Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2010) > Toplum > Neslihan Akbulut: “28 Şubat’ın son tortusu başörtüsü yasağı dimdik ayakta”
Toplum
Neslihan Akbulut: “28 Şubat’ın son tortusu başörtüsü yasağı dimdik ayakta”
Konuşan: Hilal Turan
AKDER hangi şartlarda, hangi ihtiyaçlara binaen kuruldu? Ne gibi bir misyon ve faaliyet alanı var?
1999 yılında resmen kurulmuş olan AKDER, aslında 1998’de 28 Şubat müdahalesi sürecinde üniversitelerden ve devlet dairelerinden başörtüsü yasakları nedeniyle dışlanan kadınların bir araya gelip oluşturduğu bir kadın hakları derneği. Fakat 11 yıl içinde AKDER’in çalışmaları çok çeşitlenerek ilerledi. Çünkü “ayrımcılığa karşı” diye bir sıfat alarak kadın hakları alanına dâhil olduğunuzda aslında her sorun birbirine eklemleniyor ve birini diğerinden ayırt edemiyorsunuz. Onun için AKDER kuruluşundan bu yana kadına yönelik şiddet, eğitim ve çalışma hakkı ve kadınların toplumsal hayatta karşılaştıkları zorluklarla alakalı pek çok alanda faaliyetlerde bulundu. AKDER’i belki de diğer pek çok kadın derneğinden ayıran nokta, yazılı çalışmalarının, raporlama faaliyetlerinin yoğun olması diyebilirim. Çünkü maalesef kadın hakları dernekleri genelde eyleme yönelik ama bunun arkasında kalıcı yazılı çalışma bırakmayan dernekler oluyor. AKDER bu açıdan biraz farklı. Bunun da etkisiyle 2008 yılında BM Ekonomik ve Sosyal Konseyine özel danışman statüsüyle üye oldu.
 
Türkiye’deki başörtüsü sorununun nasıl bir tarihî altyapısı var?
Başörtüsü, Cumhuriyet’in kadim bir meselesi. Modern seküler Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine kurulu olduğu temellere baktığımızda belli bir kadın ve erkek imajı görüyoruz. Gelenekten bağını çok koparmamış ama tamamen Batılı görünüşü olan, bu anlamda giydiği kıyafetten ziyade özellikle başını açmış, özgürleşmiş, çağdaşlaşmış, Batılılaşmış bir kadın imajı var karşımızda. Başörtüyü hep siyasal simge üzerinden tartıştık; fakat aslında “başı açık kadın” imajı Cumhuriyet’in ilk siyasal simgesi. Ancak toplumda başörtülüler-başı açıklar şeklinde iki ayrı kitle yok. Herkesin ailesinde başörtülü ve başı açık kimseler var. Ama kurucu elitler tarafından başörtüsü Cumhuriyet resmine zarar veren bir şey olarak kodlandı.
 
Geçen 11 yıllık süre içerisinde başörtüsü yasaklarında hangi noktaya geldik?
Türkiye’de çalışma, eğitim ve aile hayatında, sosyal hayatta kadınların pek çok sorunları var. Fakat başörtüsü yasağı kadınların uğradığı hak ihlallerini, yaşadıkları sorunları ikiye katlayan bir etki gösterdi. Dönüp baktığımızda, başladığımız noktadan belki de çok çok gerilere gittik. Çünkü şöyle bir durum var: Evet, yasak üniversite kapısında, devlet dairelerinde, askeriyede vs. başladı. Ama sonrasında özel sektörde de gerek imaj kaygısıyla gerekse de kâr amacıyla yansımaları oldu. Devlet eliyle uygulanan bir yasak var ama Türkiye’de özel sektör de hiçbir zaman bu yasağın dışında durmaz.
 
