Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Düzenin pusulası insanda saklı
Ahmet Okumuş
TARİH, insanın düzen arayışının yekûnudur. Düzenin öznesi olmakla insan, kozmik düzene kendi şerhini düşer. Şehir devletlerinden eklektik imparatorluklara, Halifelik düzeninden ateşli silah imparatorluklarına, mutlak krallıklardan ulus-devletlere bu serüven farklı biçimler altında sürer. Düzeni en geniş anlamıyla kavramaya yönelik her tasavvur, dünyayı siyasi ve ahlaki bir bütün olarak yorumlama çabasının ifadesidir.
 
Medeniyet Dönüşümünden Düzene
Medeniyet dönüşümleri ile dünya düzeninin teşekkülü arasında doğrudan ilişkiler kurmak uzun dönemli tahliller açısından hayli önemlidir. Medeniyet dönüşümü ya entelektüel bir dönüşüm ile medeniyetin zihniyet planında geçirdiği istihaleler, yahut da güç parametrelerindeki değişime bağlı olarak hakim medeniyet unsurlarında ve ekseninde kaymalardır. Her ciddi medeniyet dönüşümü, büyük bir savaşlar dönemi getirmiş; savaşlar ise yeni düzene uç vermiştir. Soğuk Savaş’ın bitişiyle yaşanan Körfez Savaşı ve ardından gelen yaklaşık on yıllık ateşkesler döneminin sonunda patlak veren Afganistan ve Irak işgalleri, aslında uzun süreli medeniyet dönüşümünün besleyip büyüttüğü yeni bir savaşlar döneminin ilk tezahürleri olarak görülebilir. Çift kutuplu düzenin sona erişi, doğurduğu jeopolitik boşluk alanları ile güç konfigürasyonunda kırılmalara ve Avrupa, Çin ve Hint gibi medeniyet eksenini kendine doğru çekmek isteyen adaylara zemin hazırlarken; küreselleşme, post-modern durum, antik medeniyet havzalarında canlanma ile artan kültürel sahihlik arayışları ve kimlikçi eğilimler zihniyet planında da bir medeniyet dönüşümünün habercileridir. Tarihin Sonu ve Medeniyetler Çatışması tezleri de aslında bu dönüşümü okumaya yönelik iki tezgâhtır: Medeniyetsel reelpolitiğin teorik cephaneleri.
 
Evrensel Devletin Kaderi
İlk Körfez Savaşı’nın ardından tezgâha sürülen Yeni Dünya Düzeni ve son operasyonlar ile belirginleşen Amerikan’ın neo-emperyal stratejisi, medeniyetsel dönüşüm sürecine hakim olma yönünde atılmış acil adımlar. Amerika eksenli statükoyu korumaya matuf bu girişimleri aslında birer ‘savunma saldırısı’ olarak yorumlamak kabil. Batı’nın daima savunmacı tepkiler vereceğini iddia eden Spengler de, evrensel devletle ilgili söyledikleri açısından Toynbee de haklı çıkıyor. Evrensel devlet, medeniyetin çözülme döneminde ortaya çıkıp siyasi birlik sağlar. Tebaasının gözünde ebedî var olacaktır. Oysa içinde çöküşün tohumlarını büyütür. Evrensel devlet, Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi, bir medeniyetin kendi ekseninde oluşturduğu statükoyu korumak için son bir çaba ile tüm enerjisini kullanarak ulaştığı devlet aşamasıdır; ama tam da bu nedenle sonun başlangıcıdır. Tüm kudretini sarf ettiği siyasi bütünlük, geniş ulaşım ve iletişim ağları, düzenli idarî-hukuki yapı ve istikrarlı ortam, bir adıyla hegemonya, ‘öteki’ne de hizmet eder ve medeniyet barbarların nüfuzu ile içten dönüşür. Hegemon hemen düşmez, önce dönüşür. Acaba bu mukadder son, Toynbee’nin evrensel devlet tanımına hayli benzeyen küresel Batı medeniyeti için de geçerli mi? Hüküm vermek için belki erken; fakat ciddi bir medeniyet istihalesi yaşandığı aşikâr. Bu da yeni bir düzenin tesisi için geri sayımın çoktan başladığı ve fakat sürdürülebilir bir düzenin inşası için vaktin hayli erken olduğu anlamına geliyor. Uzun ve kaotik bir döneme hazır olmalıyız. Çünkü eski düzenin çözüldüğü, yenisinin henüz ortaya çıkmadığı, ve mümkün bir düzende baş köşeyi kapma güdüsü ile süreci lehine işletmek için pek çok aktörün müdahaleleri ile karmaşıklaşan bir dönemdir kapıda bekleyen. Batı, her geçen gün kendi cüzîliğini/tikelliğini biraz daha fazla fark etmiş; fakat bu farkındalığın dünya düzeni anlamında makbul ve muteber bir siyasi karşılığını üretememiştir.
 
