Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2006) > Yüzleşiyorum > Oruçla millet olmak
Yüzleşiyorum
Oruçla millet olmak
Mustafa Özel
ORUÇ ru­hun be­den, ak­lın nefs üze­rin­de­ki za­fe­ri­dir. Da­ha doğ­ru­su, bu za­fe­re doğ­ru ka­rar­lı bir yü­rü­yüş­tür. Yıl­da bir ay gi­bi, mo­dern öl­çüt­ler­le uzun sa­yı­la­bi­le­cek bir sü­re için­de, be­de­nin zevk ve ar­zu­la­rı­na söz ge­çir­me tem­ri­ni­dir. Os­man­lı es­na­fı­nın ba­şu­cu ki­ta­bı olan fü­tüv­vet­nâ­me­ler, akıl ile nefs ara­sın­da­ki bu çar­pış­ma­yı şöy­le tas­vir eder­ler­di:
 
Gön­lüm ol­di bir za­man hay­ran ü deng
Ak­lum ile nef­süm ara­sın­da ceng
 
Ak­lum ey­dür pes ta­leb it­mek ge­rek
Ar­zu­dan Hakk yo­lı­na git­mek ge­rek
 
Nef­süm ey­dür Ba­ye­zid mi ola­sın
Gü­ne­şi kan­da elü­ne ala­sın
 
Ak­lum ey­dür Ba­ye­zid’i ya­ra­dan
Sa­na di­di mi ki çık­dum ara­dan
 
De­me­di el­bet. Ev­re­ni ya­rat­tık­tan son­ra din­len­me­ye çe­ki­len Tan­rı, “ar­zu­dan Hakk yo­lu­na git­me­ye” ni­ye­ti ol­ma­yan­la­rın te­mel­siz ta­sav­vu­ru­dur. Ya­ra­da­nı ara­dan çı­kar­mak, in­sa­nı ta­bi­at üze­rin­de he­sap­sız bir ha­ki­mi­ye­te ta­şı­mak için­di. Tan­rı kö­şe­si­ne çe­kil­miş­se, her şey mü­bah­tı. Ta­bia­tın da, in­sa­nın da ca­nı­na oku­ya­bi­lir­di­niz ar­tık. Kla­sik dü­şü­nür, şa­ir ve bil­gin­le­ri­miz ise kim­se­nin ca­nı­na oku­ma­ya he­ves­li de­ğil­di­ler. On­lar için mü­him olan, ça­lı­şıp ça­ba­la­yıp “can sır­rı­na var­mak”tı:
 
İş­bu Vü­cud şeh­ri­ne bir dem gi­re­sim ge­lir
İçin­de­ki Sul­tan’ın yü­zün gö­re­sim ge­lir
 
İşi­di­rim sö­zü­nü gö­re­me­zem yü­zü­nü
Yü­zü­nü gör­mek­li­ğe ca­nım ve­re­sim ge­lir
 
Mis­kin Yu­nus’un nef­si dört ta­bi­at için­de
Aşk ile can sır­rı­na pin­han va­ra­sım ge­lir.
 
Mo­dern­lik, ila­hî­nin ye­ri­ne be­şe­rî­yi mut­lak­laş­tır­ma gi­ri­şi­mi­dir. Bu gi­ri­şim be­lir­li bir ba­şa­rı ka­za­nın­ca, “tem­bel tan­rı” ta­sav­vu­ru­na bi­le ih­ti­yaç kal­ma­dı. Gü­nü­mü­zün Türk ay­dı­nı, ken­di ese­ri ol­ma­yan böy­le bir gi­ri­şi­min se­vim­siz tak­lit­çi­si­dir. Oruç, te­ra­vih, bay­ram gi­bi kav­ram­lar onun için ar­tık bi­rer hu­ra­fe­den iba­ret­tir. Mo­dern­lik hu­ra­fe­si, hiç­bir in­sa­nüs­tü ha­ki­ka­te ha­yat hak­kı ta­nı­mı­yor.
Ka­dîm ge­le­nek­ler, Tan­rı’nın mut­lak ve ke­sin­ti­siz var­lı­ğı­nı her an his­set­ti­ren inanç ve fi­kir sis­tem­le­riy­di. İs­lam, bu ge­le­nek­le­rin zir­ve­siy­di: Al­lah’a tam ve mut­lak tes­li­mi­yet öğ­re­ti­si. Bu Ül­ke’de he­nüz Yu­nus’un se­si işi­ti­lir iken, Mo­dern­lik hu­ra­fe­si­nin az çok et­ki­sin­de kal­mış dü­şü­nür­le­ri­miz bi­le fü­tüv­vet­na­me­le­rin ko­ku­su­nu his­se­dip, his­set­ti­re­bi­li­yor­lar­dı. Me­se­la, “ulus­çu ide­olo­ji­nin ki­ta­bı­nı ya­zan!” Zi­ya Gö­kalp, 22 Ekim 1908’de Di­yar­ba­kır’da yaz­dı­ğı Oruç baş­lık­lı şi­i­rin­de “akıl ile nefs ara­sın­da­ki cen­gi” şöy­le tas­vir edi­yor­du:
 
