa vadeli faiz oranlarını çeyrek puan indirdi ve son 48 yılın en düşük düzeyi olan %3,5’e çekti. AB ise Kalkınma ve İstikrar Paktı’nın katı kurallarıyla sıkışıp kalmış durumda. 5 Haziran’da son değişikliği yaparak, faizleri yarım puan düşüren Avrupa Merkez Bankası faiz oranlarını %2,5’de bırakmak zorunda kaldı. AMB Başkanı Wim Duisenberg, AMB’nin üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirdiğini belirtse de Almanya ve Fransa, gerekli adımları zamanında atma cesaretini göstermeyen Japonya ile aynı kaderi paylaşmaktan korkuyor.
Japonya’nın durumu, Keynes’in 1936’da yayımladığı devrimci eseri “Genel Teori”de tanımladığı ‘likidite tuzağı(liquidity trap)’na tipik bir örnek teşkil ediyor. Faiz oranlarının düşme ihtimali kalmamışsa para arzı artsa da tüketimi canlandıramıyorsunuz. Son iki yılda Japonya’da parasal taban yıllık ortalama %25 gibi büyük bir artış kaydettiyse de tahrip olmuş olan parasal aktarım mekanizmaları, bu artışın ekonomiye yansımasına izin vermedi. Bunda batık krediler sebebiyle adeta bir kara deliğe dönmüş olan bankacılık sisteminin de rolü var şüphesiz. Vergi indirimleri de bu durumda işe yaramıyor. Zira ekonomik birimler, artan borçlar nedeniyle ileride sırtlarına yüklenecek yükten korunmak için tasarruflarını aynı miktarda artırarak politikayı boşa çıkarıyor. Ayrıca Japonya’nın borçlanmada gidecek yeri de kalmamış durumda. Önerilen bir diğer yöntem merkez bankasının kamu borç enstrümanlarını satın alarak gelecekteki borç servisinde net artışa yol açmadan parasal genişlemeye izin vermesi. Ama bu yöntem de 10 yıllık kamu borçlanma faizlerinin %0,6 olduğu Japonya’da işe yaramadı. Dikkat edilmesi gereken bir nokta da deflasyonu yenmek için devalüasyon silahına başvurulması. Sadece bir tek ülkede uygulandığında çözüm getirse de dünya geneline yayılmış bir sorun söz konusu olduğunda yerli paranın değerini düşürmek, hiçbir işe yaramayacaktır. Üstelik bir ülke bu düğmeye bastığı anda diğerlerinin de aynı yola girmekten başka çaresi kalmayacağından birbirini izleyen bir devalüasyonlar sarmalının sorunu iyice içinden çıkılmaz hale getirmesi tehlikesi de var.
Sorun enflasyon kavramının şekillendirdiği merkez bankacılığı zihniyetinin gerekli adımları zamanında ve cesaretle atma basireti gösterememiş olmasında. Deflasyonda kritik eşik aşıldıktan sonra çare bulmak çok zor. Merkez bankacılarının ekonomide ve toplumsal hayatta enflasyondan daha önemli konular olduğunu artık anlamalarının zamanı geldi. Dünyada bunun başarılı örnekleri mevcut. Darısı Türkiye’nin başına.
Paylaş
Tavsiye Et