Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Bizim Filistin
M. İbrahim Turhan
FİLİSTİN meselesi Türkiye’de hem toplumun hem de devletin sürekli gündemindedir. Filistin’de yaşanan gelişmeler çeşitli boyutlarıyla bütün dünya kamuoyunun ilgisini çekse de, Türkiye’nin gerek toplumsal tepkileri, gerek siyasal ve diplomatik yaklaşımı meselenin daha farklı bir boyutta ele alındığını açıkça gösteriyor.
Tarihsel olarak Filistin’in “bizim” olması, Diyarbakır ve Van’ın “bizim” olması ile aynı döneme denk düşer. 16’ncı yüzyıldan 20’nci yüzyıla kadar bir parçamız olan Filistin, Birinci Dünya Savaşı sonunda emperyalizmin pençesinden kurtaramadığımız topraklarımızdandır. Osmanlı yönetiminde geçirdiği dört yüzyıllık dönemin, Filistin’in tarihindeki en huzurlu günleri olduğu konusu, belki de Arapların ve İsraillilerin üzerinde ittifak ettikleri ender konulardan biridir. Bu kadar derin tarihî bağlarla bağlı ve bölgeyi bu kadar derinden etkilemiş olması, Türkiye’nin ilgi alanında Filistin’i tabii olarak öncelikli bir konuma getirir. Ayrıca Filistin’i ‘bizim topraklar’ arasında ayrıcalıklı kılan, öne çıkaran sembolik bir yön de vardır. Filistin Haçlı Seferleri’nin hedefidir. İslam dünyasına yönelen Haçlı orduları karşılarında önce Türkleri buldu. Papa II. Urban ve Piyer Lermit’in çabalarıyla 1095’te düzenlenen ilk seferde Haçlılar, Selçuklu Sultanı Kılıçarslan’ın orduları karşısında büyük zayiat verdi. İkinci seferde ise ayrı yollardan Anadolu üzerine yürüyen Alman İmparatoru III. Konrad ile Fransa Kralı VII. Lui, Selçuklu orduları tarafından Eskişehir’de bozguna uğratıldı. 14’üncü yüzyıldan itibaren ise Türk varlığı, Haçlı Seferleri’nin aslî hedefi haline geldi. 1364’te Papa V. Urban’ın girişimi ile Macar Kralı Layoş komutasındaki Macar, Sırp, Bulgar, Eflak, Bosna orduları Türkler üzerine yürüdüler. Hacı İlbey karşısında bozulan Haçlılar daha sonra 1371’de ve 1389’da I. Murat, 1396’da Yıldırım Bayezid,1444 ve 1448’de de II. Murat tarafından yenilgiye uğratıldılar. Birinci Dünya Savaşı’nda Filistin’e saldıran İngiliz General Allenby de 800 yıllık bu ruh hali ve zihniyetin temsilcisiydi. Nitekim bizzat kendisi, 11 Aralık 1917’de Kudüs’e girişini “Haçlı Seferlerinin nihayet zafere ulaşması” şeklinde tanımlamıştı. Bu bakımdan Filistin’in Türkiye’nin “varoluş” davasıyla özdeşleşmiş olması doğaldır ve bu durum Filistin’i bizim için ‘özel’ kılar.
Filistin meselesi, İslam dünyası açısından hayati önem taşır. Müslümanlar için Filistin’i, diğer kaybedilmiş topraklardan, İspanya’dan, Kırım’dan, Balkanlar’dan farklı kılan şüphesiz Kudüs’tür. Türkiye, İslam dünyasının sıradan bir üyesi değil; temel ve kurucu unsurlarındandır. Dolayısıyla Kudüs’ü, geçmişte nasıl öncelikli meselesi olarak algılamış ise bugün de aynı duyarlılıkla davranmaktadır.
Coğrafi, tarihsel, ekonomik, kültürel ve stratejik açıdan Orta Doğu’nun ve Doğu Akdeniz’in en önemli bölgesel gücü olan Türkiye için Filistin meselesiyle ilgilenmek, bölgesel güç olma iddiasının da bir gereğidir. Zira bu mesele, bölgedeki temel yapıyı ve stratejik dengeleri önemli bir biçimde değiştirme potansiyeli taşımaktadır. Türkiye’nin, 11 Aralık 1948’de 194 sayılı Birleşmiş Milletler kararıyla kurulan Uzlaştırma Komisyonu’nun -ABD ve Fransa ile birlikte- üyesi olması da sahip olduğu bu konumun ve konuya gösterdiği yakın ilginin bir sonucudur.
