Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2006) > Yüzleşiyorum > Milletin sahibi kim?
Yüzleşiyorum
Milletin sahibi kim?
Mustafa Özel
ÖN­CE Cum­hur­baş­ka­nı ko­nuş­tu ve dev­le­tin be­ka­sı için ge­re­kir­se bi­re­yin inanç ala­nı­na mü­da­ha­le edi­le­bi­le­ce­ği­ni söy­le­di. Son­ra, yar­gı­ya açık mü­da­ha­le sa­yı­la­bi­le­cek bir ka­rar­la “Şem­din­li Sav­cı­sı” gö­re­vin­den alın­dı. En son Mec­lis Baş­ka­nı ko­nuş­tu ve dev­le­tin, mil­le­tin sa­hi­bi de­ğil, ko­ru­yu­cu­su ol­du­ğu­nu ha­tır­lat­tı. Ki­me? Ken­di­ni mil­le­tin hiz­met­çi­si de­ğil, efen­di­si sa­yan bü­rok­ra­si­ye!
Sü­ley­man De­mi­rel’in 12 Ey­lül son­ra­sın­da bir ga­ze­te­ciy­le ko­nuş­ma­sı­nı ha­tır­lı­yo­rum. (Bir ara Gü­neş ga­ze­te­si­ni yö­ne­ten Gü­ne­ri Cı­va­oğ­lu muy­du?) So­ru­lan bir so­ru­ya, ken­di­ne öz­gü müp­hem­lik­le şöy­le ce­vap ve­ri­yor­du De­mi­rel: “Dün­ya­da çok sa­yı­da mil­let ve her mil­le­tin bir or­du­su var­dır. Tür­ki­ye’de ise bir tek or­du ve o or­du­nun bir mil­le­ti var­dır!” Ge­le­nek­sel or­du-mil­let an­la­yı­şı­nın çok öte­sin­de, or­du­nun “sa­hip ol­du­ğu” bir mil­let­ten söz edi­yor­du De­mi­rel. İk­ti­dar­dan dü­şü­rül­müş bir si­ya­set­çi ola­rak, iğ­ne­le­yi­ci, eleş­ti­rel bir dil­le ko­nu­şu­yor­du. Bu­gün­se, iler­le­miş ya­şı­na rağ­men ik­ti­dar zev­ki­ni ye­ni­den tat­ma ara­yı­şın­da ol­du­ğun­dan, bü­rok­ra­si­nin Erol Taş tav­rı­nı des­tek­li­yor; hü­kü­me­te aba al­tın­dan so­pa gös­te­ri­yor. Hü­kü­met bü­tün bu olan bi­ten kar­şı­sın­da ne mi ya­pı­yor? Ha­zi­ran sa­yı­mı­za ka­dar bu­nu öğ­re­nip ya­za­ca­ğı­mı ümit edi­yo­rum!
Tür­ki­ye, So­ğuk Sa­vaş son­ra­sı dün­ya dü­ze­ni­nin en tu­tu­cu si­ya­sî re­ji­mi­ne sa­hip­tir. Çin ye­ni­len­di, Rus­ya ye­ni­len­di, Do­ğu ve Or­ta Av­ru­pa ye­ni­len­di; Tür­ki­ye hâ­lâ eze­lî kor­ku­la­rıy­la ya­tıp kal­kı­yor. Hâ­lâ, or­ga­nik Türk bi­re­yi­nin de­ğil; 19. yüz­yıl ka­fa­sıy­la üre­til­miş “ma­mul yurt­taş”ın pe­şin­de­yiz. Bu­nu yü­zey­sel bir de­mok­ra­si kı­lı­fı için­de meş­ru­laş­tı­rıp dev­le­tin öm­rü­nü uzat­ma­ya ça­lı­şı­yo­ruz. Mil­let­siz dev­let, ne­ye ve kim­le­re ya­ra­ya­cak­sa…
 
Ma­mul Yurt­taş­lar De­mok­ra­si­si
Fu­ku­ya­ma’nın li­be­ral de­mok­ra­si­nin ta­ri­hin so­nu­na de­la­let et­ti­ği­ne da­ir te­zi­ni ço­cuk­ça bul­sak da, de­mok­ra­si­nin “yurt­taş­la­rın ken­di ken­di­le­ri­ni ida­re et­tik­le­ri re­jim” ol­du­ğu­nu dü­şün­mek­ten ken­di­mi­zi ko­lay ko­lay ala­ma­yız. İyi ama, bu “yurt­taş­lar” ne­re­den gel­mek­te­dir? İn­san­lar yurt­taş ola­rak doğ­maz­lar. Bun­lar ma­mul ya­ra­tık­lar­dır. Ken­di­le­ri için özel bir ‘din’ imal edi­len ma­mul ya­ra­tık­lar.
