SON haftalarda Türkiye kamuoyu yaz ortasında yapılan kritik genel seçimlerin hararetli gündemine kilitlenmişken, dünya ekonomisi de kritik gelişmelere sahne olmaktaydı. Bizler Türkiye’de son dönemde yaşanan siyasi çalkantı ve gerilimlerin içeride ve dışarıda yansımalarının neler olacağını, özellikle de son dört yılda ekonomik büyümeyi ateşleyen yabancı sermaye akımlarının nasıl etkileneceğini tartışaduralım; ABD’de borsa rekor üzerine rekor kırdı, dolar küresel piyasalarda tepetaklak inişini sürdürdü ve en önemlisi Çin’de beklenenin çok üzerindeki büyüme rakamları açıklandı. Artık iç siyasetin son yıllarda en fazla gerildiği ve bir nevi rejimin demokratikliği etrafında referanduma dönüşen genel seçimler geride kalıp bir dönem daha AK Parti yönetimindeki tek parti iktidarının ezici bir çoğunlukla hüküm süreceği anlaşıldığına göre gözlerimizi daha bir rahatlıkla küresel ufuklara çevirebiliriz. Türk ekonomisinde makroekonomik istikrarın tesis edildiği, ihracat ve doğrudan dış yatırım miktarlarında önemli artışların sağlandığı geçtiğimiz dönemde atılan temeller üzerinde kriz dönemi önceliklerini aşan yeni bir ekonomik model inşasının gerektiği sıkça ifade ediliyor. Ekonominin ihracat için dışa bağımlılığının görece azaltıldığı, AR-GE alanında ciddi atılımların yapıldığı, istihdam ve üretkenlik artışlarının süreklilik kazandığı ve bunları destekleyici mikroekonomik politikaların öne çıktığı bir dönem olması bekleniyor önümüzdeki dönemin. İşte tam bu noktada küresel piyasalarda yaşanan gelişmelerin ve ana eğilimlerin Türkiye’nin geleceği için arz ettiği devasa önem belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor. Bilindiği gibi, istikrarlı büyüme dönemini destekleyen en önemli etkenlerden birisi küresel piyasalardaki likidite bolluğunun da etkisiyle gerek portföy gerekse direkt dış yatırım anlamında yatırımcıların Türkiye’ye gösterdiği teveccühtür.
Gelinen noktada, gerek ABD’den gerekse küresel ekonominin diğer merkezlerinden belki henüz bir kriz değilse bile olumlu havanın yavaş yavaş dağılmaya yüz tuttuğunu gösteren erken sinyaller alınıyor. Bunun son örneği, Temmuz ayı ortasında Çin’de açıklanan büyüme rakamları ve kontrolden çıkma eğilimi gösteren enflasyon. Birkaç yıldır %10 civarında bulunan büyüme rakamı, bu yıl gerek Çin hükümetinin gerekse ekonomik analistlerin tahminlerinin ötesine geçip %11,9 gibi on yıldan fazladır ulaşılamayan bir seviyeye çıktı (1995, %12,5). Bu artışta hiç şüphe yok ki dünyanın imalat merkezi haline gelen Çin ekonomisinin katlanarak artan ihracat potansiyeli ve ticaret fazlası (yılın ilk altı ayında 112 milyar dolar), artan iç tüketim ve yeni yollara, fabrikalara ve inşaat sektörüne yapılan yatırımların da önemli rolü var.
Hızlı büyümeye paralel olarak, özellikle yiyecek fiyatlarındaki artıştan kaynaklanan enflasyondaki yükseliş, Çin ekonomisindeki ısınmanın erken belirtileri olarak algılandı. Ekonomi yönetiminin, ticaret fazlasını tarım ürünleri ithal ederek azaltmak ve para birimi yuanın özellikle dolar ve diğer paralar karşısında değerini daha realist bir düzeye yükseltmek konusunda ağır baskı altında olduğu da biliniyor. Uluslararası finans çevrelerince seslendirilen bu bakış, özellikle Amerikan Kongresi’nde çokça destek bulan, ABD-Çin ticaret dengesizliğinin giderilmesi için yuanın değerlenmesi ve Çin’in daha fazla Amerikan malı ithal etmeye zorlanması gerektiği görüşü ile de birebir paralellik arz ediyor.
