BİR iktisatçının, tıp ve sağlık tarihine dair bir eseri değerlendirmesinin nasıl bir gerekçesi olabilir? Evvela, eser çok iyi hazırlanmıştır; iktisatçı da bir toplum bilimci olarak, topluma sunulan bu önemli hizmete karşı teşekkürünü dile getiriyor olabilir. Gerçekten de, Osmanlılarda Sağlık başlıklı iki ciltlik eser, mazrufuyla olduğu kadar zarfıyla da muhteşem. İkincisi, iktisatçı da olsa, yazarın tıp ilmine özel merakı vardır; dolayısıyla böyle bir eseri değerlendirmek istemiş olabilir. Doğrusu ne böyle bir eğilimim, ne de yeteneğim var.
Mustafa Özel’in bu yazıyı kaleme almasının en önemli sebebi, iktisat biliminin tıp ilmine veya iktisatçıların hekimlere olan teorik borcunu mütevazı bir ölçekte de olsa ödemeye çalışmaktır. Evet, tıpçılar olmasa, modern iktisat bilimi gelişemezdi! Yıllar önce, Karl Marks’ın Kapital’ini heyecanla okurken, bir dipnottaki şu ifade dikkatimi çekmişti: “Nüfus teorisyenlerinin çoğu Protestan papazlarıdır. Ekonomi politik ise, başlangıçta Hobbes, Locke, Hume gibi filozoflar; Thomas More, Temple, Sully, de Witt, North, Law, Vanderlint, Cantillon, Franklin gibi iş ve devlet adamları; özellikle ve büyük bir başarıyla da Petty, Barbon, Mandeville, Quesnay gibi tıp adamlarınca incelenmiştir.” (Kapital, Ankara: Sol Yayınları, 1978, Cilt 1, s. 634.)
Marks’ın ifadesine dikkat ediniz. Filozofları, devlet ve iş adamlarını saydıktan sonra, “özellikle ve büyük bir başarıyla” ekonomi politiği inceleyen tıp adamlarından söz ediyor. Aslında, gayet haklı olarak, filozoflar arasında saydığı John Locke’ın aynı zamanda iyi bir hekim olduğunu da henüz bilmemektedir. Fakat Petty’yi genel anlamda Avrupa dünyasında ekonomi politiğin; Quesnay’i de modern ekonomi politiğin kurucusu sayması abartı değildir. Bu iki şahsiyet de, ekonomist olmadan önce, hekim idiler. Çin felsefesinden li konseptini alıp ordre naturel (doğal düzen) tarzında Fransız düşüncesine kazandıran ve çağdaşları tarafından “Avrupa’nın Konfüçyüs’ü” diye adlandırılan François Quesnay, Fizyokrasi okulunun temel direğidir. Bu okul özellikle sermaye teorisine katkılarıyla ünlüdür. Quesnay, kanın vücuttaki dolaşımından hareketle, ekonomide ürünlerin ve paranın değişik toplum kesimleri arasındaki dolaşımını Ekonomik Tablo adını verdiği bir şemada incelemiştir. Düşünce tarihçilerine göre, paranın veya matbaanın icadı kadar önemli bir teorik katkıdır bu. Şematik çözümlemeler olmasa, ekonomi bilimi gelişemez; daha doğrusu, düşünceden bilime inkılab edemezdi.
Sağlık Mutluluktur
Osmanlılarda Sağlık kitabını Türk okuruna kazandıran, Biofarma adlı bir ilaç şirketi. Temelleri 1945 yılında atılan şirket, bugün başta antibiyotikler olmak üzere, çok çeşitli bir ürün portföyüne sahip. Osmanlı tarihi çalışmalarında Türkiye’nin en önde gelen uzmanlarından biri olan Prof. Mehmet İpşirli’nin dikkatli gözetimi altında hazırlanan eserin editörleri ise Dr. Coşkun Yılmaz ile Dr. Necdet Yılmaz. Soyadlarının benzerliği tesadüf müdür, bilmem. Ama ortaya çıkan esere bakılırsa, ikisinin de soy isimleriyle müsemma olduğuna şüphe yok! Biofarma Genel Müdürü İsmail Öncel ise, “Sağlık Mutluluktur” temasını işleyen sunuş yazısında, sadece bir şirket yöneticisi değil, aynı zamanda tarih bilinci yüksek bir bilgi dostu olduğunu ihsas ettiriyor. Hepsini kutluyoruz.
Batı tarihinde nasıl hekimlikle ekonomi arasında yakın bir ilişki var ise, İslam tarihinde felsefe ile tıp arasında böyle yakın bir ilişki vardır. Başta İbn Sina olmak üzere, İslam feylesoflarının hatırı sayılır bir kısmı aynı zamanda hekimdirler. Osmanlı Türkleri de bu geleneğin bir uzantısıdır. Prof. Sabahattin Aydın’ın yazısından anlıyoruz ki, “Osmanlı döneminde yazılmış birçok ansiklopedik eserde bu bilimlerin (astronomi, matematik, felsefe ve tıp) bir arada ele alındığını görüyoruz. İlk dönemlerde bu dallarda eser ortaya koyanlar İslamî bilimlerde de öne çıkmakta, hatta aynı zamanda birer din bilgini olmaktadır. 14. yüzyıldan itibaren ise Edviyetü’l-Müfrede yazarı İshak b. Murad gibi sadece tıpla ilgilenen hekimlerin eserleri ön plana çıkmaya başlamıştır.” (s. 28.)
Osmanlı sağlık sisteminin temeli vakıflara dayanmaktadır. Özellikle Fatih ve sonrasındaki padişahların kurdurduğu vakıf darüşşifâları yüzyıllar boyu çok büyük hizmetler görmüştür. Fatih Vakfiyesi’ndeki “Vazâif-i Dârüşşifâ” bölümü, şifa evleri olan hastanelerin uzman ellere teslimi hususunda sultanların ne denli duyarlı olduklarını çok canlı biçimde yansıtmaktadır: “Ol padişâh-ı kâmkâr bu vech üzere nesr-i dürer-i âbdâr buyurdular ki dârü’ş-şifâ içün vâkıf-ı ahvâl-i nabz-ı marîz, ilm-i teşrihde sâhib-i ilm-i arîz, fenn-i tıb ve kanûn-ı şifâda fâ’ik iki tabîb-i mücerreb-i hâzık ta’yîn oluna.” (s. 44) Atanacak hekimlerin nabza bakmayı bilmesi, cerrahi uzmanı olması ve hastaları iyileştirmede üstün meziyetlere sahip olması; hastaların cahil veya toy hekimlerin insafına terk edilmemesi istenmektedir.
Osmanlı’dan söz ederken gülden hiç söz etmemek yakışık almaz. Gül, Osmanlı şiirinin olduğu kadar, Osmanlı tıbbının da göz bebeğidir. Prof. Ayten Altıntaş, Osmanlı tıbbında gülün yerini irdelediği yazısına İmam Suyûtî’nin gül tasviriyle giriyor: “Güzel kokulu bitkilerin şahı olan gülüm / Canlara safâ ruhlara gıdâyım / Mizâcen mutedil / İlâcen istimâle sâlihim.”
Tıbbın ve eczacılığın kapitalist kâr güdüsüyle bir istismar alanına dönüştürüldüğü çağımızda, tüm estetik ve ahlâkî değerler birer birer yıkılıyor. Osmanlı sistemi ise şiiri, tıbbı ve yönetimiyle gül kokusu yayıyor. Bu kokuyu bize ulaştıranlara müteşekkiriz. (İlgilenenler için: www.biofarma.com.tr)
Paylaş
Tavsiye Et