Başörtüsü yasağının kapsama alanı ve yaşanan mağduriyetler konusunda net istatistikler var mı?
İstatistikî bir veri yok elimizde. Yani bu yasak yüzünden kaç öğrencinin üniversiteyle ilişiğinin kesildiğini ya da kaç devlet memurunun görevden alındığını tespit edemiyoruz. Çünkü kılık kıyafet bir ilişik kesme gerekçesi olmadığı için tutanaklara ya devamsızlık ya da sınava girmemek olarak geçiyor. Ya da devlet memuruysa, emre itaatsizlikten işten çıkartılıyor. Ama elimizde TESEV’in 2006’da hazırladığı “Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset” isimli raporunda Türkiye’de kadın nüfusunun %62’sinin başını örttüğünü ortaya koyan bir veri var. Bu gayet objektif bir veri aslında. Şimdi düşünün ki böyle bir yasak var. %62’nin o kapıya gelmesine, o hakkı kullanmayı talep etmesine, kapıdan çevrilince de orada tutanak tutturmasına gerek yok. Geldiği takdirde kullanamayacak zaten bu hakkı. Mesela milletvekili seçimlerinde başörtülü bir kadın aday olamıyor. İlçe belediye meclislerinde dahi, seçilen sadece birkaç tane başörtülü aday oldu ve sonra istifa ettirildiler. Bu yasakla aslında böylesi kitlesel bir kadın dışlanması söz konusu. Bunun dışında her yıl yayınlanan Küresel Toplumsal Cinsiyet Haritası’nın son istatistiklerine göre Türkiye, 134 ülke arasında 125. sırada. Arap ülkeleri ya da çok daha geleneksel toplumlar dahi maalesef Türkiye’nin üzerinde yer alıyor.
Bir de şöyle bir durum var: Bazı ön yargılı çevreler “Başörtülü kadınlar eziliyor da başı açık kadınlar ezilmiyor mu?” diye bir soruyu önümüze getiriyorlar. Türkiye’de kadınların %62’si başörtülü diyelim. Bunun dışında bir de başı örtüsüz, güya yasaklara muhatap olmayan, imkanlar kendisine açık olan bir kesim var. Ama Meclis’te kadınların %9 oranında bir temsiliyeti var. Süleyman Demirel 1990’lı yıllarda Kürt sorunu önüne geldiğinde diyor ki: Ne yani biz Kürtlere kötü davrandık da Türklere iyi mi davrandık? Hakikaten devlet başörtülü kadınlara kötü davrandı da başı açık kadınlara çok mu iyi davrandı? Biz bu konuda hakikaten çok netiz. Türkiye’de kadın-erkek eşitliği konusunda ciddi sorunlarımız var. Ama dediğim gibi kadınların ilk etapta önünü kesen en büyük engel de maalesef başörtüsü yasağı.
 
Laikliğe aykırılık, kamusal alan ihlali, mahalle baskısı ihtimali gibi belli argümanlar ileriye sürülüyor başörtüsü yasağını gerekçelendirirken. Siz bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yasak kendisiyle birlikte pek çok argüman getirdi, ama bunların altı hakikaten boş. Bir kesim çıkıp, “Başörtüsü serbest kalırsa başı açıklar kendilerini baskı altında hissedecek” diyor. O zaman şimdi de başörtülüler mi baskı altında hissediyor? Kaldı ki 1998 öncesinde yüzlerce kadın üniversitelerde okuyordu ve biz bu mevzuyu hiç konuşmuyorduk bile. Yani aynı sınıfın içinde başörtülü bir öğrenci de oturuyordu başı açık da. Aralarında bir çatışma çıkmış da bu yasak o çatışmaya son vermeye, başı açık kadınların baskı altında olduğunu görüp onları baskıdan kurtarmaya çalışmış değil. Türkiye’de bir askerî müdahale oldu ve asker her zamanki gibi topluma şekil vermek istedi. Onun vermeye çalıştığı şekil de, Cumhuriyet’in o döpiyesli, başı açık kadın imajıydı. Böyle bir algı bizim hafızamızda 28 Şubat’la birlikte yaratıldı. Bu argüman, kadının bütün iradesini kırıyor. Çünkü buna göre bir kadın başını örtüyorsa zaten koca, baba, aile baskısıyla örtüyor, dolayısıyla başını örten kadının kendi iradesi yok. Açan kadının da kendi iradesi yok. Çünkü yanında başörtülü kadın olunca baskı altına giriyor. Yani kendine pozisyon alamayan; dışarıda gördüğü şeyler, kendisini baskı altına alan bir kadın algısı var.
 
Başörtüsü yasaklarında en işlevsel kavram herhalde kamusal alan kavramı. Danıştay’ın anaokulu öğretmeni Aytaç Kılınç’ın okula gelip giderken dışarıda başörtüsü takmasını “kötü örnek” olarak gösterdiği kararının, başörtüsünü sokakta yasaklamaya kadar vardırdığına şahit olduk. Kamusal alan nasıl bir heyula, sınırları var mı Türkiye’de?
Türkiye’ye her giren kavram bir mutasyona uğruyor adeta. Kamusal alan kavramını bu çağda ilk defa formüle edip sosyoloji literatürüne sokan Fransız Sosyolog Jurgen Habermas bu kavramı açık ve net bir şekilde ifade ediyor: Kamusal alan, devletin alanı değildir. Aksine toplumdaki her unsurun bir arada bulunduğu uçsuz, bucaksız bir alandır. Bizde ise bazı insanları belli yerlerden dışlamak için bir kavrama ihtiyaç vardı ve bu yerler kamusal alan ilan edildi. Türkiye’de bu kavram kesinlikle anlamından çok farklı bir şekilde kullanılıyor.
 