Nef­si­mi­zin iyi, kö­tü her em­ri­ne uyar­ken
Yıl­da bir ay sen ge­lir­sin bi­zi ir­şâd et­me­ye
Hep baş­la­rız gön­lü­mü­ze kar­şı ci­hâd et­me­ye
 
   Bir­kaç gün bu sa­vaş­ta bi­raz güç­lük du­yar­ken
O güç­lük­ler ko­lay­la­şır nef­si­mi­zi ye­ne­riz
Hay­rın şer­den da­ha ka­vî ol­du­ğu­nu de­ne­riz.
 
Bir in­san ki kar­şı ko­yar su­suz­lu­ğa aç­lı­ğa
Nef­sin­de­ki ar­zu­la­rı alt et­me­ye ça­lı­şır
Ha­ya­li­nin diz­gi­ni­ni zabt et­me­ye alı­şır.
 
Ar­tık ki­bir, ta­mah gi­bi bir ma­ne­vî ka­sır­ga
Ka­ya­lar­dan muh­kem olan o ti­ne­ti sar­sa­maz
Ar­tık vic­dan cen­ne­ti­ne İb­lis ayak ba­sa­maz.
 
 
Has­sa­si­ye­tin Kay­na­ğı: Din
Yah­ya Ke­mal on yıl ka­dar son­ra İs­tan­bul’da ben­zer bir bağ­la­nı­şa şa­hit ol­muş, nur sa­çan bir top­lu­lu­ğun ey­le­mi­ne ka­tıl­ma­mış ol­ma­nın giz­li utan­cı­nı ya­şa­mış­tı:
 
Top gür­le­yip oruç bo­zu­lan lâh­za­dan be­ri,
Bir nur­lu neş’e kap­la­dı ker­piç­ten ev­le­ri.
 
Yâ­rab na­sıl fe­rah­lı bu âlem, na­sıl te­miz!
Ten­hâ so­kak­ta kal­dım oruç­suz ve neş’esiz.
 
Bu has­sa­si­ye­tin kay­na­ğı, de­rin bir di­nî şu­ur idi. Di­yar­ba­kır’dan İs­tan­bul’a (Bu­ha­ra’dan Bos­na’ya, Bağ­dat’tan Tu­nus’a) ka­dar yüz mil­yon­lar­ca in­san, oruç sa­ye­sin­de bir MİL­LET ol­duk­la­rı­nı tec­rü­be ede-gel­miş­ler­di. Gö­kalp’in ke­li­me­le­ri­ni ödünç alır­sak, oruç Hint­li, Fars, Türk, Arap, Boş­nak de­me­den bu in­san­la­rı ye­di­den yet­mi­şe ir­şad edi­yor, hep bir­lik­te nef­se kar­şı ci­ha­da kal­dı­rı­yor­du. Ha­yal­le­ri­nin diz­gin­le­ri­ni zap­tet­me­ye alış­tı­rı­yor; ki­bir, ta­mah gi­bi ma­ne­vî ka­sır­ga­lar kar­şı­sın­da sar­sıl­ma­yan bir çı­na­ra dö­nüş­tü­rü­yor; böy­le­lik­le, vic­dan­la­rı­nın cen­ne­ti­ne İb­lis ayak ba­sa­mı­yor­du.
Gö­kalp’ten ne­re­dey­se 100 yıl son­ra, ay­nı duy­gu­lar­la ya­zı­yo­rum ben de. Ve ay­nı umut­lar­la. Tra­fi­ğin arap­sa­çı­na dön­dü­ğü şu İs­tan­bul’a ba­kın: İf­tar sa­at­le­rin­de en iş­lek cad­de­ler bi­le bom­boş. Şe­hir aha­li­si ade­ta so­kak ve cad­de­le­ri ter­ke­di­yor, Of’lu de­yi­şiy­le “ti­rek Al­lah’a bağ­la­nı­yor”. El­ham­dü­lil­lah!
Yah­ya Ke­mal de, Atik-Val­de’den ge­çer­ken ay­nı bağ­la­nı­şa şa­hit ol­muş­tu. Ken­di­si oruç­suz ol­du­ğun­dan, bir yan­dan utanç duy­muş, di­ğer yan­dan yurt­taş­la­rı­nın ma­ne­vî sıh­ha­ti­ne im­ren­miş­ti. Be­nim­se içim içi­me sığ­mı­yor if­tar vak­ti cad­de­le­ri hız­la ge­çer­ken. Oruç sa­de­ce ahi­re­te odak­lı bir tem­rin ol­mak­tan çı­kı­yor, ade­ta Türk mil­le­ti­nin ta­ri­he ak­tif ka­tı­lı­mı­nın tes­ci­li ha­li­ne ge­li­yor. Oruç do­la­yı­sıy­la in­san­lar ke­net­le­ni­yor; oruç­tan uzak du­ran­lar, mil­le­te de uzak du­ru­yor. Ni­te­kim Yah­ya Ke­mal bu duy­gu­yu da de­rin­den his­set­miş ol­ma­lı ki, şi­i­ri­ni şöy­le sür­dü­rü­yor:
 