Türkiye, Filistin’de yaşanan gelişmelere karşı son derece duyarlıdır. 1987’de başlayan Birinci İntifada sırasında televizyon ekranına yansıyan, üç İsrail askerinin eli-kolu bağlı Filistinli bir gencin kollarını taşlarla vurarak kırması görüntüleri, Türkiye’de -resmi tepkilerin yanı sıra- tam bir toplumsal infiale yol açmıştır. Kendi geçmiş tecrübeleri dolayısıyla “kurulu düzen”e yönelik şiddet içeren mücadelelere mesafeli durma eğilimi olan ve “terörizm” diye sunulan/yansıtılan hiçbir hareketi tasvip etmeyen Türkiye toplumu, Filistin mücadelesi ile ilgili bir istisna yapmış, Filistinli eylemcilerin 13 Temmuz 1979’da Ankara’da Mısır elçiliğini işgallerinden, işgal altındaki topraklarda gerçekleştirilen intihar saldırılarına kadar bütün Filistin eylemlerini belirgin bir sempatiyle veya en azından eylemlere sebep olan İsrail saldırılarına atıfla makulleştirici bir yaklaşımla değerlendirmiştir. Filistin tarafında, Türkiye’ye diğer Arap ülkelerinin halklarından ve yönetimlerinden çok daha olumlu duygular beslenmesinde bu yaklaşımın da şüphesiz rolü vardır.
Türkiye’nin Filistin’le böyle bir ilişki içinde olması, İsrail ile ilişkilerini hiç de olumsuz etkilememiştir. Yahudi toplumuna tarih boyunca en zor anlarında sığınak olan Türkiye, antisemitik ırkçılığın hiç görülmediği ve Yahudilerin -Milli Şeflik dönemindeki çok istisnai ve kısa bir dönem hariç- sistemli bir ayrımcılık yaşamadıkları belki de tek ülkedir. Ayrıca, İsrail’in bölgede en sorunsuz ilişki kurabildiği ve ilişkilerinin en üst düzeyde olduğu ülke de Türkiye’dir. Bölgede uzun yıllar adil ve kalıcı bir istikrar kurmuş, “Barış Diyarı” Kudüs’ün gerçekten barış içinde olmasını sağlamış Türkiye, Filistin meselesinin çözüme kavuşturulmasında, hem her iki tarafla sahip olduğu ilişkiler hem de konumu itibarıyla önemli bir işlev görebilir. Kurulacak barış, sadece şu anda mazlum ve mağdur konumunda olan Araplar açısından değil, rasyonel bir unsur haline dönüşmeyi başarması halinde İsrail halkı açısından da tek kurtuluş olacaktır. Zira şu anda İsrail, vicdan sahibi kimsenin onaylamadığı baskıcı ve hukuk tanımaz politikalar sayesinde üstün gibi gözükse de kontrolden çıkan Siyonist yayılmacılığın son kertede Yahudi varlığı için de hayati bir tehdit haline gelmesi, geçmişteki acı örneklerde görüldüğü üzere, uzak bir ihtimal değildir.
 
Yol Haritası Kimin Yolunu Açıyor?
Filistin meselesi, yıllardır Orta Doğu’da kanayan bir yara halinde duruyor. İsrail, ABD’den sağladığı örtük ve açık destekten aldığı güçle hukuk ihlallerini sürdürüyor. Durumu en iyi özetleyen, bir Amerikan gazetesinde yayımlanan karikatür oldu. Karikatürde, askeri yetkililer Bush’a sundukları raporda; “Orta Doğu’daki bu ülke, BM Güvenlik Konseyi’nin birçok kararını ihlal etmeye devam ediyor. Komşularının topraklarını geçmişte işgal etmiş olduğu gibi hâlâ bir kısım toprağı işgal altında tutuyor. Uzun süredir nükleer ve kimyasal silahlara sahip, bunları imha etmeyi ve silahsızlanmayı reddediyor. Kendi vatandaşlarına karşı sistemik baskı ve insan hakları ihlalleri uyguladığı rapor ediliyor” deyince Bush dayanamaz ve haykırır; “Bu kadar yeter! Derhal Irak’ı bombalayın!” Üniformalı yetkili biraz mahcup bir edayla; “Şey efendim, söz konusu ülke Irak değil, İsrail” der.
Barışı kim ister? Barış ne zaman istenir? Bu soruları cevaplamak 30 Nisan’da açıklanan Yol Haritası’nı anlayabilmek için önem taşıyor. Barışı ya savaşı kaybeden teslim olmak için, ya da kendini konjonktürel olarak avantajlı durumda gören taraf kazandıklarını bir an evvel tescil ettirmek için ister. Bu örnekte vaziyet, ikinci hale daha uygun görünüyor. İsrail, bütün desteklere, uyguladığı şiddet politikasına ve teknolojik üstünlüğüne rağmen bu savaşı şimdiye kadar tam manasıyla kazanabilmiş değil. Dolayısıyla kendini görece en üstün gördüğü noktada barışa göz kırpabilir. Ama bunun, her iki tarafın onurlu bir biçimde birlikte varolmalarını sağlayacak nihai bir çözüm ve gerçek bir barış olması çok zayıf bir ihtimal. Zira İsrail sadece kazandıklarını tescil ettirme peşinde görünüyor.
