Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Kudüs’ün statüsü sorunu
Barış Şanlı
KUDÜS sorunu, Filistin sorunuyla özdeşleşmiştir. Öyle ki Filistin sorunu Kudüs’süz düşünülemez. Filistin sorununun başladığı dönemlerde çatışmaların odağında olan şehirdir Kudüs. Kudüs’teki kutsal mekanlar bu şehre ayrı bir önem veriyor. Yahudiler için 2500 yıl önce sürgün edildikleri atalarının toprakları, Süleyman Mabedi’nin inşa edildiği yer; Hıristiyanların dinlerinin doğduğu kutsal topraklar; Müslümanlar açısından ise İslam’ın ilk Kıblesi olan Mescid-i Aksa’nın bulunduğu kutsal şehirdir Kudüs.
Tarihsel olarak Filistin sorunu ve Kudüs meselesi 1917 Balfour Deklarasyonu’na kadar götürülebilir. Bu deklarasyon ve arkasından İngiliz Vekalet Yönetimi döneminde artan Yahudi göçleri sebebiyle Filistin yeniden yapılandırılmaya çalışıldı. Önemi dolayısıyla nüfusunun çoğunluğu Müslüman olmasına rağmen Kudüs bu yapılandırılma içerisinde ayrı bir entite olarak düşünüldü. 1938’de İngiliz Manda yönetimi altında Peel Komisyonunun hazırladığı rapor ve sunduğu haritada da bu durum açık bir şekilde belirtildi.
Filistin’deki İngiliz idaresi artan Yahudi göçünü önlemekte başarısız oldu. Sürekli yükselen Yahudi nüfusu Filistinliler arasında huzursuzluk yarattı ve iki toplum arasında çatışmalara sebep oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında iyice güçsüz düşen İngiliz idaresi, çatışmaları önlemede başarısız oldu. İdare’nin İngiltere’ye olan maliyeti her geçen gün daha da arttı. Bu sebeple, Filistin sorununu savaş sonrasında Birleşmiş Milletler’e havale etti. BM bünyesinde oluşturulan Filistin Komisyonu 1947’de Taksim Planını sundu. 181 sayılı Genel Kurul kararı ile kabul edilen bu planda Filistinlilerin ve Yahudilerin haritada belirlenen sınırlar çerçevesinde kendi devletlerini oluşturmaları önerilirken; Kudüs önemi dolayısıyla ayrı bir entite olarak uluslararası bir statüye kavuşturuluyordu.
Ancak, 1948 Arap-Yahudi savaşı Kudüs’ü Doğu Kudüs ve Batı Kudüs olmak üzere ikiye böldü. Doğu Kudüs; Kutsal mekanların bulunduğu, sur içindeki tarihi şehrin yer aldığı, nüfusunun büyük çoğunluğunu Filistinlilerin oluşturduğu bölgeydi. Batı Kudüs ise 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren oluşmaya başlayan eski şehrin dışında kalan ve genişleyen bölgeydi. Kudüs doğu ve batı olarak ikiye bölündüğünde Doğu Kudüs Ürdün’ün, Batı Kudüs ise İsrail’in kontrolü altına girdi. BM’nin 181 sayılı Genel Kurul kararı ile önemi dolayısıyla uluslararası bir entite olarak kabul edilen şehir böylelikle bu özelliğini kaybetmeye başlıyordu. Bu sırada BM tarafından kurulan arabulucu komisyon, Kudüs’ün bu statüsüne ilişkin çalışmaları devam ettirdi. Her ne kadar Genel Kurul kararları bağlayıcı olmasa da, İsrail’in bu kararın alınmasından sonra BM’ye girdiğini göz önünde bulundurursak, durumun hiç de hukukun üstünlüğü çerçevesinde ele alınmadığını görürüz.
Altı gün savaşları sırasında İsrail Kudüs’ün tamamını ele geçirdi. Arkasından BM 242 sayılı bağlayıcı niteliği olan Güvenlik Konseyi kararı alındı. Bu kararda işgalci gücün, işgal ettiği topraklardan derhal çekilmesi vurgulanmaktaydı. Ne var ki İsrail’in Kudüs’e ilişkin yaklaşımı, binlerce yıldır sürgün oldukları atalarının topraklarına yeniden dönüş üzerine kuruluydu. Bu durum, zamanın İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan’ın 7 Haziran 1967’de şehrin işgalinden sonra yapmış olduğu açıklamada da açıkça görülmektedir:
“İsrail savunma güçleri Kudüs’ü kurtarmıştır. Bizler, parçalanmış şehri; İsrail’in başkentini yeniden birleştirdik. Bu mukkades mekana, ondan bir daha asla ayrılmamak üzere döndük.”
İsrail’in 1948 yılından sonra Kudüs’ün meşru statüsünü ihlal eden 3 temel girişimde bulunduğunu görüyoruz: Öncelikle, şehri işgal ve ilhak etmesi; ardından da çeşitli kanuni düzenlemelerle şehrin mevcut statüsünü bozması, ikinci olarak, yeni Yahudi yerleşim birimleri kurarak demografik yapıyı değiştirmesi ve üçüncü olarak da Araplara ait mülkleri yağmalaması ve bu mülklere kamulaştırma yoluyla el koyması.