AK Parti tarafından yapılan ama kapatma davasıyla sonuçlanan başörtüsü düzenlemesinde “hizmet alan-hizmet veren” ayrımı gündeme geldi. Bu ayrımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu aslında o kadar absürt bir ayrım ki. Düşünün, biz şu ana kadar hiç başörtülü bir hâkim görmedik. Dolayısıyla başörtülü birisi bir hüküm vermemişken, ağzını açmamışken taraflı addediliyor. Ama başı açık bir kadın hâkim, ne karar verirse versin tarafsız olmuş oluyor. Bir yargılamada başı açık bir kadın, başörtülü bir hâkimin karşısında kendini taraflı bir yargılamaya teslim ettiğini hissediyorsa, ben de başörtülü bir kadın olarak başı açık bir hâkimin yanında hatta daha seküler bir erkeğin karşısında niye tarafsız hissedeyim? Başörtülü kadın üniversiteye girdiğinde kendini Kemalist hocalar karşısında baskı altında hissedebiliyor; ama başörtülü bir öğrencinin karşısında bir profesörün kendini baskı altında hissetmesi tolere edilmiyor. Kaldı ki İstanbul Üniversitesi Rektörü ve pek çok profesör bunu zımnen ya da direk ifade ettiler. “Benim karşıma başörtülü öğrenci gelirse eşit davranamam” dediler. Tarafsızlık bizim kıyafetimizden, dinî inancımızdan, dünyevi görüşümüzden vs. bağımsız olarak, icra ettiğimiz görevle alakalı bir şey. Birinin ön yargısını diğerinin hakkına önceliyoruz.
 
Genel olarak Türkiye’de etnik ya da mezhebî meselelerle ilgili hukuk ihlalleri konuşulduğunda azami derecede de olsa bir konsensüse varılabilirken, başörtüsü gündeme gelince genelde cümlelerin içerisine hep bir “ama” dâhil oluyor. Türkiye’de bir tür özgürlükler hiyerarşisi mi var?
Başörtüsü konusunda “sorunu görmeme” durumunu yaşıyoruz. Bugün mesela Kürt sorununun varlığını reddedenlere radikal gözle bakıp “Hayır bizim bir Kürt sorunumuz” var diyebiliyoruz. Ama hâlâ “Bizim bir başörtüsü sorunumuz var” diyemedik. Evet, bu başörtülü kadınlar kendine bir çözüm yolu(!) buldu. Kimisi evine geri çekildi. Kimisi her şeyi göze aldı, kendinden feragat ederek mesleğine, eğitimine geri döndü ama onlar da pek çok psikolojik sorun yaşıyorlar. Dolayısıyla sorun çözülmüş değil. Biz hâlâ kadın komisyonlarında bile bu sorunun adını koyamıyoruz. Bizim bir başörtüsü sorunumuz var ve bu, kadına yönelik bir ayrımcılık. Çünkü bu yasak sadece ve doğrudan kadını hedef alıyor. Aslında Türkiye’de bir demokratikleşme sorunu var ve bu sorunlardan hangisinde bir aşama kaydedersek öbürlerini de olumlu etki edecek.
 
Yasaklar ilk ortaya çıktığında bir sürü protesto gösterileri düzenlendi. Ama bu eylemler süreç içerisinde neredeyse durdu diyebiliriz. Hatta kimi çevreler bunu hükümette İslamcı çizgiden gelen bir parti olmasına bağladılar ve bunun da başörtüsünün bir siyasi simge olduğunu kanıtladığını söylediler. Sizce niye azaldı bu eylemler?
Aslında gündemimizden düşmesine imkan yok. Çünkü hatırlamak istemesek de bize her gün hatırlatılıyor. En ufak bir ilkokul toplantısına gidin, orada dahi karşılaşıyorsunuz. 11 yıllık bir yasak döneminden bahsediyoruz ve hiç kimse aynı kapıya 11 yıl boyunca gidemez. Mesela Cumartesi Anneleri’nin eylemleri yeniden başladı. 17.000 faili meçhul söz konusu. Cumartesi Anneleri’nin eylemleri Taksim’de her Cumartesi oluyor ve oraya katılan kişi sayısı genelde 50’yi geçmiyor. Şimdi oraya bakıp “Hani nerede bu faili meçhullerin aileleri, demek ki böyle bir sorun yok, demek ki bunlar yaygara koparmak için belli dönemler eylemler yaptı” diyebilir miyiz? Burada aslında bir bezginlik söz konusu. Uzun süreli hak ihlali mücadelelerinde karşılaşılabilen bu durumu maalesef biz de yaşıyoruz. Çünkü insan hakları öyle bir alan ki burada mücadele edersiniz ama karşılığını göremeyebilirsiniz de. Sadece soyut şeylerle, gündelik belli kazançlarla belki kendinizi motive edersiniz. O da olmadığı zaman derin bir bezginlik oluşur. Bu bütün insan hakları derneklerinin ortak hali. Türkiye’de başörtüsü sorunu çözüldü mü? Hayır. O zaman bu insanlar bu sorunu hâlâ yaşıyor. Ama her insan hakları sorunu gibi uzun vadede bezginliğe yol açmış bir sorun başörtüsü.
 