Düzenin Üç Krizi
Mevcut dünya düzeni, konjonktürel, yapısal ve normatif olarak nitelendirilebilecek üç temel krizle yüzleşmek durumundadır. Konjonktürel kriz, esasen ABD’de iş başına gelen belirli bir ekibin dünya ve siyaset tasavvurunu yansıtan uygulamaların yarattığı bir kriz. Dünya düzenine ilişkin güvenlik paradigmasını katılımcı usullerle oluşturmak yerine mevhum bir öteki tanımı üzerine bina eden ABD’de, Soğuk Savaş alışkanlıklarının nüksettiğini görüyoruz. Soğuk Savaş sonrası yükselen küreselleşme vurgusu ve neoliberal söylemler, 11 Eylül’den hemen sonra önceliği şahinler diplomasisi, tek taraflı müdahaleci bir dış politika ve önleyici savaş gibi Reagan dönemini anımsatan taktik adımlara bıraktı. Bu rota değişikliğinin Orta Doğu ve Avrasya’nın diğer kritik bölgelerinde yarattığı dalgalanmalar konjonktürel krizin somut neticeleri.
Mevcut uluslararası sistemin yapısal özellikleri ve mekanizmaları ile bu konjonktürde iyice belirginleşen yeni jeopolitik tablonun örtüşmemesi ise dünya düzeninin yapısal krizine işaret ediyor. Yapısal parametrelerle reel durum arasındaki gerilim, krizin kaynağı. Bir yanda NATO, BM ve diğer uluslararası kurumlar, diğer yanda kuruluşuna ön ayak olduğu tüm bu kurumları giderek saha dışına itmek isteyen ABD ve yakın müttefikleri. Wallerstein tarzı bir okuma ile bu, yapısal-zamansal, yani uzun vadeye ilişkin bir kriz olarak da değerlendirilebilir. Yani tarihi sistemler arası geçişin rahminde büyüyen bir kriz. Modern dünya sistemi dönüşürken, onu ayakta tutan mekanizmaların fonksiyonel kimlikleri bulanıklaşıyor. Aynı krizi küreselleşme paradigması bağlamında da değerlendirmek mümkün. Ulus-devletler sistemi yapısal bir parametre olarak varlığını sürdürse de, giderek ulus-ötesi dinamiklerin şekillendirdiği bir dünyada yaşıyoruz. Bugün yaşanan, aslında bir aidiyetler krizi. Modernite bir aidiyetler krizi üzerinde yükselmişti. Geleneksel, mahallî, dini-kozmopolit aidiyet referanslarının zayıflayıp yeni, ulusal ve seküler nitelikli aidiyet unsurlarının yükselişiydi yaşanan. Bugün, esasen daha başından kendi iç çelişkileriyle malul ulusal aidiyet çerçevesi de zeminini yitirmekte. Oysa mevcut sistem, en azından teorik olarak ulus-devlet üzerine kurulu. Dahası, ulus-devletin piyasa güçleri ve neoliberal ekonomi-politik tarafından zayıflatıldığı bir dönemde insanlar etnik kimlik gibi daha dar, ya da din/medeniyet gibi daha kuşatıcı ve kapsamlı alternatif aidiyet esaslarına yöneliyorlar.
Uluslararası sistemi taşıyacak normlar manzumesinin ve bunu dokuyacak ahlaki zeminin olmaması da normatif krize delalet eder. Aslına bakılırsa bugün dünyanın yüzleştiği en çetin sorun ortak bir ahlaki dilin yokluğudur. Bunu, ahlaki dilin çoğullaşıp parçalanması ve özellikle postmoderni yücelten yaklaşımlarla bu parçalanmanın meşrulaştırılması olarak da görebiliriz. Devletlerin piyasa güçlerine tâbi kılındığı neoliberal düzende güçsüz ve görece marjinal duruş sahiplerine karşı hiçbir ahlaki sorumluluk bilinci geliştirilmiyor. Bu bağlamda insan hakları da çoğu zaman Batı dışı devletlerin hareket alanını daraltan ve hegemonik eğilimleri örten bir söyleme dönüşebiliyor. Küresel sivil toplum, aşağıdan yukarıya küreselleşme ya da küresel/kozmopolitan demokrasi gibi teorik açılımların mevcut düzenin kritiğinde önemli katkıları olsa da, henüz süreçler üzerinde ciddi ve dönüştürücü etkileri yok. Siyasi fail olma konumuna yükselmedikçe, ilkeleri siyasete tercüme etmedikçe, bu tür yaklaşımların etkin olması mümkün görünmüyor.
20’nci yüzyılda yaygın olan düzen tasavvurlarında iki kutuplu bir gerilim vardı. Bir yanda devletler arası çekişmelerin tabiî halinin uyum ve düzeni kendiliğinden ortaya çıkaracağına duyulan inanç, diğer yanda ise düzenin bizzat insanın kolektif, rasyonel ve ilerlemeci müdahalesi ile inşa edilmesi gerektiği fikri. İlki temellerini Machiavelli ve Hobbes gibi düşünürlerde bulurken, ikincisinin zirve ismi Kant’tır; ki daha 18’inci yüzyılda bir milletler cemiyetinden bahsetmiştir. Ne var ki, yeni yüzyılın başı itibariyle her iki yaklaşım da ciddi meydan okumalarla karşı karşıyadır. Düzenin pusulası, dünyayı ortak bir varoluş alanı olarak gören bilinçte aranmalıdır. Amerikan yaşam tarzını tartışma dışı tuttuğunu defalarca beyan eden yeni-muhafazakâr siyaset erbabı bu kavrayıştan hayli uzaktır. Kimsenin yaşam tarzına feda edilemeyecek dünya, daha insanî bir düzenin teşekkülü için siyasi açılımları da olan manevî müdahalelere muhtaçtır.

Paylaş Tavsiye Et