HER ŞEY 1980’lerin başlarında Çin’in geleneksel ekonomi politikasını değiştirmesiyle başladı. Soğuk Savaş’ın son safhasının yaşandığı bu dönemde Çin, hızını artırmakta olan küreselleşme süreci içerisinde ayakta kalma problemi ile karşı karşıyaydı. Alınan kararlar geleceğe yönelik bilinçli hamleler miydi bilinmez; ancak gelinen noktada Çin’in elindeki fırsatları ve kaynakları gayet başarılı bir şekilde kullandığı inkar edilemez bir gerçek. Kültürel ve sosyal politikalar bir yana bu durum en azından ekonomik alanda bir vakıa. Peki, Çin halihazırda küresel ekonomi için önemli bir merkez olma noktasına nasıl geldi?
Sürecin nirengi noktasını Çin’in küreselleşmeye direnmek yerine onu kendi yerleşik yönetim anlayışı, sosyolojik ve kültürel yapısı ile uyumlu bir şekilde yönetme çabası oluşturuyor. Bu dönemde kapılarını yabancı yatırımlara açan Çin, elinde bulunan ucuz işgücü kaynağı sayesinde kısa zamanda dünyanın lokomotif şirketleri için bir çekim merkezine dönüştü. Ancak Çin, oyunu, bilinen neo-klasik ekonomi kurallarıyla oynamak yerine, gelen yatırımcılara kendi kurallarını koymaktan da çekinmedi. Yatırımcılara kayıtsız şartsız bir teslimiyet yerine bir yandan sermaye çıkışlarına getirdiği kısıtlamalar, bir yandan da yerel girişimcilerini yabancılara ezdirmemeye dönük teşvikler yoluyla hızlı bir ihracat sürecini başlattı. Çin 1990’ların ortalarından itibaren, birçok Batılı markanın üretim üssü olmanın yanı sıra, başlangıçta Batılı şirketlere fason üretim yapan yerel firmaların kendi markaları ile dünya piyasasına çıkmaya başladığı bir ülke haline geldi. Hatta bu dönemde kimi Çin şirketleri Amerika ve Avrupa’da teknoloji geliştirmek amacıyla araştırma ve geliştirme laboratuarları kurdu.
Bütün bunlara rağmen dünya ekonomisinin fason üretim merkezi olma ve ihracat fazlalarıyla zenginleşme, Çin ekonomisini tanımlayan baskın karakterler olageldi. İhracatı canlı tutabilmek, yatırımların cazibesini artırmak amacıyla para birimini dolar karşısında düşük değerli tutma çabası ve bu süreçte sürekli artan Merkez Bankası rezervleri, gelinen noktada sadece Çin ekonomisi için değil, küresel ekonomi için de kırılgan ve hassas bir dengenin oluşmasına yol açtı. Sonuçta süreç gerek Çin, gerekse dünya ekonomisi için fasit bir daire halini aldı.
Çin’in 1980’lerden itibaren uyguladığı politikaların doğal sonucu olan rezervler, 2006’nın Kasım ayında bir trilyon doları aştı. Bu, dünyadaki tüm rezervlerin beşte birine tekabül ediyor. The Economist dergisinin hesaplamalarına göre Çin, bu parayı kullanarak dünyada merkez bankalarının kasalarında bulunan tüm altınları ya da Londra’da yerleşime açık tüm gayrimenkulleri satın alabilir. Mevcut rezervin büyüklüğünü gösteren bu rakamlar bir yana, asıl sır Çin’in bu rezervlerden kaynaklanan riski ortadan kaldırmak için atacağı adımlarda yatıyor. Zira bu adımlar, küresel ekonomi politiğinin şekillenmesi bağlamında büyük önem taşıyor.
Rezerv yönetimi konusunda Çin Merkez Bankası Başkanı’nın Kasım ayı içerisinde yaptığı açıklama, değişimin artık kaçınılmaz olduğunu ortaya koyması bakımından önemliydi. Merkez Bankası’nın, rezerv portföyünde avro ve gelişmekte olan piyasaların para birimleri lehine düzenlemeye gideceği yönündeki açıklama aynı gün sonuç verdi ve dünya piyasalarında avro, dolar karşısında değer kazandı. Yine, düşük getirili Amerikan Hazine Bonoları yerine daha yüksek getirili enstrümanların tercih edilmeye başlanacağına dair sinyaller de dünya piyasaları üzerindeki etkisini kısa sürede gösterdi.
Ancak küresel ekonomik sistem Çin’den bu geçici politikaların ötesinde, çok daha köklü değişimler bekliyor. Bu değişimler, gündelik getiri kovalayan, işgüzar küresel finans aktörlerinin beklentilerinin çok çok ötesinde bir kapsam ve derinliğe sahip. Bu, yıllarca Batılı ülkelerdeki (özellikle ABD’deki) aşırı tüketimi ve enflasyonu, kendi işçisine reva gördüğü düşük ücretler ve yüksek tasarruf oranlarının sonucu olan düşük hayat standardı ile sırtlamış olan Çin’de, ekonomi politikalarına yön verenlerin şapkalarını önlerine koyup düşünmeye başlamaları gerektiğini gösteren bir durum. Küresel sistemin zayıf noktalarını kullanarak ekonomik gelişimini sağlayan Çin, artık elini taşın altına koymalı ve sistemin yeniden şekillenmesinde daha pro-aktif davranmalıdır. Böylesi bir yaklaşım, Mao sonrasındaki ilk açılımın ardından Çin’in son yüzyılda yapacağı ikinci büyük hamle olacaktır.
Çin’in bu anlamda başarılı olması, mevcut aktörlerin kurguladıkları oyunun kurallarını değiştirebilmesine ve kendine özgü yeni yönetim stratejileri geliştirmesine de bağlı. Başka bir deyişle, Çin, sistem içerisinde neo-liberal kurallara uyan herhangi bir aktör gibi davranmak yerine, daha büyük düşünmek ve dünya üzerinde geçerli -adına uluslararası hukuk denilen- oyun kurallarının ülkeler ve bölgeler arası dengesizlikleri azaltacak şekilde yeniden şekillenmesi sürecine dahil olmaya çalışmak durumundadır. Aksi takdirde, Çin’in halihazırda içinde bulunduğu ve gerek küresel ekonomi gerekse de kendi iç dengeleri açısından risk olarak algılanan kısırdöngü sürmeye devam edecektir.
Son olarak, bu durumun tüm gelişmekte olan ülkeler gibi Türkiye için taşıdığı anlamları da belirtmekte fayda var. Gayet açıktır ki, dünya iki kutupluluk sonrasında tek kutuplu hale gelmedi; bilakis sistem içerisinde karar alma merkezleri daha da çoğaldı. Pekin bu merkezlerin en önemlilerinden biri. Türkiye, Çin’e dönük kapsamlı bir stratejik plan hazırlamak, özellikle ekonomik alanda Türk şirketlerinin Çin şirketleriyle rekabet etmek yerine stratejik birliktelikler kurmalarına ön ayak olmak durumundadır. Bu durum gerek siyasi, ekonomik ve kültürel kaygılarla sisteme müdahalesi engellenen Çin’in Batı piyasalarına açılmasına, gerekse de sermayeye şiddetle ihtiyaç duyan Türkiye’ye katkıda bulunabilir.
Paylaş
Tavsiye Et