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı
 
Evet gur­bet, mil­le­te uzak düş­mek­tir. Şim­di ar­tık bu has­sa­si­ye­te sa­hip oruç­suz şa­ir­le­ri­miz yok. Şim­di­ki­ler oruç tut­mu­yor, öz­gür­lü­ğü yü­cel­ten şi­ir­ler ya­zı­yor­lar. Yü­celt­tik­le­ri öz­gür­lük, me­ta­fi­zik de­rin­li­ği ol­ma­yan; sa­de­ce be­den­sel haz­la­ra odak­lı bir öz­gür­lük­tür. Bu tür­den öz­gür­lü­ğü 12 yıl elin­den alı­nan Boş­nak dü­şü­nür ve dev­let ada­mı Ali­ya İz­zet­be­go­viç, zin­dan­da bi­le oruç tu­ta­rak öz­gür­lü­ğün zir­ve­si­ne ulaş­tı­ğı­nı his­se­di­yor­du:
“Oruç mün­ha­sı­ran in­sa­nî bir se­çim­dir; sa­de­ce in­san­la­ra öz­gü­dür. Hay­van­lar da yi­ye­cek yer; fa­kat sa­de­ce in­san oruç tu­ta­bi­lir. Oruç, in­san­la hay­van ara­sın­da­ki far­kı açık­ça or­ta­ya ko­yar. Ye­me, bir zor­la­ma­ya, bir ta­bi­at ka­nu­nu­na uya­rak ya­pı­lır. Oruç ise ira­de­nin en yük­sek ifa­de­si­dir; bir öz­gür­lük fi­ili­dir. Oru­cun en bü­yük an­la­mı, her­han­gi bir tıb­bî se­bep­ten zi­ya­de bu öz­gür­lük­tür.” (Öz­gür­lü­ğe Ka­çı­şım, s. 214.)
 
 
Ra­ma­zan, Ço­cuk­la­rın­dır!
Öy­le ol­ma­say­dı, her­kes ken­di ço­cuk­lu­ğu­nun Ra­ma­za­nı­nı bu ka­dar abart­maz, bal­lan­dı­ra bal­lan­dı­ra an­lat­maz­dı... İl­ko­kul dört­tey­ken tam 28 gün oruç tut­tu­ğu­mu ha­tır­lı­yo­rum. Bu he­sap­la, üçün­cü sı­nıf­ta 10-15, ikin­ci sı­nıf­ta 3-5, bi­rin­ci sı­nıf­ta da 1-2 gün oruç tut­muş ola­bi­li­rim. Şim­di da­ha er­ken yaş­ta baş­la­yan ve da­ha faz­la sa­yı­da oruç tu­tan ço­cuk­lar var. Oruç­luy­ken en çok su­sa­dı­ğı­mı ha­tır­lı­yo­rum. Ba­kı­yo­rum, ço­cuk­la­rım da öy­le. Oğ­lum Ta­ha İs­met bir de­fa­sın­da müt­hiş su­sa­mış­tı; gün için­de bir­kaç de­fa su­ya dav­ran­dı, gü­lüş­tük, vaz­geç­ti. Do­kuz ya­şın­day­dı ga­li­ba. O ak­şam otu­rup bir şi­ir yaz­dı. Kı­ta­lar­dan bi­ri şuy­du:
 
Oruç gül gi­bi­dir,
Al­lah’ın em­ri­dir,
Sa­kın boz­dum zan­net­me,
Oru­cum oruç.
 