Başörtüsü yasağına karşı verilen hukuki mücadele nasıl bir seyir izledi bu süreç içerisinde?
2008’e gelene kadar ulusal mahkemelere davalar gitti ve oradan takipsizlikle sonuçlanan aleyhte sonuçlar çıktı. Sonrasında 2008’de AİHM’in Leyla Şahin davasında verdiği olumsuz bir karar oldu. Eğer başvurabileceğiniz yasal merciler tükeniyorsa bezginlik de had safhaya ulaşıyor. Bugün Türkiye’de gerek Meclis İnsan Hakları Komisyonu gerek başka birimler “Bize başvurun” diyor. Ama insanlar artık bu motivasyonu yakalayamıyorlar. İnsanlar artık dava açmak; davanın maddi yükünü, psikolojik yükünü çekmek istemiyor ve özellikle başörtülü kesimde çok ciddi bir öğrenilmiş çaresizlik hali var. Ne yapıyorsunuz? Alınmayacağınızı bildiğiniz yere gitmiyorsunuz. Bunu ben dahi yapıyorum. Bunun yanlış olduğunu biliyorum ama insan her zaman o kadar çelik sinirlere sahip olamıyor. Gidecek olursanız yine o aynı “-Giremezsin. -Neden giremem? -Şundan şundan dolayı.” gibi bilindik bir diyalog yaşanacak. Bu bir aptal diyaloğu aslında; sonu olmayan, sorusu olmayan, cevabı olmayan bir diyalog.
Başörtüsü sorununun çözümüne dönük algı özellikle 2008’de iktidar partisinin girişiminden sonra daha farklı bir yola evrildi. Çünkü öncesinde insanlar diyordu ki, Meclis’te böyle bir irade oluşursa bu yasak çözülür. Ama gördüler ki Meclis’te böyle bir irade oluşsa bile, 411 milletvekili buna el kaldırsa bile bu sorun artık çözülemeyecek. Türkiye’nin normal bir ülke olmadığını, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararla Meclis’in üzerinde yer aldığını ve bunun da aslında bir sistem sorunu olduğunu insanlara anlatamıyorsunuz. Bu karar topluma “Artık bu işi kimse çözemez” mesajı verdi. Bu kötü bir şey. Ancak biz hâlâ durumun kadına yönelik bir ayrımcılık, bir şiddet olduğunu ortaya koymaya devam ediyoruz. Bunu hâlâ söylediğimize göre bu yasak bitmedi. Bunu söyleyen tek kişi dahi kalmadığı gün deriz ki başörtüsü yasağı bitmiştir.
 
AKDER “28 Şubat Bin Yıl Süremez” isimli bir imza kampanyası başlatıyor. Bu kampanya ile ne hedefleniyor?
EMASYA protokolünün kaldırılmasının tartışıldığı süreçte, “28 Şubat’ın son tortusu EMASYA kaldırıldığı takdirde 28 Şubat bitmiş olacak” deniliyordu. Kampanya metni bunun üzerine ortaya çıktı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu “28 Şubat bin yıl sürecek” demişti. Biz de dedik ki “Eğer 28 Şubat’ın bin yıl sürmesini istemiyorsanız başörtüsü yasaklarını kaldırın”. Evet, EMASYA protokolü 28 Şubat’ın bir tortusu olabilir ama köşe taşlarından biri de başörtüsü yasağı ve bu yasak hâlâ dimdik ayakta. Bu yasağı, bu gündemde tutmak adına böyle bir metin kaleme aldık. Bizim yaşadığımız belki de en büyük handikap, sorunumuzun sorun başlıkları altında bile yer almaması. 28 Şubat’ın sondan bir önceki tortusu EMASYA, sonra da başörtüsü yasağı deyip bir sıraya koysalar belki de biz sıramızı bekleyeceğiz. Ama biz o sıralamaya bile giremiyoruz. Biraz da ironik bir şekilde “13 yıl bitti geriye 987 yıl kaldı” dedik. Ama hakikaten ne Türkiye’nin ne de başörtülü kadınların bekleyecek bir 987 yılı yok.

Paylaş Tavsiye Et