Ru­so, 18. yüz­yıl or­ta­la­rın­da her yurt­ta­şın, ken­di­si­ne gö­rev­le­ri­ni sev­di­re­cek bir di­ne sa­hip ol­ma­sı­nın yö­ne­tim ba­kı­mın­dan çok önem­li ol­du­ğu­nu söy­lü­yor­du. Fa­kat bu din ta­ma­men me­de­nî (si­vil) bir ima­na da­yan­ma­lıy­dı: “Bu­nun hü­küm­le­ri­ni tes­pit et­mek hak­kı hâ­kim var­lı­ğa (ya­ni dev­le­te) ait­tir. Bun­lar di­nî ka­ide­ler de­ğil, top­lum­sal duy­gu­lar­dır. Bu duy­gu­lar bu­lun­ma­ya­cak olur­sa, ne iyi bir yurt­taş, ne de sa­dık bir teb’a ol­mak ka­bil­dir. Hâ­kim var­lık kim­se­yi bun­la­ra inan­ma­ya zor­la­ya­ma­mak­la be­ra­ber, bun­la­ra inan­ma­yan­la­rı dev­let sı­nır­la­rı dı­şı­na ko­va­bi­lir. Eğer bir kim­se bu hü­küm­le­ri her­ke­sin önün­de ka­bul et­tik­ten son­ra, kal­kar da bun­la­rı hi­çe sa­yar­sa, ölüm ce­za­sı­na çarp­tı­rıl­ma­lı­dır.”
Tek­rar ede­lim: Tıp­kı üç­gen, dört­gen, dai­re gi­bi; yurt­taş, ya­ni “öz­gür ve eşit bi­rey”, do­ğa­da bu­lun­maz; imal edil­me­si ge­re­kir. Li­be­ral bir de­mok­ra­si­de, dev­let bü­tün yurt­taş­la­rı­na bi­rey mu­ame­le­si yap­mak ve bü­tün bi­rey­le­re eşit dav­ran­mak ta­ah­hü­dün­de bu­lu­nur. Ne var ki, bu in­san­lar ön­ce­lik­le be­lir­li ai­le ve ce­ma­at­le­rin üye­le­ri­dir ve bu ce­ma­at­ler et­nik, sı­nıf­sal, di­nî ve­ya kül­tü­rel ba­kış açı­la­rıy­la bir­bir­le­rin­den ay­rı­lır­lar. Et­nik, sı­nıf­sal ve­ya di­nî ce­ma­at­ler bir ter­cih sis­te­mi te­sis eden de­ğer­ler ve dav­ra­nış öl­çü­le­ri ko­yar­lar. Ken­di­le­ri­ni kav­ra­yış­la­rı, bu öl­çü­ler ma­ri­fe­tiy­le ger­çek­le­şen in­san­lar, böy­le­ce ken­di­le­ri­ni be­lir­li bir ce­ma­at üye­li­ğiy­le öz­deş­leş­ti­rir­ler. Özet­le, li­be­ral yurt­taş­lı­ğın ta­nım­la­yı­cı vas­fı olan öz­gür ve eşit bi­rey­lik, in­san ha­ya­tı­nı doğ­ru­dan ve he­men bi­çim­len­di­ren ba­kış açı­la­rı­na ya­ban­cı­dır.
Li­be­ral de­mok­ra­si­le­rin te­mel kül­tür ve eği­tim me­se­le­si, da­ha doğ­ru­su çe­liş­ki­si bu nok­ta­dan kay­nak­la­nır. De­mok­ra­si, ço­ğun­lu­ğun gö­rü­şü­ne uy­mak de­mek­tir. Ama, li­be­ral de­mok­rat dev­let, bu ço­ğun­lu­ğu kül­tü­rel ba­kım­dan “ya­rat­mak” mis­yo­nu­nu üst­len­miş­tir. Li­be­ral de­mok­ra­tik dev­le­tin meş­ru­iye­ti, hat­ta biz­zat var­lı­ğı, hiz­met et­mek­te ol­du­ğu oy sa­hip­le­ri­ni mey­da­na ge­tir­me­de­ki ba­şa­rı­sı­na bağ­lı­dır. Mo­dern dev­let, yurt­taş imal et­me fab­ri­ka­sı­dır. İmal edi­len yurt­taş­lar da dev­let­le­ri ma­ri­fe­tiy­le “ken­di ken­di­le­ri­ni ida­re eder­ler!”