Ço­cuk­la­rın cen­net bağ­la­rın­dan bi­rer çi­çek ol­du­ğu­na da­ir me­ta­fo­run kay­na­ğı­nı ha­tır­la­mı­yo­rum. Fa­kat Ali­ya’nın zin­dan not­la­rın­da­ki şu de­ğer­len­dir­me, böy­le dü­şün­mek için her­han­gi bir kay­na­ğa ih­ti­yaç his­set­tir­mi­yor:
 
“Ço­cuk­lar ye­tiş­kin­ler­den da­ha in­san­dır. Ço­cuk­lar en çe­ki­ci ve en muk­ni özel­lik­le­re, ira­de ve duy­gu­la­rın ken­di­li­ğin­den­li­ği­ne sa­hip­tir­ler. İn­san­lar bü­yür­ken ‘in­san­lık’la­rın­dan bir kıs­mı­nı, Cen­net’ten be­ra­ber­le­rin­de ge­tir­dik­le­ri şe­yin bi­ra­zı­nı kay­be­der­ler. İn­san ya­şa­dık­ça ha­yat kay­na­ğın­dan gi­de­rek uzak­la­şır. ‘Her in­sa­nın zi­yan­da olu­şu­nun’ se­be­bi bu­dur.” (s. 11.)
 
İn­sa­nın ana­yur­du dün­ya de­ğil, Cen­net’tir. Ora­da, ila­hî öğüt ve ta­li­ma­ta uy­gun ya­şa­say­dı, dün­ya gur­be­tin­de ya­şa­ma­ya hü­küm giy­me­ye­cek­ti. Fa­kat ara­ya İb­lis gir­di ve söz­leş­me­yi boz­du. Tek­rar Cen­net’e dö­ne­bil­me­si için ak­di ye­ni­le­me­si ge­re­kir. Bu ger­çe­ğin bi­lin­cin­de olan din­dar fi­lo­zof Ami­el, 16 Tem­muz 1848’de gün­lü­ğü­ne şu not­la­rı ya­zı­yor­du:
 
“İh­ti­yaç duy­du­ğu­muz tek şey var: Tan­rı’ya sa­hip ol­mak. His­set­ti­ği­miz her şey, bü­tün akıl ve ruh kuv­vet­le­ri­miz, bü­tün ha­ri­cî kuv­vet­le­ri­miz, Tan­rı’ya yak­laş­ma­nın sa­yı­sız yol­la­rı, Tan­rı’yı tat­ma­nın ve O’na ta­pın­ma­nın sa­yı­sız bi­çim­le­ri­dir. Kay­be­di­le­bi­le­cek her şey­den ken­di­mi­zi sı­yır­ma­yı, mut­lak ve ebe­dî ola­na mut­lak bağ­lan­ma­yı ve ge­ri­ye ka­la­nı bir borç, ge­çi­ci bir me­ta ola­rak gör­me­yi öğ­ren­me­li­yiz. Sev­mek, an­la­mak, ka­bul et­mek, his­set­mek, ver­mek, ha­re­ket et­mek: İş­te ya­sam, gö­re­vim, sa­ade­tim, cen­ne­tim. Gel­sin ne ge­le­cek­se- is­ter­se ölüm ol­sun. Ken­din­le sulh için­de ol sa­de­ce, Tan­rı’nın hu­zu­run­da ya­şa, O’na ka­tıl ve va­ro­lu­şun reh­ber­li­ği­ni ken­di­le­ri­ne kar­şı hiç­bir şey ya­pa­ma­ya­ca­ğın ev­ren­sel güç­le­re bı­rak. Eğer ecel müh­let ve­rir­se ba­na, ne âlâ. Yok eğer ölü­mün da­ve­ti ya­kın­sa, ge­ne ne âlâ; eğer ya­rı-ölüm alır­sa be­ni, ne âlâ ge­ne, zi­ra ba­şa­rı yo­lu­nun ba­na ka­pa­lı ol­ma­sı, bel­ki kah­ra­man­lık yo­lu­nun, ah­lâ­kî yü­ce­lik ve tes­li­mi­yet yo­lu­nun önüm­de açıl­ma­sı de­mek­tir. Her ha­ya­tın yü­ce­lik po­tan­si­ye­li var­dır ve Tan­rı’nın dı­şın­da ol­mak im­kân­sız ol­du­ğun­dan, en iyi­si şu­ur­lu ola­rak O’nda ya­şa­mak­tır.”
Tan­rı’nın dı­şın­da ol­ma­nın im­kân­sız­lı­ğı­nı en iyi bi­len­ler ço­cuk­lar­dır. Fi­lo­zof­luk, ço­cuk­ta­ki bo­zul­ma­mış Cen­net bi­lin­ci­ni dev­şir­me­ye yö­ne­lik bir atı­lım­dan baş­ka ne­dir? Ger­çek bil­gi ço­cuk­ta­dır ve fel­se­fe (fi­lo-so­fi­ya) bil­gi aş­kı de­mek­tir. Mo­dern za­man­lar­da, fel­se­fe­nin (da­ha son­ra da bi­li­min) ‘Bil­gi’ye du­yu­lan sev­gi de­ğil de, bil­gi­nin ken­di­si ol­du­ğu veh­me­dil­di. Mo­dern­lik, in­sa­nın koz­mik ta­ri­hin­de ikin­ci dü­şü­şü tem­sil edi­yor. Bi­rin­ci­si Cen­net’ten dü­şüş­tü; ikin­ci­si, Cen­net bi­lin­cin­den ko­puş.
 
