Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2009) > Türkiye Siyaset > Arabulucu muyuz, değil miyiz?
Türkiye Siyaset
Arabulucu muyuz, değil miyiz?
Hakkı Uygur
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün Ekonomik İşbirliği Teşkilatı Zirvesi’ne katılmak için 10 Mart’ta Tahran’a gitmesi, birkaç gün öncesinde ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Ankara’ya yaptığı ziyaretin de etkisiyle, büyük ölçüde Türkiye’nin İran ile ABD arasında arabuluculuk yapma girişimiyle ilişkilendirildi. Geziye katılan gazetecilerin aktardıklarına göre Gül, İran’ın dinî lideri Ali Hameney’in şahsında Tahran yönetimine Obama döneminin uluslararası arenada doğurduğu yeni fırsatları kullanmak gerektiğini iletti ve özellikle kamuoyu önünde kullanılan dile özen gösterilmesini istedi. İran tarafının Gül’ün önerilerini dinlediği ve olumlu ya da olumsuz doğrudan bir tepki göstermediği belirtiliyor. Ancak henüz Gül İran’dayken Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın “arabulucuya gerek yok, karşılıklı saygı ve adalet olursa zaten bir sorun kalmaz” mealinde açıklama yapması, İranlıların ABD’ye ve dahi arabuluculuğa yönelik kuşkularının azalmadığını gösteriyor. Nitekim Gül’ün ziyaretinden yalnızca birkaç gün sonra Barack Obama, Clinton döneminden beri uygulanan İran’a yönelik ekonomik yaptırımları bir yıl daha uzattı.
Karşılıklı güvensizlik yaşayan ya da iç ve dış tepkilerden çekindikleri için birbirlerine yaklaşmakta zorluk çeken, ancak mevcut sorunları aşma noktasında siyasi iradeye sahip iki ülke arasında üçüncü bir tarafın arabulucu ya da kolaylaştırıcı olarak işlev görmesi uluslararası diplomaside rastlanılmayan bir durum değil. Bu formül bir taraftan anlaşmazlık içindeki ülkelerin sorunlarının çözümüne yardım ederken, diğer taraftan üçüncü ülkeye de çözdüğü sorunun büyüklüğüyle orantılı bir itibar kazandırıyor. Türkiye son yıllarda bu fonksiyonu başarıyla yerine getirdi. Irak’taki Sünni gruplarla ABD arasında, İsrail ile Pakistan ve Suriye arasındaki görüşmeler, Ankara’nın aktif katkılarıyla gerçekleştirildi. Bilinen sebeplerden dolayı İsrail-Suriye görüşmeleri başarısızlıkla sonuçlansa bile gelinen nokta, modelin büyük ölçüde rolünü ifa ettiğini gösteriyor.
Söz konusu örneklerden yola çıkarak Türkiye’nin İran ile ABD arasında da arabuluculuk yapıp yapamayacağı ise henüz bir muamma. Başbakan Erdoğan’ın aksi yöndeki açıklamalarına rağmen İran’ın Türkiye’nin arabuluculuğuna sıcak baktığı hususunda ciddi kuşkular var. Bunun en önemli nedeni, iki ülkenin bölgeye ve geleceğine yönelik tasavvurlarının farklı olması. Diğer yandan Şii, İslamcı ve Batı karşıtı bir İran ile Sünni, laik ve AB adayı bir Türkiye arasındaki tezatlar, 2.500 yıldır İran ile Anadolu coğrafyalarının Kafkaslar-Mezopotamya hattı arasındaki rekabetini gizleyen etkenler olarak da görülebilir. ABD ile olan gerilimden en fazla kârla çıkmak isteyen İran’ın sürekli olarak Türkiye’yi ima ederek “iki ülke arasındaki sorunlar üçüncü tarafların müdahalesiyle aşılabilecek sorunlar değildir” demesi bundan kaynaklanıyor. Kısacası İran kendi eliyle bölgesel rakibini güçlendirmek istemiyor.
Bununla birlikte İran’ın Türkiye’nin arabuluculuğunu kabul etmesini sağlayacak etkenler de mevcut. Son dönem Türk dış politikasındaki gözle görülür özgüven ve bağımsızlık vurgusu ile Suriye ve Irak gibi komşu ülkelere açılım İranlıların yoğun ilgisini çekiyor. Ayrıca İran, Körfez ülkelerinin Şii yayılmacığı suçlamalarına, Türkiye’yle olan yakın temasını koruyarak cevap vermek isteyebilir.