Bu si­vil (me­de­nî) eği­ti­mi top­lu­ma sun­mak, da­ha doğ­ru­su em­po­ze et­mek­le gö­rev­li baş­lı­ca iki ku­rum okul ile or­du­dur. İn­san­la­rın ce­ma­at ya­pı­la­rı­na bağ­lı­lık­la­rı­nı sür­dü­rüp eği­tim ku­rum­la­rı­na di­ren­dik­le­ri ül­ke­ler­de, öz­gür­lük ile eşit­li­ğin sı­nır­la­rı da­ral­tıl­mak­ta, böy­le­ce li­be­ral de­mok­rat dev­le­tin ye­ri­ni or­du-des­tek­li ya­rı de­mok­ra­tik re­jim­ler al­mak­ta­dır. Tür­ki­ye’de, mil­le­tin mec­li­si ta­ra­fın­dan se­çi­len bir (De­mi­rel’i sa­yar­sak, iki) Cum­hur­baş­ka­nı­nın, se­çil­dik­ten son­ra mec­li­se ve mil­le­te kar­şı ta­vır­la­rı, “de­mok­ra­si” yo­lun­da al­dı­ğı­mız me­sa­fe­nin çok iyi bir gös­ter­ge­si­dir!
Bu tür re­jim­ler, sı­kış­tık­la­rın­da mil­le­tin ve de­mok­ra­si­nin kar­şı­sı­na ulus­çu bir kis­vey­le çı­kar­lar. Ulus­çu ide­olo­ji bir ül­ke­nin kit­le­le­ri­ne bu şe­kil­de hâ­kim ol­du­ğu za­man top­lum­sal bir kuv­vet olur. İde­o­lo­ji­ler bir kez or­ta­ya çık­tı­lar mı, ken­di­le­ri­ne ait bir ha­yat sü­rer­ler. Bu sü­reç­te en faz­la kul­la­nı­lan, da­ha doğ­ru­su is­tis­mar edi­len kav­ram ise si­vil top­lum­dur. Do­ğu Av­ru­pa tec­rü­be­si­ni in­ce­le­yen Llo­be­ra’ya gö­re, ulus­çu­lu­ğun ge­liş­me­si­ni açık­la­ma­da si­vil top­lum kav­ra­mı sı­nıfkav­ra­mın­dan da­ha uy­gun­dur. “Yük­se­len bir si­vil top­lum, ulus­çu ha­re­ket­le­rin ba­şa­rı­sı­nın ön şar­tı­dır. Son ker­te­de, ulus­çu­lu­ğun mo­dern­lik­te­ki ba­şa­rı­sı, bü­yük öl­çü­de ulu­sun din­den te­va­rüs et­ti­ği kut­sal vas­fa ham­le­dil­me­li­dir. Ulus, özü iti­ba­riy­le ça­ğı­mı­zın dün­ye­vî­leş­ti­ril­miş tan­rı­sı­dır.”
Bu tan­rı­nın el­çi­le­ri, ulus­çu li­der­ler­dir. On yıl ön­ce Türk­me­nis­tan’ı zi­ya­ret et­ti­ğim­de bu­nun ne de­mek ol­du­ğu­nu ilik­le­ri­me ka­dar his­set­miş­tim. Bü­tün ül­ke­de her fır­sat­ta tek­rar­la­nan “Aba­dan­cı­lık” (Re­fah ve Kal­kın­ma) an­dı şöy­ley­di:
Halk, va­tan, Türk­men­ba­şı.
Eziz Türk­me­nis­tan, Ata va­ta­nım
Gur­ban bol­sun sa­na bu ca­nım-te­nim!
Eger de men sa­na ca­hil­ce şek ge­tir­sem
Goy me­nim elim gu­ru­sun!
Eger de men sa­na dil ge­tir­sem
Goy me­nim di­lim gu­ru­sun!
Eger de men Türk­me­nis­tan va­ta­nı­ma,
Pre­zi­den­ti­me dö­nük­lik et­sem
On­da goy me­nim öm­rüm kül bol­sun!
 
Türk Pe­res­troy­ka­sı Ne Za­man?