 
Oruç­la İn­san Ol­mak!
Oruç, be­den­sel haz­la­ra hük­met­mek su­re­tiy­le, bir sü­re­li­ği­ne de ol­sa Cen­net’in ko­ku­su­nu his­set­me­ye yö­nel­mek­tir. Böy­le bir ifa­de­nin mo­dern in­san ta­ra­fın­dan kav­ra­nıl­ma­sı­nın çok zor ol­du­ğu­nu bi­li­yo­rum. Mo­dern ha­yat, in­sa­nın de­ğil eş­ya­nın ha­ki­mi­ye­ti­ne gir­miş bir ha­yat­tır. Üs­te­lik, dün­ya­mı­zı tı­ka ba­sa dol­du­ran nes­ne­le­rin bü­yük bö­lü­mü ar­tık ya­pay­dır. Da­ha önem­li­si, ya­pay­lık nes­ne­le­rin for­mun­dan cev­he­ri­ne (mad­de­si­ne) geç­miş bu­lun­mak­ta­dır. Plas­tik, ya­pay­lık­ta eri­şi­len dü­ze­yi gös­te­ri­yor. Ma­ki­ne­ler ar­tık sa­de­ce bi­rer alet de­ğil, in­san akıl ve be­de­ni­nin ye­ri­ni tut­ma­ya baş­la­yan ‘ze­ki’ ya­ra­tık­lar ha­li­ne gel­mek­te/ge­ti­ril­mek­te­dir. Ve bü­tün bun­lar sa­de­ce bi­rer araç ol­mak­tan çık­mış, ken­di baş­la­rı­na amaç ol­muş­lar­dır. Bir te­le­viz­yon se­ti­nin ama­cı, en az te­le­viz­yo­nun ken­di­si ka­dar ya­pay olan bir ih­ti­yaç­lar dün­ya­sı göz önü­ne ge­ti­ril­me­den kav­ra­na­maz.
İn­sa­noğ­lu­nun eş­ya­ya yan­sı­yan hü­ne­ri, hay­van­lar­dan fark­lı ola­rak, he­sa­bî­dir: He­sap­lar, sı­ra­ya ko­yar, plan­lar. Bü­tün bun­lar lo­gos’un te­za­hür­le­ri­dir. Her ne ka­dar bü­tün sa­nat­la­rın el ile bağ­lan­tı­lı bir un­su­ru var ise de, ha­ki­ki an­lam­da tek­nik ola­bil­me­si için zi­hnin, bil­gi ve uz­man­lık ile yön­len­di­ril­miş ol­ma­sı ge­re­kir. Böy­le­ce tek­no­lo­ji; ze­na­at ve sa­na­yii ürün­le­ri­nin ve da­ha da çok bun­la­rın üre­tim ve kul­la­nı­mı için ge­rek­li bil­gi, hü­ner ve di­ğer ay­gıt­la­rın top­la­mı­na ba­liğ olu­yor.
Ne var ki, mo­dern tek­no­lo­ji sa­de­ce ma­ki­ne ve alet­le­rin mey­da­na ge­ti­ril­me­si de­ğil­dir. Esas ola­rak, güç ve ener­ji kul­la­nı­mı ve bun­lar­dan ya­rar­la­nıl­ma­sı de­mek­tir. Tek­no­lo­ji­nin sa­de­ce nes­ne imal et­mek ve on­la­rı in­san­la­rın is­ti­fa­de­si­ne sun­mak ol­ma­dı­ğı­nı, ay­nı za­man­da ta­bia­ta mey­dan oku­mak ve ona ga­le­be çal­mak ol­du­ğu­nu söy­le­mek ye­ter­li de­ğil­dir. Tek­no­lo­ji bu­gün sa­de­ce bi­zim dı­şı­mız­da­ki fi­zik­sel ta­bia­tı de­ğil, doğ­ru­dan doğ­ru­ya in­sa­nı, ya­ni tek­no­lo­jis­tin biz­zat ken­di­si­ni de­ğiş­ti­ri­yor.