ABD açısından Yol Haritası teklifinin en önemli nedeni kendi dışında herhangi bir aktörün Orta Doğu’da söz sahibi olmasına ve inisiyatif almasına engel olma arzusudur. 2002 Mart ayı sonunda Lübnan’da düzenlenen Arap Birliği Zirvesi’nde Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah Bin Abdülaziz’in sunduğu barış planının kabul edilmesi ve BM ile AB tarafından da desteklenmesi Amerikalılar için aslında durumu zora soktu. Zira İsrail’in Golan Tepelerinden geri çekilmesini ve Filistinli mültecilerin geri dönmesini içeren bu planı İsrail’in kabul etmeyeceği kuvvetle muhtemel olmasına rağmen, artık ortada ‘ikinci bir plan’ vardı. Halbuki ABD alternatifsiz olmak istiyordu. Bu yüzden de kendi planına AB, Rusya ve BM’yi dahil ederek, seçime ‘tek liste’ ile giren lider konumunu korumak istedi.
Yol Haritası, her ne kadar başlangıçta Dörtlü İnisiyatif’in planı gibi görünmüşse de, temelde bir Amerikan planıdır. ABD ne zaman Orta Doğu’da bir operasyona kalkışsa, “Cambaza bak!” yöntemiyle dikkatleri dağıtmak, kendisine ve tabii müttefiki İsrail’e karşı gelişebilecek tepkileri hafifletmek için Filistin-İsrail barışını gündeme getirmektedir. 1991 yılındaki Körfez Savaşı’nda, Kuveyt’i Irak işgalinden kurtarmak adına ve BM Güvenlik Konseyi kararlarının uygulanmasını sağlama bahanesiyle saldırılarını meşrulaştıran ABD yönetimi, dünyanın tepkileri karşısında Orta Doğu’da barışı sağlama yönünde harekete geçmek zorunda kaldı. Zira Saddam Hüseyin, savaş sırasında Kuveyt ile Filistin arasında paralellik kurmuş ve Orta Doğu’daki bütün ülkelerin işgal ettikleri topraklardan çekilmesi ve bütün BM Güvenlik Konseyi kararlarının birlikte uygulanması formülüyle konuyu gündeme taşıyan bir manevra yapmıştı. Irak’ı Kuveyt topraklarından çekilmesi için uyaran kararla İsrail’i Filistin topraklarından çekilmesi için uyaran kararlar neticede aynı statüdeydi. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Baker, bölgeye yaptığı ziyaretlerle, Madrid’de uluslararası bir zirve düzenlenmesi için zemin hazırladı ve 30 Ekim 1991 günü Madrid süreci resmen başladı. 10 Nisan 2003’te İkinci Irak Operasyonunu tamamlayan ABD, Orta Doğu’da düzenini yerleştirmek için Irak’tan sonra yeni adımları atmadan önce yine aynı yönteme başvurdu.
 
Barış Değil Tahakküm Süreci
Bu iki barış sürecinin başka ortak noktaları da var. Her ikisi de, İsrail’in faydasını en üst düzeye çıkaracak şekilde, Filistinlilerin en zayıf oldukları anda gündeme getirildi. 1991’de Irak’ı desteklemeleri Filistin halkına ve FKÖ’ye çok pahalıya mal oldu. Petrol zengini Arap aşiret devletleri Filistin’i tamamen yalnız bıraktı. Filistin o kadar köşeye sıkışmıştı ki, İsrail Başbakanı İzak Şamir “terörist” olarak kabul ettiği FKÖ’yle doğrudan görüşme yapmayı reddettiği için, içinde FKÖ mensubu olmayan Filistinli yetkililerin yer aldığı ortak bir Ürdün-Filistin heyeti kurulması bile kabullenildi. Yol Haritası’nın gündeme getirildiği bugünler Filistin’in yine yalnız ve zayıf kaldığı bir dönem. Filistin mücadelesinin, 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra sınırları genişletilerek yeniden tanımlanan “terörizm”in kapsamı içinde kaldığı konusunda ABD ve İsrail arasında bir mutabakat oluşmuş durumda. İsrail birliklerinin, dünya çapında oluşturulan dehşet ortamından aldıkları cesaretle, 2002 yılı Mart ve Nisan aylarında Ramallah ve Cenin’de uluslararası kamuoyunun gözleri önünde işledikleri (dönemin Başbakanı Ecevit tarafından “soykırım” olarak nitelendirilen) insanlık suçları, Filistinlilerin içine düştükleri durumun vahametini ortaya koyuyor. Artık, gittikçe pervasızlaşan İsrail saldırganlığının önünde hiçbir engel kalmadı. Filistin halkı, siviller, kadınlar ve çocuklar da dahil toptan “terörist” olarak görülüyor. Irak Savaşı’ndan sonra Orta Doğu’da, Filistin davasını destekleyebilecek bütün ülkeler Amerika’nın namluları altında. Irak’ın saf dışı bırakılmasının ardından Suriye, İran ve Suudi Arabistan kendi dertlerine düşmüş durumda. Arap dünyası adeta bir şok geçiriyor. Bu şartlar altında kurulacak barışın gerçek bir barış olması mümkün değil.