Sos­yo-po­li­tik sis­tem­ler be­lir­li uğ­rak­lar­da “ye­ni­leş­me kri­zi” ya­şar­lar. Bü­rok­ra­si­nin do­ğa­sın­dan kay­nak­la­nan bir kriz­dir bu. Esas­ta “ras­yo­nel” ya­ni akıl­cı, he­sa­ba, öl­çü­ye ge­lir bir sis­tem olan bü­rok­ra­si; bir sü­re son­ra ir­ras­yo­nel bir ka­rak­ter ka­za­nır. Yet­ki­len­di­ri­len bi­rey­ler, in­san do­ğa­sı ge­re­ği na­sıl bir sü­re son­ra had­le­ri­ni aşı­yor ve bir tür “kon­trol kri­zi”ne yol açı­yor­lar­sa; ay­nı şe­kil­de, yet­ki­len­di­ri­len bü­rok­ra­si bir sü­re son­ra yet­ki­le­ri­ni aşı­yor ve ken­di var­lı­ğı­nı dev­let ve mil­let var­lı­ğı­nın önü­ne koy­ma­ya baş­lı­yor. Bu aşa­ma­ya ge­lin­di­ğin­de, söz ko­nu­su sos­yo-po­li­tik sis­te­min ye­ni­leş­me ih­ti­ya­cı ce­vap­sız ka­lı­yor.
Bü­rok­ra­si­nin bü­yük ma­ri­fe­ti(!), bu uğ­rak­lar­da doğ­ru so­ru­yu sor­durt­ma­ma­sı­dır. Ga­ze­te­ler­de say­fa say­fa atış­ma­lar, te­le­viz­yon ka­nal­la­rın­da ge­ce ya­rı­la­rı­na ka­dar sü­ren tar­tış­ma­lar gö­rür­sü­nüz. So­ru yan­lış olun­ca, ve­ri­len ce­vap ne ka­dar doğ­ru olur­sa ol­sun, sad­ra şi­fa ol­mu­yor! Dost düş­man her­kes bi­li­yor ki, bu top­rak­lar üze­rin­de yak­la­şık bin yıl­dır sü­re­ge­len bir Türk yö­ne­tim ge­le­ne­ği var­dır. Sel­çuk­lu, Os­man­lı ve Cum­hu­ri­yet ev­re­le­ri, bu ge­le­ne­ğin üç ana hal­ka­sı­nı oluş­tu­rur. Bu ge­le­nek yak­la­şık 200 yıl­dır “ye­ni­leş­me kri­zi” ya­şı­yor. Ya­ni 200 yıl­dır, bü­rok­ra­si doğ­ru so­ru­yu sor­durt­mu­yor.
Son 200 yı­lın sos­yo-po­li­tik re­form ve­ya mü­da­ha­le­le­ri­ne kuş ba­kı­şı göz atar­sak, şun­la­rı gö­rü­rüz: 1808 (Se­ned-i İt­ti­fak), pa­di­şa­hın bir­ta­kım yet­ki­le­ri­nin ye­rel bey­le­re (âyan­la­ra) dev­re­dil­me­si; 1839 (Tan­zi­mat Fer­ma­nı), gay­ri­müs­lim­le­rin sis­tem için­de­ki si­ya­sî ko­num­la­rı­nın iyi­leş­ti­ril­me­si; 1856 (Is­la­hat Fer­ma­nı), gay­ri­müs­lim­le­rin da­ha faz­la si­ya­sî güç­le do­na­tıl­ma­sı; 1876 (Bi­rin­ci Meş­ru­ti­yet), pa­di­şa­hın ba­zı yet­ki­le­ri­nin bir mec­li­se dev­re­dil­me­si; 1908 (İkin­ci Meş­ru­ti­yet), mec­li­si ça­lış­tır­ma­yan pa­di­şa­hın hâl­li ve ye­ni bir mec­lis; 1923 (Cum­hu­ri­yet), sal­ta­nat­tan halk ida­re­si­ne ge­çiş; 1960 (27 Ma­yıs) hal­kın yö­ne­ti­me aşı­rı il­gi­si­ne ilk bü­yük tır­pan; 1971 (12 Mart) ve 1980 (12 Ey­lül), 27 Ma­yıs’ın yol aç­tı­ğı sol ik­ti­dar yö­ne­liş­le­ri­nin tır­pan­lan­ma­sı; 1997 (28 Şu­bat), din­dar­la­rın ik­ti­dar ara­yış­la­rı­na tır­pan. Bü­tün bu mü­da­ha­le­le­rin so­nuç­suz, en azın­dan ve­rim­siz kal­dı­ğı, sa­de­ce son mü­da­ha­le­nin bi­lan­ço­sun­dan bel­li­dir: 28 Şu­bat mü­da­ha­le­si, ül­ke­yi Cum­hu­ri­yet ta­ri­hi­nin en şid­det­li eko­no­mik kri­zi­ne sü­rük­le­di; hor­tum­cu­la­rı en yük­sek ik­ti­dar ma­kam­la­rı­na ta­şı­dı; beş yıl için­de dış borç­la­rı iki­ye, iç borç­la­rı ye­di­ye kat­la­dı.