Bü­tün ka­dîm ge­le­nek­ler (din­ler, top­lum fel­se­fe­le­ri) ak­lın mü­kem­mel­leş­me­si de­mek olan bil­gi­nin, be­de­ni ra­hat­lat­mak­tan da­ha de­ğer­li ve tat­min­kâr bir ga­ye­si­nin ol­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni öne çı­kar­mış­lar­dı. Bu ge­le­nek­le­re gö­re, in­sa­nın ha­ki­ki ih­ti­yaç­la­rı­nın sa­yı­sı pek az­dır ve ko­lay­lık­la tat­min edi­le­bi­lir­ler. Zev­kin do­ğal sı­nır­la­rı var­dır; öte­si ki­bir ve ve­him­dir. Fa­zi­let iti­dal­de­dir. Mut­lu­lu­ğu ha­sıl eden, in­sa­nın be­den­sel zevk­le­re bo­ğul­ma­sı de­ğil, ru­hen/kal­ben mut­ma­in ol­ma­sı­dır. (“Kalp­ler an­cak Al­lah’ı an­mak­la ya­tı­şır.”)
Mo­dern (tek­no­lo­jik) dü­şün­ce, böy­le bir mut­lu­luk im­kâ­nı­nın red­diy­le baş­lar. Hob­bes, Le­vi­at­han’da bu­nu açık bir tarz­da di­le ge­ti­ri­yor: “Bu ha­ya­tın mut­lu­luk ve ne­şe­si, mut­ma­in bir ak­lın sü­kû­ne­tin­de de­ğil­dir. Ne böy­le bir yü­ce ga­ye, ne böy­le bir yü­ce hayr var­dır. Mut­lu­luk ar­zu­nun bir nes­ne­den di­ğe­ri­ne ke­sin­ti­siz iler­le­me­si­dir; bi­rin­ci el­de edil­di mi, ikin­ci­ye yol aç­mış olur.” Do­la­yı­sıy­la, el­de edil­me­si tat­min ge­ti­re­cek hiç­bir şey yok­tur. Mut­lu­luk, da­ha doğ­ru­su haz, ge­çi­ci bir ga­ye­den di­ğe­ri­ne koş­mak­tır: Tat­min­siz, sü­kû­net­siz, ta­mam­lık duy­gu­sun­dan yok­sun. Ha­yat, haz pe­şin­de so­nu gel­mez bir ar­zu ve mü­ca­de­le­dir.
İn­san­lık ta­ri­hin­de­ki bu muh­te­şem sap­ma bir­kaç asır sü­re­bil­di an­cak. Haz de­ğil, ha­zan mev­si­min­de­yiz ar­tık. Ba­tı dün­ya­sı, yük­se­liş ev­re­sin­de Do­ğu ge­le­nek­le­ri­ni da­ha çok ha­ki­mi­ye­ti­ni tah­kim ede­cek bir mal­ze­me yı­ğı­nı el­de et­mek, bu sa­ye­de üs­tün ko­nu­mu­nu pe­kiş­tir­mek ga­ye­siy­le in­ce­le­di. Bu­gün­kü çö­küş ev­re­sin­dey­se, hik­me­ti ara­mak na­za­rıy­la in­ce­le­mek zo­run­da­dır. Ta­bi­i, Ba­tı’yla be­ra­ber biz de.
Oruç ayı, böy­le muh­te­şem bir mu­ha­se­be­ye ka­pı aç­sın di­le­rim.

Paylaş Tavsiye Et