Yol Haritası neler getiriyor ve ne anlam taşıyor? Bu plan, Oslo Anlaşması’yla başlatılan sürecin sonuçsuz kalmasına yol açan bütün zaafları fazlasıyla taşıdığı gibi üstelik Filistin açısından, Oslo’da gelinmiş olandan daha geri bir noktaya tekabül ediyor. Filistinli mültecilere geri dönüş hakkı tanınması, işgal altındaki topraklardaki Yahudi yerleşimcilerin geri çekilmesi, bütünleşmiş ve sınırları belli bir Filistin devletine imkan verilmesi, Kudüs’ün statüsünün uluslararası hukuka uygun şekilde düzenlenmesi gibi sorunun esasını teşkil eden konulara hiçbir çözüm getirmeyen bu Yol Haritası’nın yolunun çıkmaz olduğu daha baştan belli. Bu planla, Filistinlilere, Oslo’da öngörülen ve -adı da dahil olmak üzere- tam bir siyasi ucube olan “Filistin Otoritesi” çerçevesinde bir devlet vaadediliyor. Üstelik bu muhayyel/vaadedilmiş devletin sınırları bile belli değil. Bu devletin ‘bahşedilmesi’ bir şarta bağlı: İki yıldır İsrail tarafından bütün kurum ve imkanları, mesela polis teşkilatı, yok edilmiş Filistin yönetimine, Hamas ve İslami Cihad gibi örgütlerden İsrail işgaline yönelen saldırıları derhal durdurmak gibi akıl ve insaf almayacak bir işi başarma sorumluluğu yükleniyor.
Filistin meselesinde çözüm ancak iki halden biriyle mümkün olabilir. Birinci hal, daha kolay görüleni; otoritesi tartışılmayacak bir gücün, çözümünü her iki tarafa da dayatmasıdır. Bu çözümün yaşayabilir ve sürdürülebilir olması adil ve gerçekçi olmasına bağlıdır. Adil olmayan çözümler vicdanlar tarafından, gerçekçi olmayan çözümler ise hayat tarafından reddedileceğinden; bu dayatma kısa vadede başarılı gibi görünse de, onun uzun vadede daha büyük acılara ve yıkımlara yol açması kaçınılmazdır. Üstelik bu meselenin halli sadece Filistin ve İsrail’in rızasına bağlı da değildir. İslam dünyasının kabul etmeyeceği bir çözümü Filistin yönetiminin tek başına benimsemesinin pratikte bir değeri olmayacaktır. İkinci hal, daha zor olan çözümdür. Bunun için tarafların önce kavramların manası üzerinde anlaşmaları gerekir. Bugün için barışın anlamı Filistin ve İsrail açısından aynı olmadığı gibi daha teknik kavramların, hatta uluslararası hukuk metinlerinin anlamlarının bile farklı olduğu görülmektedir. Bölgenin tarihi, Filistin konusunda mümkün olmayacakların da, mümkün çözümün de örneğini bize göstermektedir. Filistin meselesi sıradan bir uluslararası ihtilaf değildir. Adı bütün dillerde “Barış Yurdu” anlamına gelen Kudüs’ü çatışmanın sembolü haline getirmek; insanlığa adaletin, hakça bir düzenin, sevgi, merhamet ve kardeşliğin ışığını tutmuş, ilahi dinlerin kıblesi olmuş bir bölgeyi 50 yıldır insanlık suçlarının en korkunçlarıyla kirletmek cürümlerin en ağırıdır. Filistin meselesi çözülmeden Orta Doğu huzur bulmayacak, Orta Doğu huzur bulmadıkça dünyada barış kurulmayacaktır.  

Paylaş Tavsiye Et