Bü­rok­ra­tik mü­da­ha­le­le­rin böy­le­si­ne ba­şa­rı­sız ol­ma­sı tek­nik bir me­se­le de­ğil­dir. Ba­kış­la, zih­ni­yet­le il­gi­li­dir. Bü­rok­ra­si­miz 200 yıl­dır doğ­ru so­ru­yu sor­durt­mu­yor! Yu­ka­rı­da­ki bü­tün mü­da­ha­le­ler­de hep şu so­ru­nun ce­va­bı aran­mış­tır: “Dev­le­ti na­sıl kur­ta­ra­bi­li­riz?” Dev­le­tin kim­den kur­ta­rıl­ma­ya ça­lı­şıl­dı­ğı bir ya­na, so­rul­ma­sı ge­re­ken asıl so­ru şu­dur: “Mil­le­ti na­sıl kur­ta­ra­bi­li­riz?” Mil­let akıl dı­şı en­gel­ler­den, pran­ga­lar­dan kur­tul­ma­lı ki üret­ken ol­sun. Et­ki­li bir dev­let, an­cak üret­ken bir mil­le­tin omuz­la­rı üs­tün­de yük­se­le­bi­lir. Omuz­la­ra sa­vaş açan bir dev­let, “baş” ol­du­ğu­nu ki­me an­la­ta­bi­lir ki?
Rus­ya da bir­kaç asır­dır ye­ni­leş­me kri­zi ya­şı­yor. Ce­vap­lar­dan bi­ri 1917 dev­ri­mi ol­du. Bü­rok­ra­tik elit şu ger­çe­ği fark et­miş­ti: Rus­ya’yı güç­ten dü­şü­ren, Ja­pon­lar kar­şı­sın­da bi­le ye­nil­gi­ye uğ­ra­ma­la­rı­na yol açan ana fak­tör, “ka­pi­ta­list me­ta ağ­la­rı”dır. Rus­ya’yı bu ağın dı­şı­na çı­kar­ma­dık­ça, güç­len­dir­mek müm­kün ol­ma­ya­cak­tır. Bü­rok­ra­tik irâ­de böy­le te­cel­li et­me­sey­di, sos­ya­lizm “bir ay­dın has­ta­lı­ğı” ol­ma­ya de­vam eder­di. Ulus­la­ra­ra­sı sos­ya­lizm, ger­çek­te Rus­ya’nın ulu­sal kur­tu­luş pro­je­siy­di.
Türk bü­rok­ra­si­si düş­ma­nı dı­şa­rı­da de­ğil, içe­ri­de ara­dı. İçin­de pran­ga­ya vu­rul­du­ğu­muz ger­çek ka­pi­ta­list me­ta ağ­la­rı­mız yok; fa­kat her mü­da­ha­le­de ısı­tıp ka­mu­oyu­na sun­du­ğu­muz ha­ya­lî ir­ti­ca ağ­la­rı­mız var­dı. Rus­lar 70 yıl son­ra, ka­pi­ta­list sis­tem­den ka­çı­şı abart­tık­la­rı­nı ka­bul edip ye­ni­den ya­pı­lan­ma yo­lu­na gir­di­ler. Biz­dey­se her cid­di ye­ni­leş­me ara­yı­şı “Pre­zi­den­ti­mi­ze dö­nük­lik” sa­yı­lıp te­pe­le­ni­yor.