İran Türkiye’nin arabuluculuğu için ikna olsa bile bunun istenen sonuçları vermesinin önünde ciddi engeller var. İran-ABD anlaşmazlığının mahiyeti ve boyutları Türkiye’nin daha önce katkı sunduğu örneklerden daha farklı. İran ve ABD arasındaki temel anlaşmazlık maddesini “İsrail’in güvenliği” meselesi oluşturuyor. Dolayısıyla Obama gerçekten karşısındaki “yumruğun açılması”nı istiyorsa İsrail’i en azından BM kurallarına uyma konusunda zorlamalıdır. İsrail’in bölgedeki ayrıcalıklı ve dokunulamaz konumu sürdükçe gerçek ve kapsamlı bir barış hayal olacaktır. Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’ın La Repubblica’ya verdiği röportajında belirttiği gibi “Türkiye iyi niyetli ama gerçekte yalnızca ABD, İsrail’e baskı uygulayabilir.”
Buna rağmen İran ile ABD, Türkiye’nin de çabalarıyla asgari şartlarda uzlaşamazlar mı? Kuşkusuz içinde bulunduğumuz imkan âleminde bu imkansız değil; ancak şu noktanın hem ABD hem de arabulucu ülke tarafından iyi anlaşılması gerekiyor: ABD baskı yoluyla İran’a isteklerini dayatamamış, İran’dan bir Libya çıkaramamıştır. Dolayısıyla bundan sonraki aşamada yakın tarihi çağrıştıracak ve İranlıların hassasiyetlerini tahrik edecek tekliflerle İran’a gidilmemelidir. Örneğin İran’dan istenen tavizler karşılığında ABD’nin lütfederek İran’da rejim değişikliğine gitmeyeceğine dair güvence vermeye kalkışılmamalıdır. Bu tür anlaşmalar, geçmişte Kacarlar İran’ı ile Çarlık Rusya’sı ve Büyük Britanya arasında imzalanır ve büyük güçler aldıkları her taviz karşısında anlaşma maddelerine Kacar Hanedanı’nın yönetimine dokunulmayacağı “garanti”si verirlerdi. Ortalama bir İranlının Kacarlar’dan dünkü yönetim gibi bahsettiği düşünüldüğünde bu tür anlaşma önerilerinin karşı taraf için ne kadar tahkir edici olduğu aşikârdır.
Karamsar olmaya yetecek tüm nedenlere rağmen meseleye olumlu açıdan bakılırsa, bazı basın organlarında yer aldığı üzere Obama’nın İran’ın dinî lideri Hameney’e mektup yazması, gerçekleştiği takdirde ilginç bir adım olabilir. Diğer yandan Türkiye ABD’yi fazla maliyeti olmayan ve yalnızca rejimin değil tüm İran halkının hassas olduğu bazı konularda adım atmaya ikna edebilir. Mesela İran’ın ABD bankalarında dondurulan mal varlığının bir kısmı serbest bırakılabilir ya da Şah diktatörlüğüne verilen kayıtsız destekten dolayı özür dilenebilir. Bu gibi adımlar İran’ın Afganistan ve Irak gibi ABD ile ortak çıkarlar bulunan alanlardaki işbirliği seviyesinin artmasına neden olacaktır. Yine Washington, Tahran’ın nükleer faaliyetleri konusunda daha makul bir seviyeye gelebilir ve öteden beri Ankara’nın da savunduğu gibi Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın denetiminde İran dâhil her ülkenin barışçıl amaçlarla uranyum zenginleştirilmesini de içeren nükleer faaliyette bulunma hakkı olduğunu kabul edilebilir. Bu bağlamda Obama’nın Rusya ile İran arasındaki nükleer işbirliğini olumlu bir model olarak nitelemesi Beyaz Saray’daki değişiklik konusunda az da olsa umut veriyor. Aynı şekilde Obama’nın Nevruz münasebetiyle Beyaz Saray’ın internet sitesinden İran’a gönderdiği mesajında ilişkilerde yeni bir başlangıç çağrısı yapması, bu ülkenin nükleer faaliyetlerinin tanınabileceği yönünde işaret vermesi ve tehditle bir yere varılamayacağını vurgulaması dikkat çekici. Ancak Obama, İran’a yönelik yaptırımları uzatarak hata etti. Yaptırımın uzatılmasının birkaç ay ertelenmesi durumunda ne kıyamet kopacak ne de yabancı yatırımcılar İran’la anlaşma imzalamak için birbirleriyle yarışacaktı. Üstelik bu durumda İranlıların “Ne değişti ki?” sorularına anlamlı bir cevap verilebilecek ve geleceğe yönelik ümitler canlı tutulabilecekti.

Paylaş Tavsiye Et