İsrail’in yapmış olduğu bu faaliyetler uluslararası hukuk açısından değerlendirildiğinde, hukukun hiçe sayıldığı görülmektedir. Modern uluslararası hukuk, güç kullanımı ilkesini oldukça değiştirmiştir. Güç kullanımının meşruluğu ancak nefs-i müdafaa ve BM Güvenlik Konseyi kararıyla olabilir. Bu da Birleşmiş Milletler Anayasasında gayet açık bir şekilde ifade edilmiştir. Bu ilkeye aykırı olarak yapılan herhangi bir girişim ve anlaşma geçersiz kabul edilir. Ayrıca, 1949 tarihli Cenevre Konvansiyonu hükümleri uyarınca, bir devlet işgal ettiği toprakları savaş sırasında kendi mülkiyetine geçiremez; ancak bu topraklar üzerinde düzeni sağlayan idareci olarak işgal ettiği bölgeyi sadece yönetebilir. İsrail ise işgal ettiği toprakları yönetmek bir yana, bu topraklar üzerinde kendi hükümranlığını yayacak girişimlerde bulundu.
İsrail’in Kudüs’e yönelik yaklaşımı her geçen gün daha ileri bir aşamaya geçti. 1980 yılına gelindiğinde İsrail Parlamentosu Knesset almış olduğu bir kararla, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunu ilan etti. İsrail’in Kudüs’e yönelik yaklaşımındaki son noktaydı bu. Bu karar BM tarafından Güvenlik Konseyinin 478 (1980) sayılı kararı ile kınandı ve büyükelçiliklerini Kudüs’e taşıyan ülkelerin elçiliklerini derhal geri çekmeleri istendi. Bu bağlamdan bakıldığında ABD’nin 90’lı yıllarda Kudüs’ü başkent olarak tanıyabileceğine ilişkin yapmış olduğu açıklamalar oldukça düşündürücüdür.
Kudüs, günümüzde de sorunun en önemli ayağını oluşturmaktadır. 1991 Madrid süreci ile başlayan barış görüşmelerinde çözümü ileriye bırakılan en önemli üç meseleden biri de Kudüs’tür. BM Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi kararları ve bu kararların beraberlerinde getirdiği uluslararası hukuk normlarına rağmen bugün için bakıldığında Kudüs’ün daha önce belirlenen hukuki statüsünün yerine, günümüzdeki fiili durumun bir getirisi olarak yeni bazı çözüm önerileri gündeme getirilmektedir. Son olarak Yol Haritası’nda da aynı yaklaşım tekrarlandı. Filistin Başbakanı Abbas, Ürdün’ün Akabe liman kentinde gerçekleştirilen üçlü zirvenin ardından yapılan basın açıklamasında bazı taahhütlerde bulundu. Çizilen Yol Haritası’nda Kudüs sorunu ileri bir tarihe erteleniyordu. Görüşmelerin ardından Filistinli örgütler açıklamalarda bulunarak bu taahhüt niteliğindeki sözler ile Kudüs konusundaki yaklaşımın kabul edilemez olduğunu ifade ettiler. Ardından gelen İsrail’in saldırıları ve cevabî nitelikteki saldırılar ile çatışmalar birbirini izledi.
Bugün Kudüs sorununun çözümüne yönelik iki öneri ön plana çıkıyor: İlki, “paylaşılmış veya bölünmüş egemenlik”. Bu tür bir paylaşım çağrısının görüşülmesi, İsrail ve Filistin taraflarının ikisinin de şehir üzerindeki görüşlerinin tanınması anlamına gelmektedir ki bu yaklaşım Kudüs’ü iki egemenli bir yapıya götürür. İkinci öneri ise bölünmüş hükümranlık yaklaşımıyla Doğu Kudüs’ün (şehrin eski bölümü dahil) Filistinlilere verilmesi ve İsrail’in Batı Kudüs’e egemen olması. Bu öneri ise 1967 sonrası İsrailli yerleşimciler ve dini mekanlara giriş gibi, Doğu Kudüs’e ilişkin sorunları ortaya çıkarıyor. Bu öneriye ilişkin olarak Filistin halkında bir görüş birliği söz konusuyken İsrailliler bunu birinci öneriden daha kabul edilemez görmekte ve üzerinde bir fikir birliğine varamamaktadır.
Sonuç olarak şunu söylemek mümkün: Filistin sorunu, Kudüs sorunu çözüme kavuşturulmadan barışçıl ve huzur içinde sonuçlandırılamaz. İsrail tarafından Kudüs’te oluşturulan fiilî durum uluslararası hukukun ihlali anlamına gelmektedir. Uluslararası alanda hukukun geçerliliği ve üstünlüğü ilkesinin kabul edilmiş olması sebebiyle bu fiilî durum hiçbir zaman hukukî bir duruma döndürülemez.

Paylaş Tavsiye Et