 
Türk­çü-İs­lam­cı­lar­la Dert­leş­me
Bü­rok­ra­si­nin bü­tün yan­lış mü­da­ha­le­le­ri­ni meş­ru­laş­tı­ran tıl­sım: Ulus­çu­luk. De­ğil mi ki efen­di­le­ri­miz her şe­yi “Va­ta­nın ve Mil­le­tin” kur­tu­lu­şu için ya­pı­yor­lar; o hal­de na­sıl iti­raz ede­bi­li­riz? Ulus­çu­luk, din­dar in­san­lar­da bi­le ikin­ci bir ta­bi­at ha­li­ne gel­di. Di­ni, mil­let­leş­me­de cid­di bir un­sur say­ma­yan ve­ya ken­di ha­ya­tın­da di­ne yer ver­me­yen ulus­çu­la­ra söy­le­ne­cek faz­la söz yok­tur. Ne söy­le­se­niz, “kel­lim kel­lim la yen­fa!” Fa­kat hem di­nî inan­cı­nı cid­di­ye alan, hem de mo­dern ulus­çu ide­olo­ji­nin bü­yük bir mil­le­ti asır­lar­dır par­ça­la­mak­ta ol­du­ğu­nu, bu­gün­se da­ha kü­çük par­ça­la­ra ay­rıl­ma­nın eşi­ği­ne gel­di­ği­mi­zi gör­me­yen­le­re ne de­me­li?
Ba­ban­za­de Ah­met Na­im, İkin­ci Meş­ru­ti­yet ile Cum­hu­ri­yet ara­sı yıl­lar­da şun­la­rı ya­zı­yor­du: “Irk­çı­lık, bir ca­hi­li­yet dev­ri da­va­sı­dır. Özel­lik­le he­men he­men bü­tün İs­lam di­ya­rı kü­für di­ya­rı­na dö­nüş­müş­ken bu­ra­da­ki bir avuç Müs­lü­ma­nın “ben Tür­küm, ben Ara­bım, ben Kür­düm, ben La­zım, ben Çer­ke­zim” gi­bi id­di­a ve se­bep­ler­le bir­bir­le­ri­ne kar­şı olan sev­gi ve dost­luk bağ­la­rı­nı zer­re ka­dar gev­şet­me­le­ri -he­le düş­man­la­rı­mı­zın te­ca­vüz aya­ğı tâ kalp­gâ­hı­mı­za bas­tı­ğı bir sı­ra­da- cin­net­tir ve mil­lî asa­bi­yet bay­ra­ğı­nı el­le­rin­de tu­tan­la­rın al­dı­ğı mâ­na­ca da va­tan­per­ver­li­ğe ay­kı­rı­dır. Türk­çü­lük ulu­la­rı­nı iki­ye bö­lün­müş gö­rü­yo­ruz: Bir­ta­kı­mı ha­lis ‘Türk­çü’, di­ğer ta­kı­mı ise ‘Türk­çü-İs­lam­cı’dır. Ha­lis Türk­çü­ler ye­ni bir mef­kû­re ih­das et­mek, ye­ni bir iman ile ye­ni bir ka­vim, ye­ni bir mil­let mey­da­na ge­tir­mek id­di­asın­da­dır­lar. Türk­çü-İs­lam­cı­lar ise ne ser­den, ne yâr­dan ge­çi­yor­lar. Bi­rin­ci­ler­le mü­na­ka­şa et­me­yi abes gö­rü­yo­ruz. Açık­la­mak is­te­dik­le­ri şey, açık­ça din­siz­lik mef­kû­re­si­dir. Biz yal­nız ‘Türk­çü-İs­lam­cı’lar­la dert­le­şe­bi­li­riz. Bun­lar di­nî ima­nın ya­nı ba­şın­da bir de mil­lî iman ika­me edi­yor­lar.”
Di­nî iman ile mil­lî ima­nın (ço­ğu za­man Arap­lar­da ve­ya Çin­li­ler­de ol­du­ğu gi­bi) ör­tüş­me­si du­ru­mun­da me­se­le yok­tur. Ba­ban­za­de’nin yaz­dı­ğı yıl­la­ra ka­dar Türk­ler de böy­ley­di. Bir Av­ru­pa­lı, Müs­lü­man ol­du­ğu za­man, “Türk ol­du!” de­nir­di. Türk­lük, içi­ne gi­ri­len bir şey­di. Di­nî muh­te­va­sın­dan ko­pa­rıl­dık­ça, için­den çı­kı­lan bir şe­ye dö­nü­şü­yor.
Doğ­ru so­ru­yu sor­durt­ma­yan bü­rok­ra­si, bu çı­kı­şın sos­yo-po­li­tik ma­li­ye­ti­ni dü­şü­ne­mi­yor!

Paylaş Tavsiye Et