Ana tahlilde, küresel ekonomi ile üretim ve ticaret boyutunda derinlikli bir entegrasyona girişen ve fakat finans alanında, ihracata dayalı kalkınma stratejisi ve krizlere karşı temkinli duruşu ile uyumlu olarak belli kısıtlamaları sürdüren Çin’in küresel ekonomik oyuna koşulsuz katılım yönünde zorlanmakta olduğu görülüyor. Özellikle sermaye hareketleri ve kur politikasının liberalleştirilmesi konularında uzun zamandır ABD ve uluslararası ekonomi çevrelerinin baskısı altında olan Çin yönetimi, şimdiye kadar bu baskılara başarıyla direnmeyi başardı. Ancak, yükselen enflasyon oranı ve ekonomideki aşırı ısınma sebebiyle artabilecek risk faktörlerinden hareketle reform ajandasının hızlandırılması yönünde yenilenmiş baskı dinamikleri oluşması da kuvvetle muhtemel. Bu bağlamda, ekonomi yönetiminin sıkı para politikası uygulayarak faiz hadlerini yükseltmesi ve yuanın değerlenmesi yönünde süregelen baskıların yoğunlaşacağı da kesin. Burada önemli bir husus, para politikasının sıkılaştırılma stratejisinin kurulu reel sosyo-ekonomik dengeleri sarsmayan ince bir tarzda ayarlanması ile ilgili. Unutmamak gerekiyor ki, geçtiğimiz yıllarda Çin yönetimi benzer durumlarda faiz artışları, ihracat artışının kısılması ve borsadaki büyümenin kontrol altında tutulmasını da içeren yaklaşık bir düzine tedbir almış; ancak bu tedbirler ya tamamen başarısız olmuş ya da sadece kısmen fayda sağlamışlardı.
Gelişmekte olan ülkeler arasında son yirmi yıllık süreçte tarihin en hızlı büyüme oranlarını yakalayan Çin’in dönem dönem “fazla hızlı” kalkınma yaşaması ve uzun dönemli makroekonomik dengeleri tehdit eden büyüme ivmesinin “terbiye edilmesi” yönünde tedbirler alınması artık vakayı âdiyeden görülebilir. Ancak tabir caizse “muasır medeniyet seviyesini yakalama” hedefine kilitlenen gelişmekte olan ülkelerin çoğunda ekonomik büyüme olgusuna atfedilen hayati önem sebebiyle mutad bir olay olan bu durum, Çin’in ekonomik büyüklüğü ve küresel sistemdeki konumu göz önüne alındığında ciddi bir küresel mesele olarak ortaya çıkıyor. Ekonomik büyüklük açısından İngiltere, Fransa, İtalya gibi sanayileşmiş ülkeleri geçtiğimiz yıllarda geride bırakan Çin, bu yıl küresel sanayi devi Almanya’yı da geçerek ABD ve Japonya’nın ardından dünyanın üçüncü büyük ekonomisi unvanını kazandı. Küresel ekonominin üçüncü büyük aktörü ve özellikle imalat sektörlerinin merkezi olması Çin’de yaşanan gelişmelerin Türkiye dahil tüm dünya tarafından daha bir dikkatle izlenmesine yol açıyor.
Önümüzdeki dönemde küresel ekonomiye entegrasyonu derinleşerek devam edecek olan Türkiye’de gerek ABD gerekse Çin’deki kritik gelişmeler ve bu gelişmelerin uluslararası yatırım ortamı üzerindeki etkileri her zamankinden daha yakın biçimde izlenecek. Beş yıldır oluşturulmaya çalışılan sosyo-ekonomik istikrar ortamı temelinde inşa edilecek daha üretken, verimli, adil ve rekabetçi ekonomik modelin yaşam şansı, büyük ölçüde, küresel eğilimlerin ülkemizdeki karar alıcılar tarafından doğru ve zamanında okunabilmesine ve buna paralel olarak özel sektörün uzun soluklu ve rasyonel yatırım vizyonuna sahip olmasına bağlı. Umarız, Türkiye’nin sürdürülebilir büyüme hamlesi yeterince sağlam bir kurumsal ve reel (sektörel) zemine tez zamanda oturtulur ve küresel dalgalanmalar tarafından esir alınma korkusunu minimize edecek kalıcı direnç mekanizmaları yeni dönemde oluşturulur.
Paylaş
Tavsiye Et